İyinin İyisi, Kötünün Kötüsü “Berbat Usta”

Bahar gibi bir kışı tam “atlatacakken” kapıdan baktırıp kazma kürek yaktıran, Antalya’ya bile sulu sepken kar yağdıran Mart’ın ortasındaki günlerden biriydi. Daha camızı eşinden ayıran “aprılın beşi” gelmediği halde bu birkaç günlük sıkıya gelemeyen, günlerdir sıkıntıdan patlayan Güneş Hanım güleç yüzü ile evrene arzı endam ediyordu. Yollar sağlı sollu taze, arsız otlar arasında “seviyor” diye fısıldayan papatyalar ve utangaç anemonlarla bezeliydi.

Günler önce TRT Antalya Radyosu’ndan yapımcı Sevgili Canan KELEŞ aramıştı. Yazılarımı okuduğunu, yaptığım işe ve anlatımıma duyduğu muhabbetten açtığı söz yöre kültürünü turalarken Serik Çandır’da yaşayan ve “Berbat Usta” diye tanınan bitirim demirciye gelmişti. Canan Hanım’la 27 Mart’ta yapacağımız radyo programına kadar tanımalıydım Usta’yı. Çok da iyi etmişim, ortaya sizinle paylaşacak birçok güzellik çıktı.

O’na doğru yaklaşırken okuduğum Osman Şahin öykülerinde anlatılanlarla daha görmediğim bu sıradışı insan arasında gelgitler yaşıyor, O’nu tezgâhının başında aklının heybeti ile düşlerken “Son Yörük” gibi binlerce güzelliği düşleyicisi büyük ustaya öykünen yeni öyküler kuruyordum. Yüzlerce kez geçip Çandır’a gittiğini bilmediğim sapaktan itibaren, O’nu sorduğum herkeste tanırken, kurgusuna başladığım öyküler düşüncelerimin gerisinde tıkır tıkır işliyordu.

Bir usta tanıdım, lakabı “Berbat”
Ne yüreği kötü, ne özü hoyrat.
Takdir edilmemiş güttüğü gayret,
Zay’olan ömürün biri de O’nun.

Duvarında tarif edildiği gibi “BERBAT” yazan “sıcak demirci” dükkânına vardığımızda bir müşteri ile helalleşiyordu. O’nun uzattığı parayı bütün doğallığı ve; “Allah seni parasız ve garısız gomasın” dileğiyle alıp uğurlarken bizi selamladı. Biz lafın ucuna o sözden tirkenince (eklenince) devam etti;

“İnsanların aklının dadı var emme gözünün dadı yok, gözüle akıl birleşip de ileriyi görmedikden sonra neye yarar?”

Bunu somutlaştırıp hemen yaşama bağladı “ustadan içeri usta”; “Bizim Serik’te bi devlet hastanesi yapıldı, Antalya’da yok, öyle lüks. Gel gelelim koridorundan 3 gişi yan yana geçemeyor. Devletin memuru bunu zamanında düşünemeyor mu?

Zamanında Atatürk’e; “Kızılay Caddesindeki yolun genişliğini ne kadar yapalım?” diye sormuşlar. “100 metre yapın” demiş. “Ula bu zeroş (sarhoş) herala demiş, getmişler. Ertesi gün sorduklarında gene aynısını deyince anlamışlar ki zeroş değil. Hindi ne gadar haklı olduğu ortada.
(Bu olay için bkz. http://www.siyasiforum.net/viewtopic.php?f=15&t=5739&p=106247&hilit=100#p106247)

Bir insanın en zayıf yeri gözüdür, ileriyi göremiyor. Bi sivrisineğin bile gözü yatdığın cibindirikde girecek yeri arayıp buluyor. Fakat garnı doydumu o da şaşırıyor, girdiği yeri bulamıyor, işin içinden çıkamıyor. İnsanoğlu da işde öyle,”

Böylece başladığı sohbetin tadı körükteki ateşten, altına attığımız sandalyelere kurulduğumuz güneşe dek uzadı, Cuma selası duyulana kadar bazı acı, bazı umutlu sürüp gitti. “Berbat Usta kimdir?” sorumuzu; “Aslen Akbaş’lıyım, resmen Çandır Beldesi’nde oturuyorum” diye yanıtlayarak kendini tanıtmaya başladı usta.

