Ana Sayfa KÖŞE YAZILARI EKOSOSYALİST, EKOFEMİNİST DEVRİMİN GEREKLİLİĞİ VE ACİLİYETİ…

EKOSOSYALİST, EKOFEMİNİST DEVRİMİN GEREKLİLİĞİ VE ACİLİYETİ…

0
EKOSOSYALİST, EKOFEMİNİST DEVRİMİN GEREKLİLİĞİ VE ACİLİYETİ…

Özgür Üniversite’nin 2025 Güz Dönemi açılış dersi… 18 Ekim 2025 İstanbul

Fikret Başkaya – Özgür Üniversitemizin 2025 Güz dönemi açılış dersine hoş geldiniz. Hepinizi şahsım ve Özgür Üniversitemiz adına saygıyla selamlıyorum…

I.“Neden bir uygarlık krizi veya bir ‘sürdürülemezlik durumu’ ortaya çıktı, neden insanlık ve uygarlık tehlikeli eşiğe dayandı? Neler yapılır, nelerden sakınılırsa bu tehlikeli süreç durdurulabilir, insanlığın ve bir bütün olarak canlıların geleceği kurtarılabilir, soruları dahilinde bir sunuş yapacağım. Sorularınız ve katkılarınızla tartışmayı sürdürürüz…

Bundan 110 yıl önce Rosa Luxsemburg, “Sosyalizm veya barbarlık” demişti… Friedrich Engels’de bir seferinde “Burjuva toplumu bir ikilemle karşı karşıya ya sosyalizme geçilecek ya da barbarlığa hapsolacak” demişti

Artık XXI’inci yüzyılın sloganı: “Komünizm veya yok oluş, Komünizm veya ölüm” olabilir. Zira denkleme yeni unsunlar, işte “İklim Krizi” ve “ekolojik krizi” de eklenmiş bulunuyor… Artık “ya kapitalizmin sonu ya da insanlığın ve uygarlığın sonu” ikileminin söz konusu olduğu bir zamandayız… Velhasıl, ‘boşuna ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir’ denmemiştir

Aslında yaygın bir kullanıma ulaşsa da iklim krizi ve ekolojik kriz gerçek durumu tam ifade etmekte yetersiz kalıyor. Nüansa edilmeleri gerekiyor… Zira krizler her zaman geçicidir… Krizler er ya da geç sonlanır… Aksi halde krizden söz edilemezdi… Isınan atmosferi soğutmak, yok olan canlıları, yok olan ormanları, kuruyan nehirleri, gölleri, eriyen buzulları, yok olan arıları, kuşları… geri getirmek mümkün olmadığına göre… Aslında ‘iklim krizi’ denilen jeolojik bir çağ dönüşümünün sonucu… Geride kalan 11 bin 700 yılda geçerli olan Holosen jeolojik çağdan, ‘insan çağına (antropocene) çağa geçiş anlamında…

Neden bir uygarlık krizi ortaya çıktı sorusuna gelirsek: Bir uygarlık krizi veya aynı anlama gelmek üzere bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıktı zira, kapitalizm insanlığın ve uygarlığın “normal hali değil, bir sapmaydı…” Kapitalizm dahilinde ‘araçlarla amaçlar ters-yüz olmuş, ‘öküz arabanın arakasına koşulmuş’ durumdadır…

XVI’ıncı yüzyılda yaşamış Dîvan şairi Hayali, “Ol mahiler ki derya içredirler, deryayı bilmezler” demişti… Balıklar denizde yaşar da denizi bilmezler… Aslında insanlar da kapitalist bir toplumda yaşıyorlar ama kapitalizmi bilmiyor… Doğrusu merak da etmiyorlar… Esasen şeylerin ‘normal hali’ sayılan sorgulanmaktan da muaf oluyor…

Fakat kapitalizmin nasıl netameli bir sistem olduğunu bilmeyenler sadece sıradan insanlar değil… Yüksek düzeyde eğitimliler de bilmiyor… Buna burnundan kıl aldırmayan iktisat profesörleri de dahil… 

