Yurtta ve cihanda andıç

Yurtdışında yaşayanların genelde kraldan çok kralcı oldukları, memleket-millet meselelerinde öz vatanlarındaki insanlardan daha sert, daha tahammülsüz ve daha milliyetçi bir tavır içine girdikleri iyi bilinen bir durumdur.  Buna “gurbet sendromu” diyebiliriz; ya da, daha geniş bir kavram kullanarak, “diyaspora sendromu”… Tabii bu sendrom, yurtdışında yaşayanların eğitim,  gelir düzeyine ve sınıfsal konumuna göre azalabilir veya artabilir, ince veya kalın biçimlere bürünebilir;  ayrıca,  içinde bulundukları yabancı ülkenin kültürel ve siyasal ortamının da kuşkusuz bu sendromun tezahürleri üzerinde önemli etkileri vardır.  Sözgelimi, Almanya’da yaşayan bir Türk işçisinin, daha da kötüsü, bir işsiz lumpenin, gene o ülkede yaşayan bir Türk yöneticiden, gazeteciden veya akademisyenden hemen her konuda farklı algı ve tepkileri olacağı muhakkaktır.  Hele bu ikinci kategoridekiler, Almanya değil de, örneğin İngiltere  gibi liberal ortamı daha da gelişkin bir ülkede yaşıyorlarsa, aradaki fark herhalde daha da büyür ve çeşitlenir.  Nispeten liberal ortamlarda yaşayan insanların, hele görgü ve bilgi sahibiyseler, gerek kendi ülkelerindeki gelişmeler gerek dünya olayları karşısında liberal tahlillere ve çözümlere daha yatkın olmaları beklenir.  Atlantik’in bu tarafına geçersek, Kanada’nın liberal ortamında herhalde İngiltere’dekinden bile geçerlidir bu. 


Gelin görün ki, sözünü ettiğim bu diyaspora sendromu öylesine evrensel ve güçlüdür ki, birçok durumda eğitim, kültür, sınıf, ülke falan tanımaz; bazen en beklenmedik ve en kaba şekliyle karşınıza çıkıverir.  Birkaç ay önce bir süreliğine kalmak üzere Kanada’ya geldiğim zaman, benim de karşıma çıkan işte böyle birşeydi: daha başından ve peşinen dışlayıcı, suçlayıcı, öfkeli, haşin, sözümona milliyetçi bir söylem… Hepimizin çok aşina olduğu bu söylemle, Kanada’da uzun yıllardır oturan iş-güç sahibi ve oldukça eğitimli bir dost çevresinde karşılaşmak, hem de tıpatıp aynı terim ve küfürler eşliğinde karşılaşmak, doğrusu epey beklenmedik bir tecrübeydi benim için.  Bu yazıda biraz o karşılaşmadan bahsetmek istiyorum.


Olay şöyle gelişmişti: bir yemek davetinde havadan sudan başlayan bir sohbet, davet sahibi Türk arkadaşımın bacanağının sözü alıp öne çıkmasıyla, gerilimli bir tartışmaya dönüverdi.  Konu güncel politik gelişmelerden Gül’ün cumhurbaşkanlığına seçilmesine ve ardından başörtüsü tasarısına gelince, bacanak, MHP’nin bunlara lojistik destek vererek ne kadar büyük hata işlediğini anlatmaya koyuldu.  MHP’nin attığı ender doğru adımların esas bunlar olduğunu söyleyenleri dinleyecek hali yoktu; burnundan öfke soluyordu.  Bacanağın MHP’yle ilgili derin düş kırıklığını görünce, önce partiye yürekten bağlı eski bir ülkücü olduğunu düşündüm.  Ama sonra ortaya çıktı ki, ne münasabet, zamanında TİP’e oy vermiş eski bir solcuymuş meğer!