Altısında öksüz kalmış anadan,
Kayırmış yavruyu Ulu Yaradan.
O-bu bakmış O’na, çıkış aradan,
Acep ne çok sustu biçare yanın?

Serik’e, bağlı Akbaş Köyü’nde doğar, küçük yaşta annesini kaybettikten sonra yoksul ebesinin yanında büyümeye çabalar. Arkasızlık ve imkânsızlıktan ancak ilkokula kadar okuyabilir, küçücük bedeni daha anasızlığın yükünü kaldıramamışken bu kez çırağı olduğu demircinin “ağır” ve “sıcak” işleri altında ezilmeye başlar.

Asker ocağına gidene kadar demircilik zanaatının her cefasını çeker. Asker dönüşü ustası Almanya’ya gidince kendi dükkânını açar. Anlattığına göre o zamanlar insanların elinden emekli olduğu, el sanatları ve sanatkârlarının altın çağlarını yaşadığı zamanlardır. Çandır’da ustanın da içinde olduğu çarıkçı, semerci, bakırcı gibi birçok zanaatkârın dükkânlarının topluca bulunduğu mahallenin adı da “Hünerli Mahallesi”dir. Usta bir gün bu kadar “hünerli” insan arasında fark yaratabilmek için “bişey yapmalı” diye düşünür, düşünür, düşünür…

El çocuğu bozmuş, O yapıp çatmış,
El melekesine aklını katmış.
Uykuya mucize düşüyle yatmış,
Irahat düşmemiş payına senin.

1970-80’li yıllarda yörede o yıla kadar en çok ekilen pamuğu taşımaktan bezgin düşen toprakların verimini artırmak için, devletçe susam, soya, mısır gibi çeşitli tarım ürünlerinin ekilmesi salık verilir. O zamanlar bu ürünlerden biri olan susam ekimi makinası olmadığı için elle yapılmakta, ekerken metrekareye 1/2 ile 1 kg. kadar tohum atılmakta, bunların toprak üstüne çok yakın ekilenleri ile çok derine düşenleri de telef olmaktadır. Bunun üzerine gecesini gündüzüne katıp kafa yormaya başlayan, çiftçiler ve kafadengi arkadaşları ile fikir alışverişi yapan genç usta uzun deneme yanılmalar sonucunda metrekareye önce 250, daha sonra 155 ve en sonunda 133 gr. tohum atabilen bir tohum ekme makinesi (mibzer) yapmayı başarır.

Ve bu alet ile birinin tarlasına ilk defa susam ekilir. Gelin bunun öyküsünü kendisinden dinleyelim;

“Bi müşderim geldi, susam cizmek için bu aleti götürdü, 30 dölüm bi yer ekdi. Ekdi emme sonra gelip; “Ulan senin aletin batsın, benim tarlamı boş goydun ya! 133 gr. bişey düşdü dölümüne. Böyle verim mi olur heç?” dedi. Gafa dutdu, üzüldü getdi. Bir ay sonra, susam tarlalarında hava eyi olur, adam tüfeği omuzlamış da tarlaya getmişimiş. “Abo vardıdım deyor, tarlayı bilemedim, keyfim çatdı. Amman arkadaş, amman ha, o makinanın ayarını bozma. 1 kilo, yarım kilo atmak varken 133 gr. düşürmek yani böyük bir başarı.”

Bununla da yetinmez, ardından soya fasülyesi ve mısır ekme makinaları, tir yapmak, camekan yalakları kazmak için aletler yapar. Bunun üzerine bilcümle “hünerli”ler buyurur;

“Bu öyle berbat bir usta ki, insandan gayrı herşeyi yapar.” O günden sonra O artık dostu için başka, düşmanı için bir başka, “Berbat Usta”dır. Kendi deyimiyle; “kötünün de kötüsü, eyinin de eyisi.”

Çalışıp üretmiş hem kafa yormuş,
Kalfasına “usta”, eve “er” olmuş.
Berekete giden yolları görmüş,
Durup dinlenmemiş yüreğin, tenin.