Uzun bir cümlede kapitalizmin tanımı şöyle yapabiliriz: “Kapitalizm, ücretli emek (işçi) sömürüsü, karşılığı ödenmeyen kadın emeği sömürüsü, doğa yağma ve talanıyla yol alan, yegane ereği kâr etmek, sermayeyi büyütmek olan, canlı olan her şeyi ölü metalara, nesnelere dönüştüren, kullanım değerinin yerini değişim değerinin aldığı, etik değerlere yabancılaşmış, parasal ve maddi olan, hesaplanabilir-ölçülebilir olan dışında hiçbir insanî değere itibar etmeyen, eşyanın onu üreten insandan daha değerli sayıldığı, üretim ve yaşam araçlarının dar bir mülk sahibi kapitalist sınıf tarafından gasp edildiği, ekonomik olanın politik ve sosyal olanın önüne geçtiği, araçlarla amaçların ters yüz olduğu, öküzün arabanın arkasına koşulduğu, etik kaygılara yabancılaşmış netameli bir uygarlıktır…”

Esasen kapitalizmde para ekonomiyi, ekonomi de siyaseti ve toplumu belirliyor

  1. Kapitalizm sınırsız büyüme, yayılma, genişleme, derinleşme eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistem… Lâkin bu dünyanın kaynakları sınırlı ve bir zaman geliyor, şimdilerde olduğu gibi, sınırsız büyüme, kaynakların sınırına dayanıyor… Bilim insanlarının uyarılarına, alarm zilini çalmalarına rağmen, yıkım hız kesmeden yol almaya devam ediyor… Başka türlü olması mümkün değil zira, kapitalizm varlığını büyümeye borçludur… Başka türlü yapamaz… Akrep, Kurbaya’ya ‘beni sırtına al nehrin karşı tarafına götür’ demiş, Kurbağa, yağma yok… Seni sırtıma alayım sen de beni sok… yağma yok demiş. Fakat akrebin bitip-tükenmeyen ısrarlarına dayanamamış, akrebi sırtına alıp nehre dalmış, tam nehrin ortasındayken akrep kurbağayı sokmuş… Kurbağa başını kaldırmış, ‘bunu niye yaptın, şimdi ikimiz de öleceğiz’ demiş. Akrep, ‘başka türlü yapamazdım, bu benim tabiatım” demiş… 

Kapitalizm dahilinde büyümek veya yok olmak dışında bir seçenek, bir orta-yol mümkün değildir… Kapitalizm demek, vahşi rekabet demektir… Rekabetin baskısı her seferin daha çok üretim ve tüketimle yol alabiliyor… Gerçi kapitalizm sınırsız büyüme, genişleme, yayılma eğilimine sahip ama bu dünyanın kaynakları sınırlı… Bir zaman geliyor, şimdilerde olduğu gibi, sınırsız büyüme kaynakların sınırına dayanıyor.

III. Kapitalizm iki temel olumsuzluk yaratmadan yol alamıyor: Sömürünün doğrudan sonucu olan sosyal kötülükler (işsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet, ahlâki çöküntü) ve doğa tahribatı. Vahşi, yıkıcı rekabete dayalı “işleyiş” kapitalistleri her seferinde, her ileri aşamada daha çok üretmeye zorluyor. Fakat, üretimin insan ve doğa (bir bütün olarak canlılar) üzerindeki sonuçları dikkate alınmıyor… Üretim için üretim saçmalığı geçerliyken de başka türlü olması mümkün değildir… Zira, vahşi rekabet ortamında var olabilmenin vazgeçilmez koşulu sermayeyi sürekli olarak büyütmeyi gerektiriyor… Sermayeyi büyütmek de daha ileri tekniklere sahip olmak ve işçileri daha çok sömürmekle mümkün… Emek sömürüsünü artırmanın yolu da: 1. Çalışma süresini uzatmak; 2. Ücretleri olabildiğince düşürmek; teknolojik performansı büyütmekle  mümkün oluyor…