Ama tartışma ilerledikçe, bacanağın asıl öfkesinin MHP’ye değil, “İkinci Cumhuriyetçiler denen satılmışlar gurubu”na yönelik olduğu anlaşıldı.  Ona göre, gerek Türkiye’de gerek dünya kamuoyunda şeriatçıların önünün açılmasının başlıca sorumlusu bu guruptu.  Dahası, bu gurup son yıllarda Türkiye politikasında sahnelenen türlü manipülasyonların ve komploların da sorumlusuydu, ya da en azından piyonuydu.  Hem sonra ortada koskoca Türkiye Cumhuriyeti dururken, “İkinci Cumhuriyet”e de ne oluyordu?


Nafile olduğunu bile bile, anlatmaya çalıştım: “İkinci Cumhuriyet” lafı, bir parti programı değildir.  Bir cuntanın devrim programı hiç değildir.  “İkinci Cumhuriyet”, varolan bir yapıyı yıkmaktan çok, onu dolduracak bir maddedir.  Onunla öngörülen şey,  insan hakları, azınlık hakları, inanç ve ibadet özgürlükleriyle donatılmış, yani daha zengin bir demokrasiyle takviye edilmiş bir cumhuriyettir.  Ve keyfe kalmış bir tercihin değil, bir zaruretin ifadesidir bu cumhuriyet:  keyif faslı tabii ayrı,  ama sadece keyif olsun diye değil, dünyadaki gidişat karşısında ayakta kalabilecek tek cumhuriyet olduğu için öngörülen bir cumhuriyet.  Ancak nesnel anlamdaki zaruretine rağmen, öznel ve siyasal anlamdaki zaafiyeti şu ki, sözkonusu demokratikleşme doğrultusunda, tam olarak bir program bile değil, sadece bir temennidir “İkinci Cumhuriyet”.  Temelde de, bir mecazdan ibarettir.  O halde, nerededir o kadar korkulacak, gocunulacak şey?  Bu kadar öfke, bu kadar kavga niye?  Kavga sakın, adı burada her nasılsa anılmayan başka güçler ve  menfaatler arasında olmasın?
Bu sorulara cevap bulmaya kalkışsaydı, tartışma herhalde uzayıp giderdi.  Fakat bacanak, en kestirme ve etkili yolu izleyerek, sözkonusu güç ve menfaatlerin “adı” üzerinde durmak yerine, “dış güçler”den para alan medya mensuplarının, akademisyenlerin, iş adamlarının adlarını saymaya koyuldu.  Saydıkları arasında pek çok tanıdığım, hatta yakın arkadaşım vardı .  Sıra artık kahkahayla gülmeye gelmişti.  Ama son takatimle serinkanlılığımı koruyarak, gülmedim; gene nafile olduğunu bile bile, bir sınıflandırma ve açıklama girişiminde bulundum:  bir kere, sayılan bu isimler arasında, “para alması” mantıken mümkün olmayan insanlar var, çünkü işe yaramazlar, zira çoğunun çalışma alanının ve hizmetinin, kendi içlerinde hava gibi, su gibi fevkalade değerli olsalar bile, fazla bir piyasa değeri yoktur.  Casusluk faaliyetlerinde, örneğin, bir filoloji veya felsefe profesörünün işe yaraması imkansıza yakınken, bir yabancı dil uzmanına hatta basit bir çevirmene büyük talep olması çok muhtemeldir.  Dolayısıyla, sözkonusu insanların en azından bir kısmının şu veya bu “dış kaynak”tan para aldığını söylemek, eğer ahmakça bir iftira değilse, yersiz bir yakıştırmanın ötesine gitmez.  Kaldı ki, para musluğunun başındakilerin, her önüne gelene para dağıtacak kadar cömert olmadığı da açıktır.