Adı gibi cebi de “berbat” olan usta kendi ölçeğinde büyük bir buluş olan bu aletlerin yenilerini yapamaz ama yaptıklarını kiraya verip emeğinin karşılığını almaya uğraşır. Bir yandan dükkânında günlük işlerini yapmaya, iyi kötü yurt yuva tutmaya çalışır, çoluk çocuğa karışır. Gel zaman git zaman da “müstahak’ını” bulur. Kendisini şikâyet eden “dostları” sayesinde vergi dairesine çağırılıp tepesindeki “aydınlatıcı” lambanın şavkında sorulur;

“Ula sen usda mısın? Demirci misin? İmalatçı mısın? İmalatcıysan hani ruhsatın? Demirciysen işine bak, ne bunla uğraşıyon?”

“Hadi bi ceza bana. 6.5 milyar. Eee, ileri getdi deyi burnuna vuruyorlar insanın. Benim bu yapdığım aletler çiftcinin iyi hizmetine yaradığı halde, daha geliştirileceği şekilde teşvik edilmesi gerekirken sus-pus etdiriliyor.

“Etmen, eylemen, 6.5 milyar benim yıllık gelirim. Eee bu şikayet eden gelsin, 6.5 milyarı ona bari veren de kiraya, ben 6.5 milyarı alan, oturan şuraya. O çalışdırsın bu gazanç varısa” diyorum. “Ayda 10 milyar lira gazanıyor bu” diye şikâyet etmişler. “Sen duygu sömürüsü yapıyorsun, din istismarı yapıyorsun, dediler. Senile uğraşamacaz, hadi yallah. Yatıracasın.” Eee nedelim, öte bocaladım, beri bocaladım. Bereket bi vergi barış yasası çıkdı da çağırdılar gene vergi dairesinden; “gel şu formülleri doldur da 2.5 milyar cezayı yatır.” Yatırdık geldik. İşde adam böyle olayları yaşamadığından bi kel demircisin şurda. Mücadele etmesini, savunmasını, yasaları bildiğin yok. Bilseydim yasalara arzetdiridim. Keşifini isderdim. Benim takdir yerine gördüğüm, demesi ayıp; “.ikdir”

Eee adam cahillik kötü işde. Hindi; “eğitim 8 yıla çıkdı” dediler, bazıları ayaklandı. Ulan cahillik ne gazandırıyo adama? 8 yıllık eğitim okumuş olsaydım mücadele etmeye çalışırdım, gendimi belki gurtarırdım. Belki o 2.5 milyarı yatırmaz, devletden kredi de alırdım”

Bunun üzerine hassas kalbi bu haksızlığa isyan edip grev kararı alır, “görülen lüzum üzerine” bazı damarları tıkar. Sonrasında geçirdiği bay-pas ameliyatını değerlendirirken;

“Üzüntü hasdalıkları alevlendiriyor. Kendini savunamıyorsun, mağdur duruma düşüyorsun” der. Çaresi mi? Elbette onu da bilir;

“İnsanlara 50 yaşından sonra en iyi ilaç; perhizle moral”

“40 yaşında olsaydım şimdi bilgisayar kursuna gedecekdim. Biraz daha devletin imkânlarından yararlanıp aletlerimi gelişdirmeye çalışacadım. Tarım sekdöründe aletler yapdım amma ne fayda üretemedikden sonra. Yaratıcı olup da üretici olmadıkdan sonra bi gıymatı yok.” Sonra her alanda dışa bağımlılığımıza dair dertlerini döker;

“Tarımda ihtiyacımız olan aletler dışarıdan niye gelsin? Bizde usta yok mu? Birlik olsak neler yapmayız? ” Bu bakımdan ilkokulda öğrendiği, birbirine bağlanıp önlerine ot atılan eşeklerin otu yemek için önce ters yönlere asılan ama daha sonra ayılıp teker teker yeme çözümünü bulan fotoğrafını anımsatıyor bize. Sorunu uzlaşma ve güçbirliği ile nasıl aştıklarını imrenerek anlatırken hayvanlardan ders alacağımız çok şey olduğuna dikkat çekiyor.
“Bizim milletimiz iki şeyden korkutulmuş. Birisi İslami kurallar, birisi ambargo meselesi. Ben derim ki; Ambargo kalkındırır memleketi. Bizim 30 yıl ambargoya ihtiyacımız var. Bize 30 yıl ambargo uygulallarsa kendi imkânlarımızı, kendi çarelerimizi arayıp kendi ihtiyaçlarımızı kendimiz karşılamaya çalışırız.”