  1. Elbette emek sömürüsüne, ırkçılığa, cins ayrımcılığına, patriyarkaya, sömürgeci gurura, şiddete ve aşırı gelir adaletsizliğine dayanan bir sistemin doğaya saygılı olması, ona gerektiği gibi muamele etmesi mümkün değildir… Esasen doğa tahribatı kapitalist mantığa içkindir… İnsanlar arasındaki ilişkiler radikal olarak değişmeden de doğa-toplum ilişkisini değiştirmek, insana yaraşır bir toplumsal yaşam mümkün değildir.
  2. İnsan toplumlarının üretim, tüketim ve yaşam etkinliği doğaya az-çok zarar vererek yol alıyordu ama, kapitalizm öncesi çağlarda doğaya verilen zararlar hiçbir zaman gezegenin dengesini bozacak boyutlara çıkmıyordu… Batı sömürgeciliğiyle, Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan dönemde doğa-toplum ilişkisinin mahiyeti değişmeye başlıyor, sanayi devrimiyle (buhar makinasının üretim sürecine sokulması) tahribat büyüyor… Büyük Hızlanma denilen 1970’li yıllar sonrasında da görünürlüğü daha da artıyor… Nitekim, 1970-2020 aralığında, yarım yüzyılda doğadan çekilen kaynak ikiye katlanmış… Eğer bu günkü eğilim devam ederse, doğadan çekilen kaynağın 2060 yılında 3’e katlanacağı tahmin ediliyor… Öyle bir dünyayı hayal edebiliyor musunuz?
Gözden Kaçmasın  Avustralya’da ‘yılın kuşu’ ve kuş sayımı

Doğanın bir yılda ürettiği yeni kaynaktan daha çoğu harcanıyor… Mesela geçen yıl (2024) Dünya Limit Aşımı Günü 30 Temmuz’a gerilemişti ki, bu yılın beş ayını doğaya borçlu yaşayacağız demek… Artık ‘devletin bütçe açığı gibi, bir de ekolojik bütçe açığından da söz etmek gerekecek…

Lâkin, iklim krizinin, ekolojik yıkımın faili tüm insanlar değil, yeryüzünün lânetlileri hiç değil… Asıl fail emperyalist ülkelerin zenginleri, sermaye baronları… Nitekim bir Oxfam raporuna göre: en zengin %10 sera gazı emisyonunun %50’sinin faili… Dünya nüfusunun %50’nin de %10’nun. 125 milyarder ve yatırımları, Fransa, Mısır ve Arjantin’den daha çok gaz emisyonu yapıyor… Our World in Data’nın hesabına göre, ABD, İngiltere ve 27 Avrupa Birliği ülkesi, sera gazı emisyonunun %47’inin faili… Velhasıl asıl fail kapitalizm, emperyalizm… Şimdilerde Güney denilen dünyanın öteki büyük yarısının dahli önemsiz… Bir ABD’li bir Nepalli’den 60 kat fazla sera gazı emisyonu yaratıyor… ABD’de kişi başına yıllık et tüketimi 100 kilo, Hindistan’da 2 kilo…

Bir yanda özel jetleri, yatları, yüzme havuzları, devasa golf sahaları, dünyanın dört bir yayında lüks rezidansları, süper moda giysileri (haute couture), süper lüks otomobilleri, mücevherleri, şımarık turizmleriyle yeryüzünün egemenleri, diğer yanda yaşamak için gerekli olana ulaşamayan milyarlarca insan… Üretilen zenginliğin %50’sine dünyanın şımarık %1’nin el koyduğu bir dünyada “yaşıyoruz…”