Ama bütün bu sayılan isimlerin “para aldıkları”  bir an için kabul edilse bile, meselenin burada olmadığı aşikardır.  Zira yabancı bir kaynaktan para almak, herkesçe bilinebilir veya kolayca öğrenilebilir bir şeffaflık içinde kaldığı sürece, ne ayıptır, ne de suçtur.  Nitekim, isimleri adeta şehvetle telaffuz edilen bütün “İkinci cumhuriyetçiler” ve “liboşlar”ın dışında,  dış kaynaklardan burs, staj, yurtdışı gezisi ve düpedüz hibe şeklinde “yardım” alan, üstelik bu yardımları bayıla bayıla aldıkları gibi, daha fazlası için birbiriyle kıyasıya yarışmaktan geri durmayan bir sürü başka şahıs, resmi kurum, belediyeler hatta bakanlıklar vardır.  Bunlara,  “Birinci Cumhuriyetçiler”in hiçbir şekilde toz kondurmadığı, TSK ve Mehmetçik Vakfı gibi TSK bağlantılı kurumlar da dahildir.


Asıl ayıp olan ve gerçekten de suç olan, paraları ve yardımları el altından almaktır.  Amiyane tabiriyle, rüşvettir bu.  Rüşvetin ise genelde kaydı kuydu yoktur maalesef.  Oysa “İkinci Cumhuriyetçi” denen kişilere atfedilen para ve yardım bağlantıları, olduğu kadarıyla, zaten bu kişilerin kendi maddi ve manevi muhasebelerinde görülen, izlenebilen bağlantılardır.   Bu tür bağlantıların uzun bir istihbarat sonucu ortaya çıkarılmış, keşfedilmiş gizli-kapaklı ilişkilermiş gibi sunulması, olsa olsa böyle bir çaba içine giren kişiyi ya aptal durumuna düşürür, ya da daha kötüsü, müfteri.  Müfteri, çünkü böyle bir çabanın, ispatsız ve mesnetsiz bir rüşvet iddiasında yani iftirada bulunmaktan geri kalır tarafı yoktur.


Şeffaflık, kuşkusuz, alınan bir para veya yardımın “temiz” olmasının kendi başına bir garantisi olamaz.  Ama “kirli” para, “temiz” paradan ancak şeffaflık kriterinin işlediği bir potada ayrışabilir, elenebilir.  Çünkü bu kriter işlediği sürece, “dış kaynak”tan yardım alan kişi ve kuruluşlar, bunun tüm sorumluluğunu ve sonuçlarını üstleniyorlar demektir.
Toplumsal gerçekliğimizde elbette pek bulunmayan bir cevher olmakla beraber, olabildiği kadar ve olduğu ölçüde, şeffaflık bizi yalnız dış kaynakların değil, iç kaynakların da zehirine karşı korur.  Ve en önemlisi, iç ve dış kaynaklar arasında bir tercihte bulunmak zorunda kaldığımız zaman, daha cesur ve doğru kararlar almamızı sağlar.  Bu açıdan bakıldığında, niteliği ve amaçları bulanık bir “dış kaynak”tan alınan yardım, eğer alınma koşulları yeterince biliniyorsa ve şeffafsa, elde ediliş şekli karanlık olan bir “iç kaynak” yardımından pekala daha “temiz”, hiç değilse “daha az kirli” olabilir,  çünkü toplum üzerindeki hasarı daima daha sınırlı kalır.   Sözgelimi, bir kısım “İkinci Cumhuriyetçi”nin bir takım niyeti bozuk veya şaibeli dış kaynaktan nemalandığı varsayılıyorsa, şuna hiç kuşku yok ki bunların elde ettikleri haram faydanın toplamı, kaydı ve takibi olduğu sürece, mafyadan beslenen bir mahalli siyasetçinin kazancından, hatta basit bir memurun halktan yediği rüşvetten daha fazla haram değildir.
 
Bacanak, bu noktada daha fazla dayanamadı, sordu: “ya o dış kaynak, sandığınızdan kat be kat güçlüyse?” Sesindeki esrarengiz tondan, biran için tereddüte düştüm.  Yoksa, dünyayı sarıp sarmalayan kanserin nihai kaynağını mı keşfetmişti?  Bacanak, tereddütümü görünce, büyük sırrını sonunda ifşa etmenin verebileceği bir hazla,  devam etti: “şeffaflık iyi güzel de, bu işlerde sökmez.  Size bir örnek vereyim.  Bir vakıf var; ne kadar aleni ve şeffaf olursa olsun, yardımlarından ve desteklerinden rahatsızlık ve şüphe duymamak mümkün müdür acaba?”  Nedir, diye sormaya kalmadan, sözünü tamamladı: “George Soros’un Açık Toplum Enstitüsü.  Onunla ve onun Türkiye uzantıları ile ilgili detaylı bir dosyayı size yollayacağım, incelemenizi öneririm.”