Meslek yaşamı boyunca kullandığı araç gereçten, tanık olduğu teknolojik gelişime anılarını bir bir yoklarken demircilik sanatının inceliklerini soruyoruz. Bölgede “avadanlık” denen balta, tahra, orak gibi tarım aletlerini yapmak için kullanacağı hammaddenin direncini, çeliğin sertliği, ısıtma sırasında aldığı renge göre verilecek suyun zamanı ve miktarı ile aletin kullanacağın yere dirençli olup olmadığına göre ayarlamanın püf noktalarını anlatıyor. Sözün başına dönerek meslekte olması gereken nezaket kurallarını anımsatıyor;

“Sanatta memnuniyet garşılığı insanı neşelenecek bazı telafuzlar, sözler vardır. Mesela parasını aldığım bi bekarısa; “Bereket versin, sevdiğine gavuş”, normal yaşda biriyse, evliyse; “Bereket versin, Allah seni parasız, garısız gomasın.” Yaşlı bi hasdaysa; “Bereket versin. Allah seni yatağa düşürüp çora çocuğa muhtaç etmesin” denir. Bunu da her sanatkâr incelikli, ayrıntılı söylemez. Aslında bunu söylersen memnuniyet olur. Gönül kazanmak para gazanmakdan daha hatırlıdır.”

İnsanca yaşamayı önemsiyor ve bunu şunlara bağlıyor; “Bi insanın cebinde parası olusa, evde garısı olursa, bilhassa eve vardı(ğı)nda avrat seni yüzü güleç garşıladımı dünya da senin, ahret de senin. Eve vardında avrat alnı gırışık, yüzü buruşuk yüzüne bakarsa hayatın dadı olmaz”

Hakkını vermemiş bu devran sana,
Ne çare ki düzen güçlüden yana.
Kalsın senin davan Ulu Divan’a,
Tek kârın; herkesçe bilinir şanın.

Çıraklar yetiştirmiş bu insana işinin geleceği hakkındaki düşüncesini, düşünü sorunca yarasını deştiğimiz anlıyoruz; “Çok zorluk çekdik. Ceyranı bırak jeneratörün olmadığı, elle körük çektiğimiz zamanlardan geldik. Hindi hepsi golaylaşdı emme ben esgidikden sonra neye yarar? Bu sefer demirçilik sanatı köhneleşdi. Çırak da yetiştirdim, onlar da bırakdı. Oğlumda da goyduğum yerden devam edecek bi gabiliyet yok. Ben öldümmü bu iş bitecek.”

“Berbat Usta” gibi özgün bir duruşu olan, her sözü ibretlik bir insanı bir yazıya sığdırmak güç. Kitap gibi, çevirip çevirip okunması gereken insanlardan biri. Yaşamın birçok alanında söyleyecek “sözü” var. Türkiye ve Dünya’da olumsuz hava koşullarının yaşandığı o günlerde iki yanına bakıp çevremizdeki güzellikleri betimliyor;

“Bura ne gadar gözel, bizim memleketimiz. Kendi düşüp de tohum kendi bitiyo, kendi meyve veriyo. Hele bizim bu Serik bölgesi. 15 dakgaya şu daya (dağa) çıkarsın, 15 dakgaya denize, 15 dakgaya şu ormana, 15 dakgaya da şu ormana varısın. Bu memleket Türkiye’nin en gözel, en verimli nokdası. El garın buzun içinde değil mi şimdi? Bak şu güzel havaya, Temmuz’un havası gibi hava, ne gadar gözel. İşde Allahın nimeti ne gadar bolusa, Allahın nankör kulu da orda. Ne gadar nimetli yeriyse de insanımız tembel. Bizim bu yerli millet var(y)a oturu gaveye, hükümetin aleyhinde geder. Ula sen bi aileyi çeviremiyosun, hükümetin aleyhinde gediyosun”