İklim krizi; ekolojik yıkımın en tehlikeli veçhesi, insan yaşamı için tarihte görülmemiş bir tehdit oluşturuyor… Eğer bu tehlikeli tırmanış durdurulamaz ise, dünya bu durumdan sorumlu olmayan milyarlarca insan için yaşanamaz bir yer haline gelecek… Bu tırmanışı durdurmak için 2030 yılından önce karbon ve metan gazlarının emisyonunu %50 azaltmak, 2050 yılında da sıfırlamak gerekiyor… En zengin %10, karbon gazı emisyonunun %50’sinden sorumlu… Bu da küresel düzeyde ama asıl emperyalist Batı’da üretimin önemli oranlarda kısılmasını gerektiriyor…

Sadece Küresel Güney’de değil, şimdilerde Batı’da da yoksulluk derinleşiyor… Artık müşterekler, (herkesin olan, herkesin kullanımına sunulması gereken) ortak yaşam alanları ve kaynakları mülk sahibi kapitalist sınıf tarafından gasp edilmiş durumda… Kamu hizmetleri de defterden silinmekte… Ekolojik yıkıma ve atmosferin ısınmasına sosyal kötülükler: açlık, yoksulluk, sefalet eşlik ediyor ve bu ikisi birbirlerini karşılıkla olarak yeniden üretiyor…

  1. Üretimin yönünü kârdan “gerçek ihtiyaçlara” döndürmek, fosil enerji, silah, nükleer, petro-kimya gibi zararlı, değilse gereksiz veya vazgeçilebilir üretime son vermek gerekiyor… 1950 yılından bugüne petro-kimya ve plastik üretimi 50 kat artmış… İklim felaketini durdurmak ve biyolojik çeşitlilik kaybını sınırlamak, nihai enerji tüketimini dünya ölçeğinde azaltmayı gerektiriyor. Bunun için de zenginlerin satın alma gücünü kısmak, reklamları kamusal alandan kovmak gerekiyor… Zira aşırı üretim ve tüketim, reklamlar, moda, marka ve “programlanmış eskitme” sayesinde mümkün oluyor…

Reklamlar insanları alıklaştırıyor, toplumu kirletiyor, doğa tahribatını derinleştiriyor… Eskiden moda mevsimi ilkbahar yaz- sonbahar kış olmak üzere ikiydi… Şimdilerde yıl 52 mikro-haftaya bölünmüş ve ona “hızlı moda” (fast-fashion) diyorlar… Marka varlıklı sınıflara hitap ediyor, satışın garantisi… Programlanmış eskitme de bir malın kullanım ömrünü daha tasarım aşamasında belirlemek demek… 60 yıl kullanılabilir bir ampul üretmek mümkün iken, 15 yılda kullanımdan düşecek bir ampul üretildiğinde, bu belirli zaman diliminde satışı, tabii kârı dörde katlamak demektir… 40 yıl kullanılabilir bir otomobil üretmek mümkün iken, 10 yıl ömrü olan bir araba üretildiğinde satış da, kâr da o oranda artar…

Tren ve deniz ulaşımına öncelik vermek, kentlerde metro, tramvay, otobüs, bisiklet ulaşımını teşvik etmek… Uçak kullanımını sınırlamak…

VII. Bugün doğadan çekilen enerji ve metallerin %30’uyla, 8,5 milyar insanı, insan haysiyetine yaraşır bir standartta (beslenme, giyinme, barınma, sağlık hizmetlerinden yararlanma, eğitim, ulaşım ve haberleşme) yaşatmak mümkün… Bu gerçekleştiğinde, çalışma süresini de önemli oranda azaltmak, insanların aileleriyle, dostlarıyla, politikayla, kültür ve sanatla, sporla, vb. ilgilenmeleri mümkün hale gelecektir…

Gözden Kaçmasın  Kapitalist Devlete dair kısa not…

VIII. Neden eko-sosyalist, eko-feminist devrim? XIX’uncu ve XX’inci yüzyıllarda sosyal mücadele, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi mücadelesiydi… XXI’inci yüzyılda denkleme ekolojik mücadele de eklenmiş bulunuyor… Feminizm de patriyarkaya karşı mücadele yürütüyordu… Yaşamın risk altında olduğu bir dünyada sadece patriyarkayla mücadele artık yeterli değil… Zira daha şimdiden, ekolojik sürdürülebilirlik için vazgeçilmez olan 9 sınırdan 7’si aşılmış bulunuyor “ (atmosfere karışın karbon, metan gazları… denizlerin tuzlanması, biyolojik çeşitlilik kaysı, ormansızlaşma, azot ve fosfor dengesinin bozulması, tarımsal kirlenme, kimyasal kirlenme…).