“İlahi, sizi o kadar korkutan bu muydu?” diyemedim.  “Siz şeffaflık ilkesinden şaşmayın.  Eğer gerçekten bir zehiri varsa, bu enstitünün de hakkından gelecek tek panzehir, o ilkedir” diyecek oldum, ama artık nefesim tükendiği için onu da diyemedim ve o şekilde ayrıldık.


İtiraf etmeliyim ki yukarıda bir bölümünü kısaca aktardığım bu konuşma, beni şaşkınlığa düşürdüğü gibi, epey de yordu; korkarım sizi de yormuştur.  Bacanak, Türkiye’deyken büyük bir şirkette yöneticilik yapmış, ortalamanın üstünde eğitim görmüş biriydi.  Yıllar once ailesiyle Kanada’ya yerleşmişti ve halen Montreal’de yarı-resmi bir Türk kurumunda çalışmaktaydı.  Bacanak, işi icabı hem ülkedeki Türk topluluğuyla, hem de Kanada toplumuyla içiçe bir yaşantıya sahipti.  Bu konforlu durum zaten Kanada’daki Türk topluluğunun ortak bir özelliğidir: burada Türkler, diğer Batı ülkelerindeki hemşerilerine nazaran daha az gettolaşmıştır ve içinde yaşadıkları toplumla alışverişleri daha sıkıdır.  Bunda, malum, Kanada’daki Türklerin ortalama eğitim ve donanım düzeyinin daha yüksek olması kadar, Kanada toplumunun yabancı kültürlere olabildiğince açık niteliğinin rolü de büyük.  Beni şaşırtan, işte böyle bir ortamda yaşayan bu konumda birinin, nasıl olup da Türkiye’deki paranoya atmosferine bu kadar kolaylıkla uyup,  kör bir yabancı düşmanlığından başka birşey ifade etmeyen o iftira isterisine itibar etmesi, hatta neredeyse tüm varlığıyla katılmasıydı.  Tekil bir olaydan elbette genelleme yapılamaz ama, bu ruh durumunun  buradaki Türkler arasında hayli yaygın olduğuna dair bir kuşku içime düşmedi değil.


Münakaşamızın hemen akabinde, bacanaktan e-postayla Soros dosyası geldi.  Hiç istemesem de, artık şart olmuştu; dosyayı açtım.  Normal koşullarda, internette habire dolaşmadığım için, orada kopup duran enformasyon-dezenformasyon fırtınalarından pek haberim olmaz; belki de bu nedenle, Soros dosyasını okurken, şaşkınlığım kat be kat arttı, daha sonunu bile getiremeden, nutkum tutuldu.  İnternet gezginlerine birşey demeyebilir, ama benim durumumda olanlara bu Soros dosyasına bir göz atmalarını şiddetle tavsiye ederim(www.sevgiadasi.com/kara-liste-sorosun-cocuklari-vt2354.html; www.kalinka.com.tr).   Gene de buna sabrı çıkışmayanlar için, sözü biraz daha uzatmak pahasına, dosyanın çarpıcı bir yönüne dikkat çekmek isterim.