Nasıl bilim adamları, aydınlar, ozanlar halkın derdini kendi derdi bilip çalışmışlarsa “Berbat Usta” da alamadığı kıt eğitime rağmen aklı ve gıpta edilecek çabası ile kendi insanının derdine deva, yarasına merhem olmuş. Ama ne çare ki, Anadolu’da sayıları pek de az olmayan “güzel ve yalnız” kader arkadaşı gibi hak ettiği değeri görememiş.

Sağlık ve huzur dışında iki muradı var “Berbat Usta”nın;

Biri şimdiye kadar yaptığı eserleri memleketi Serik-Akbaş Köyü’nde bulunan Zeytintaşı Mağarası’nın girişinde yapılacak bir etnografya müzesinde mankenlerle canlandırıp sergilemek. Bunun için kaymakamlığa başvurmuş ama olumlu yanıt alamamış. Başka bir yerde sergileme önerisine ise; “Ya satın almaya burada Holivud varıdı, film stüdyosu. Geldiler onlar para vermeye, vermiyorum. Bugün ben para bulsam, 50 milyar – 60 milyar verseler bana, 50 milyar beni uyutmaz. Hırsız düşüncesi düşünürün. Nereye harcayacam, nasıl muhafaza edecem? E dosdun da çoğalağoru, para isdemeye gelenler olur. Başıma telaşe olur benim. Bunlardan ben zevk duyarım. Şurda durmasından. Adam sen de. Para insanın hem dostu, hem düşmanı. Onun için öyle vermiyorum. Fakat köyümüze olsa…” diyerek karşı çıkıyor. Diğer dileği de bilgisayar kursuna gitmek. Bu konuda kendisi umutsuz ama bence kesinlikle yapabilir. Umutsuzluğunda yaşadıkları, geçirdiği ağır ameliyat kadar “öldürücü değil(y)a, üzücü hasdalık” sahibi iki çocuğunun derdi de var. Umarım cümle muratlarına erer.

Sohbetin sonlarına yaklaşırken kendisine gençlere neler öğütlediğini soruyorum. Kısa yoldan zengin olmaya heveslenip, çok para kazanacağım diye yasadışı işler yapmayı, “devletin aleyhinde gitme”yi “kötü suçlar” olarak nitelendirip işini övenlere şiddetle karşı çıkıyor usta ve diyor ki;

“Çalış, üret, seni sen değil, sanatın, yarattığın eserler övsün. Böyle olursan ayakta da durursun, hayatta da mutlu olursun. İşde sanatta olsun, evlat yetişdirike olsun, çırak yetişdirike olsun, en önemlisi kabiliyet meselesiyle disiplin.” Sonrasında uykunun ölümün, rüyaların da ahiretin örneği olduğunu, insanın bundan ibret alması gerektiği inancıyla yapılması gerekeni öğütlüyor;

“Kanaat etmek, sabır etmek, hayır – hasanatda bulunmak.”

Konuşmasında sık sık memleketimizi hâlâ kısır çekişmelerin böyle yerinde saydırdığına dikkat çekerek birliğin, birlikten doğacak kuvvetin altını çiziyor usta.

Eyvaz’ın gızına göründü böyle,
Eksiğini gözet, artığın söyle.
Dilerim ki aşkın deryasın boyla,
Cennet olsun senin mekânın, hanın.

Geleceği geçmişin temelleri üzerinde yükselten, atasını ötesini küçümseyip inkâr etmeyen vefalı nesiller, hepimiz Berbat Usta’ları tanıyıp, ibret almalıyız.

Ah yüce gönüllü “Berbat Usta”m. Bunca büyük düşünmüşsün, n’ola kıymetin bilinseydi? Babacığımın dediği gibi;

“Yâr için öldüğüme gam yemem, öldüğümü bilseydi”.

Şiir: Öznur TANAL – 18 Mart 2011 ANTALYA

1622580cookie-checkİyinin İyisi, Kötünün Kötüsü “Berbat Usta”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.