XX’inci yüzyılın reel sosyalizmleri büyümeciydi… Ekolojik kaygılar söz konusu değildi… Eko-sosyalizm, Marksizmin temel ilkelerinden ve kazanımlarından hareket eden ama onun “büyümecilik”, “üretimcilik” ve “teknoloji” saplantısından arınmış bir sosyal, ekonomik, ekolojik, etik paradigma demektir…

Ekososyalizm, kapitalizme özgü piyasacı mantık dahilinde ekolojik yıkımı durdurmanın imkânsızlığı tespitinden hareket ediyor… Zira, kapitalizm daha önce de söylediğim gibi sınırsız büyüme, genişleme, yayılma eğilimine ve dinamiğine sahip… Tabii sınırsız büyüme de sınırsız tüketimi varsayar…

Kapitalizmde durmak diye bir şey yoktur… Avusturya kökenli Amerikalı iktisatçı Josph Schumpeter, sistemin bu özelliğinin farkındaydı. Kapitalizmin durağanlığa izin vermediğini yazmıştı. Zira öyle bir şeyin mümkün olabilmesi için, rekabetin ortadan kalkması (lağvedilmesi), kapitalistler arası rekabetin yok edilmesi gerekecektir…

Kapitalizm dahilinde sosyal adalet mümkün olmadığı gibi, ekolojik yıkım da kaçınılmazdır… Geride kalan dönemde yaşayarak öğrenmiş bulunuyoruz…

Ekososyalizm iklim krizine karşı uluslararası planda yürütülen mücadele anlayışını reddediyor. Zira, geçerli mücadele anlayışı kapitalizmi yok sayıyor… Başka türlü söylersek, sorunun kapitalizm dahilinde çözülebilir olduğu anlayışına dayanıyor… Oysa, şimdilerde insanlığın yüz yüze geldiği sayısız sorunların, kötülüklerin ve saçmalıkların, akılsızlığın gerisinde absürt kapitalizm var… Öyle bir sosyo-ekonomik sistemin de insana, doğaya, canlıya özenli yaklaşmasını beklemek abesle iştigal etmektir… Velhasıl, tevatür edildiği gibi, yeşil kapitalizm diye bir şey mümkün değildir…

Ekososyalist paradigma radikal bir kapitalizm eleştirisi üzerinde temelleniyor. Verili durumun radikal eleştirisi, alternatif bir sosyal düzen tasavvurunun da olmazsa olmazıdır… Kapitalist dünya sistemi üstesinden gelmenin mümkün olmadığı bir dizi krizler (Ekonomik, ekolojik, sosyal, politik, jeopolitik, etik, vb) sarmalına hapsolmuşken, çözümü geride, geçmişte aramak beyhude bir zorlama olmanın ötesine geçemez… Velhasıl, bu kafayla olmaz, bu yol bir yere çıkmaz denecektir… Eğer bir uygarlık krizi ortaya çıkmışsa, kapitalizm tarihsel ömrünü doldurmuşsa, potansiyelini tüketmişse, yenisini keşfetmekten başka çare yoktur… O halde neden başka şey yapmaya cüret edilmesin?