Dosyada, Mustafa Yıldırım adlı bir “araştırmacı yazar“ın “Sivil Örümceğin Ağında: Project Democracy“ başlıklı (muhakkak ki çok popüler!)bir kitabından devşirildiği anlaşılan bir kara liste var.  Bu listede, oradaki metnin özgün ifadesiyle, “Soros’un ‘sivil darbe’sini gerçekleştirmek için ‘proje‘ adı altında fonladığı“ çoğu medya mensubu yüzlerce kişinin isimleri sıralı.  “AB mandacısı“ ve “vatan haini“ olarak nitelenen bu kişilere bu sıfatlar yeterli görülmemiş olacak ki, herhalde muazzam bir ilave etki yaratacağı hesabıyla, ayrıca bir de “sorospular“ diye pespayece bir lakap takılmış.  Burada ilk göze çarpan, bu insanların Türkiye’nin düşünen, yöneten ve konuşan kaymak tabakasının neredeyse tamamının üyeleri olmaları dışında,  ortak hiçbir özellikleri bulunmayan, tersine çoğu kez taban tabana zıt görüş ve menfaatleri olan guruplardan oluşmaları.  Tabii, arada hiçbir guruba sokulması pek mümkün olmayan, “şahsına münhasır“ veya bağlam-dışı  isimleri saymazsak. 


Kuşkusuz, “AB mandacısı“ ve “vatan haini“ sıfatına en uygun isimlerin hepsi fazlasıyla bu listede mevcut.  Tabiatıyla, bacanağın “İkinci Cumhuriyetçiler“ dediği isimler de bunların arasında.  Hoş, “İkinci Cumhuriyet“le ilk akla gelen Mehmet ve Ahmet Altan kardeşler her nasılsa atlanmış ama, çok önemli değil, zira gerisinin tekmili birden orada: Ahmet İnsel, Murat Belge, Eser Karakaş, Yıldırım Türker, Baskın Oran, Kürşat Bumin, Ali Bayramoğlu, Etyen Mahcupyan, Can Paker… Bu kişilerin her birinin “İkinci Cumhuriyet“ yakıştırmasına itirazları olabilir, ama geniş anlamda fikrin özüyle bir şekilde ilişkilendirilmeleri çok zor değildir.


Bunlara diyecek birşey yok.  Ama liste uzadıkça, İkinci Cumhuriyetçilik falan bir yana,  AB mandacılığına ve vatan hainliğine uygunluk durumu iyice karmaşıklaşan, flulaşan isimler çıkmaya başlıyor karşımıza: Ali Kırca, Ali Nesin, Ayşe Buğra, Gürol Irzık,  Binnaz Toprak, Ersin Kalaycıoğlu, İlber Ortaylı, Mete Tuncay, Atilla Dorsay, Suay Aksoy… Ama iş medya mensubu ve akademisyenlerle sınırlı değil.  Listede, iş dünyasından da bir sürü sima var: Erkut Yucaoğlu, İshak Alaton, Faruk Eczacıbaşı, Burhan Karaçam, Halis Komili, Mustafa Taviloğlu, Oğuz Özerden, Ersin Yalman, Atilla Aksoy… Bu arada, Engin Akın gibi yemek yazarları, Uğur Yücel gibi sanatçılar da unutulmamış tabii.  Bütün bu isimleri bir araya getirecek kriteri bulmak, deveye hendek atlatmaktan farksız.  Ama hadi zorlayalım, bunların hepsinin çok geniş bir “liberal hayat tarzı“ düzleminde buluştuğunu varsayalım.


Peki ama, ya şu “Birinci Cumhuriyetçi“lere ne demeli?  Hani şu AB mandacılarının, İkinci Cumhuriyetçilerin, hasılı tüm vatan hainlerinin karşısında saf tutan ulusalcılara, milliyetçilere?  Onlar da listede eksik değil: Nur Serter, Necla Arat, Haluk Kabaalioğlu, Özdemir İnce, Oktay Ekşi, Türkel Minibaş, Ahmet Yücekök, Emre Kongar, Türkan Saylan… Merhum İsmail Cem gibi, cumhuriyetçi kadroların daha mesafeli ve ılımlı şahsiyetlerini saymıyorum.


Merhum dedim de, toprağı bol olsun, listede Tarık Zafer Tunaya, Muammer Aksoy gibi başka merhumlara da yer var.  Ama merhumların toprağı, Türkiye topraklarıyla da sınırlı değil.  Alfabetik sırayla giden listenin 147. sırasında bir de ne görüyoruz?  Fransız sosyolog Edgar Morin merhum!


Kara listenin yalnız şahısları değil, “tüm üyeleri“ ile birlikte kurumları da kapsadığını belirtelim.  “Dosyası çok kabarık olan TESEV“i geçtik, sicilinden kolay kolay şüphe duyulmayacak kuruluşlar bile  listeye düşmüş durumda.   Çevre konularında bürokrasiyle ve özellikle TSK ile en verimli işbirliği örneğini vermiş sivil toplum kuruluşlarından olan TEMA vakfı da bunlara dahil.


Düşünüyorum da, bu kara listeyi hazırlayanlar, cumhuriyetçilerin birincisinden de ikincisinden de hazetmeyen radikal İslamcılar olmasın sakın?  Fakat açıklamalara bakılırsa, listenin Atatürkçülerin elinden çıktığı belli,  zira bir sürü milliyetçi ve ulusalcı figür yeterince Atatürkçü olamadıkları yahut sahte Atatürkçü oldukları için yerilmekte.  Hatta bu yergiden, “AB mandacısı Nur Serter‘i ‘o bizim incimizdir‘ diye kucaklayarak dernek yönetimine alıp sonra da başkan yardımcısı yapan“  Atatürkçü Düşünce Derneği’nin genel başkanı emekli orgeneral Şener Eruygur bile muaf değil.


Hoş, bu kara liste pekala İslamcıların kaleminden de çıkabilirdi; ya da en azından aynen onayından geçebilirdi.  Zira unutmamak gerekir ki, amiyane tabiriyle söylersek, “cami“ ile “kışla“nın birlikte üzerinde durdukları ortak zemin, azımsanmayacak kadar geniştir.  Nitekim, herhalde kendisi farketmedi ama, bacanağın postasından çıkanlar arasında yanılmıyorsam Islamcıların da bir dosyası var(www.islamiforum.com/lofiversion/index.php/t22847.html).  Bu dosyadaki liste, bizim gördüğümüzün tıpatıp aynısı, daha doğrusu bir kopyası.  Listede Ahmet Davutoğlu, Nuray Mert gibi, İslamcıların meşrebine yakın birkaç ismin bulunması şaşırtmamalı; zaten onlar  da, kimseye yaranamadıkları için, hemen herkese hedef olabilecek konumdaki figürler.


Aslına bakarsanız,  listede kim olursa olsun, şaşırtacağı birşey yok, çünkü ortada bir ölçü, bir kriter yok.  Belli ki bir takım isimler, telefon rehberinden rastgele seçilircesine, bir yere toplanıp boca edilmiş.  Velhasıl, tam bir deli saçmasıyla karşı karşıyayız.  Fakat ne yazık ki, bu saçmalığa gülüp geçme lüksüne sahip değiliz.  Çünkü bu saçmalığı ciddiye alan, işi gücü bırakıp bunun üzerinden “siyasi analiz“ yapan, “strateji“ geliştiren bir sürü kelli felli adam var; adamları geçtik, derin örgütlenmeler, koca koca kurumlar var.


Geçenlerde patlak veren yeni bir andıç hadisesi, maalesef bu gerçeğin son bir tezahürü.  Gazetelere yansıdığı kadarıyla, bizim yukarıda saydığımız isimlerin çoğu, o andıç listesinde de görülüyor.  Adı orada yer alan Ahmet İnsel, NTV’nin kendisiyle yaptığı söyleşide, andıç listesinin en basit bir istihbarat ve sınıflandırma çabasından bile ne kadar yoksun göründüğüne işaret ederek, son andıçın internetten zahmetsizce devşirilebilecek bir metin olduğunu  söylemiş.  Ona hiç şüphe yok.  Hatta, kestirme tarafından bizim göz attığımız sitelerden apartılmışsa, ona da şaşırmayalım!  İnsel’in dediği gibi, bütün bunların hepsi bir şaka gibi, ama şaka değil tabii.

640950cookie-checkYurtta ve cihanda andıç
Önceki haberIrkçılığın eli benzin kokuyor, yüzü ölüm
Sonraki haberÖzel Temsilci Ryan Yunanistan’da
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.