Elbette ekolojik aciliyeti önemsemek büyük sosyal eşitsizlikleri savsaklamayı gerektirmez… Tam tersine, sosyal eşitlik sorunu ekolojik kaygılardan bağımsız ele alınamaz… Zira ekoloji ve sosyal madalyonun iki yüzüdür… Ekolojiden soyutlanmış bir sosyal mümkün değildir… O halde ne yapmak gerekir? Doğa-insan-toplum ilişkisini “yeniden düşünmek”, tabii onunla birlikte insan ilişkilerini de… Bunları değiştirmenin vazgeçilmez koşulu da uygarlık paradigmasını değiştirmeyi varsayar… Tabii sadece üretim aygıtını ve tüketim alışkanlıklarını değil. Aynı zamanda kent yaşamını (habitat), kültürü, değerleri, yaşam tarzını da… Bunca iddialı bir değişim programı da ancak kapsamlı bir ekonomikş sosyal, ekolojik, demokratik planlamayla mümkün olabilir…

Son 45 yılda dayatılan neoliberal politikalar ortada planlanacak bir şey bırakmadı… Müşterekler de dahil her şey özelleştirildi, daha doğrusu gasp edildi… Toplumdan çalınanları geri almadan bir planlama mümkün değildir… Kapsamlı bir kamulaştırma olmadan yapılacak planlamanın da bir kıymet-i harbiyesi olamaz…

İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında (tarihini tam hatırlamıyorum) Paris’te bir dünya yazarlar kongresi toplanıyor. Kürsüye çıkan her yazar, dünya barışından, adaletten, kardeşlikten, vb… söz ediyor. Betrholt Brecht dayanamıyor, kürsüye yöneliyor, mikrofonu kapıyor: “Yoldaşlar, gelin üretim ilişkilerini konuşalım” diyor… Ben de artık sadede gelelim, asıl konuşulması gerekeni konuşalım diyorum…

İnsanlığın komünizmden başka bir geleceği yok… İnsanın insanla, toplumun doğayla, kadının erkekle uyumlu-barışık olduğu bir uygarlığı giden yolu aralamak da insan iradesini aşan bir şey değil… İnsan irade sahibi bir yaratık olduğuna göre… Velhasıl insanlığın ve uygarlığın geleceği, komünü ihya etmeye indirgenmiş bulunuyor… Geride kalan dönemin (xx’inci yüzyılın) sosyalizmler pratiği, reel sosyalizmler, komünist denilenler, tam bir iflastı ama bu, asla sosyal eşitliği, tüm yabancılaşmalardan arınmış, doğayla uyumlu, bir ekolojik uygarlık, bir toplumsal düzen idealinden vazgeçmenin gerekçesi olamaz, olmamalıdır… Kavramın kirlenmesi, kirletenlerin ayıbıdır… 

Velhasıl, bu dünyanın egemenleri ‘siz buradan buyurun’ demeyeceklerdir… Ancak, örgütlü, enternasyonalist etkin bir mücadeleyle şeylerin seyri değiştirilebilir… 

Michail Bakounine’den bir alıntıyla bitirelim… Bakounine şöyle diyor: “Hiçbir zaman, hiçbir ülkede bir sınıfın, zor veya korku tarafından zorlanmadan, özgürce, kendiliğinden taviz verdiğine dair tek bir örnek yoktur…”

 

Bu yazıya emoji ile tepki ver

😡
0
Kızgın
🤣
0
Hahaha
👍
0
Beğendim.
❤️
0
Muhteşem
😢
0
Üzgün
😮
0
İnanılmaz
Önceki İçerik Avustralya’da ‘yılın kuşu’ ve kuş sayımı
Fikret Baskaya
Fikir adamı, siyaset bilimci, iktisatçı. 1940, Kızılyer / Denizli doğumlu. Denizli İlkokulu’nu ve İzmir Atatürk Lisesi’ni bitirdi. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye bölümlerinde yaptı. Doktora öğrenimini Paris ve Poitiers üniversitelerinde tamamladı (1966-73). Doktora çalışmaları aşamasında ve sonrasında azgelişmişlik, emperyalizm, kapitalizm, Kemalizm üzerine birçok araştırma yaptı. İlerleyen yıllarda Doçent unvanını aldı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.