12 Eylül sabahından…

12 Eylül sabahı, radyoda marşlar çalarken uyandım, çünkü babam kalk devrim oldu dedi. Elbette benim beklediğim devrim darbe değildi

Ankara’nın bir çok semti sınırlar ile birbirinden ayrılıyordu. Hangi sınıra geçtiğinizi duvar yazılarından anlayabilirdiniz. Eğer tabi geçebiliyorsanız. Çünkü sınırlar mozaikler gibi bir birinin içine girmeyen belirli alanları oluşturuyordu. Ben de; çocukluğum ve ilk gençliğim bir sınırın duvarında geçti. Şimdi diyeceksiniz ki duvar ne?

Bizim evin arkası faşistlere aitti, önü devrimcilere. Camdan baktın mı arka tarafta faşistler, bizim tarafı gözetliyor görürdük. Bizim taraftan da orası aynı şekilde gözetleniyordu, çünkü güvensizlik hat safhalardaydı.

Güvensizlik, korku, belirsizlik… 12 Eylül giden sürecin kilometre taşlarıydı. Bu kilometre taşları öyle bir şekilde düzenleniyordu ki, zaman ortadan kalkmıştı. Zamanın yok olduğu, çatışmanın çok yoğunluklu olarak yaşandığı bir dönemi yaşıyorduk. Çatışmaları adım adım geliştirenler, bu işten memnun olduklarını 12 Eylül sabahı öğrenecektik.

Ankara, Abidinpaşa. Bu iki isim birileri için bir şey çağrıştırmaz, fakat bana çok şey anlatır. Çünkü çocukluğumdan çıkış ve gençliğe adım attığım yerlerdir. Hacıbektaşlıydım. Memleketten okumak için gelmiştik. Ortaokul Abidinpaşa semti içindeydi. Okula başladığımda henüz sınırlar belirgin değildi. Bir sınır vardı ama griydi. Her iki tarafta oturan işe gidenler vardı. Sınırları keskin hatlar ile çizilmediği içinde çatışma yok gibiydi. Çatışmanın boyutu sağ sol değil de, daha çok mezhep ayrımı boyutunda gibiydi. Çünkü o okulda din dersine tek girmeyen bendim ve bu yüzden dayak yemiştim. Kızılbaş olmak suniler içinde tehlikelidir, çünkü taraf olmayı beraberinde getirir. Okulu bitirdim. Bitirdiğimde taşlaşma henüz başlamıştı sokaklar arasında. Çocukluğumda okul içinde çeteler olurdu, çeteler arası kavga hiç eksik olmazdı. Çeteler olarak çete kafası ile maceralara atılır, kuş avlanırdı. Eskiden gecekondular vardı, bugünkü gibi apartmanların ve betonların arasında değildik. Gecekondu bahçeleri, kuşların yaşam alanlarıydı. Çocukluk kavgaları sert olur ama sonucu dondurmacıda ya da başka yerde biterdi. Fazla önemsenmezdi. Aileler çocuk kavgasına taraf olmazdı, çünkü onların hayal dünyaları sinema dünyasının sınırları ile belirlenirdi. Yılmaz Güney, Cüneyt Arkın yarışması kadardır. Birinde dağlardan zıplayarak geçen kahraman vardır, ötekinde beyaz atlı bir kovboy! Çocuklar ancak bu kadar olayları algılarlardı.

Bizler büyüdük, kirlendi dünya diye bir satır duyduk yıllar sonra… Belki bizim büyümemiz değil de, dünyayı kirletenler bizim büyüme zamanımıza uygun alanı seçmişlerdi, çünkü biz dünyayı kirletmedik. Bize verilen eğitim ve kültüre uygun tepkiler veriyorduk. Ortaokulun son sınıfında dayak yemiştim, artık saffım benim dışımda belirlenmişti.

Bütün dünya işçileri birleşin duvar yazısını yazdık duvarımıza. Altına da Marks. Marx olarak kayıt ettik. Duvar yazımızın önünde fotoğrafımızı da çektirdik. İlk defa duvar yazısında tanık oldum bu X harfine. Ve anlamını da daha sonra kavradım.

Arka sokak, bizim sokağa taşlı saldırıyor, bizde karşı koyuyorduk. Karşılıklı taş atıyorduk, camlar kırılıyordu. Camların kırılması yanında dostluklarda yok oluyordu, eskiden birlikte misket oynayanlar birbirinden uzaklaşıyordu. Bıyığı yeni terleyenlerin bıyıkları da bu ayrımı gösteriyordu. Bıyıklar kıyafetlere de yansıdı. Denizin ölmeden önce giydiği elbise, kıyafet bizim için bir anlam ifade ediyordu ve onun gibi giyiniyorduk. Boğazlı kazaklar, parkeler, yürüyüşler tıpkı Deniz gibi olduğumuzu düşünüyorduk. Deniz, Mahir Ulaş… Sesimizin içinde başka anlamlara bürünüyordu. Kurtuluşa kadar savaş! Duvar yazılarında günlük çatışmaların izleri belirlemeye başladı… Mahir Ölümsüzdür! Her ölen yoldaşımızın arkasından duvarla isimleri yazılıyor, arkasında da ölümsüzdür. Bir ölürüz, bin geliriz! Her ölüm; çoğalttığına inandık önce.

Zaman içinde taşların yerini küçük tabancalar aldı. Taşın yerini kurşun aldıktan sonra yaşamak için daha dikkatli olmak gerektiğine, hayat bize öğretisini sessizce yapmıştı. Saldırı vardı ve saldırıya karşın direniş. Çünkü faşistler sürekli saldırı halindeydiler ve onlar istedikleri an saldırıyorlar bizlerde direniyorduk. Onların ayakları bizim oraya adım atamayacaktı! Bizim de niyetimiz yoktu karşıya gitmek için. Bir savunma hattı içindeydik. Kavga büyüyordu, kavga ile karaborsada büyüyordu. Yağ yoktu, sigara yoktu, kuyruklar uzundu. Karaborsaydı her şey. Yaşamda karaborsaya düşmüştü.

Zaman o kadar hızlı ilerliyordu ki, başka şehirlerden çatışmalardan yaralılar ve aileleri geliyordu. Çorum kan gölüne dönmüştü. Orada yaralıların tedavileri için devrimcilerin hakim olduğu hastanelere getiriliyor, tedaviye alınmaya çalışılıyordu. Çorum olayları ayrışmayı daha da keskinleştirmişti. Sağ sol çatışması yok, faşist katliam var diye slogan atar olmuştuk. Fakat arada da alevi suni ayrımı yapanlarda vardı, sağ kesim bu ayırım ile devrimcileri bölmeyi hedeflemişlerdi. Aleviler solcuydu. İsteseler de istemelerde solcu olmak zorundaydılar. Çünkü sağcıların içinde hayat bulamayacaklardı. Abidinpaşa’dan görünen manzara buydu.

Aydık sokak bizim oturduğumuz sokak. Aydık, çatışmanın keskinleştiği sokaklardan biriydi. Sağ sol çatışma içinde alevi suni ayrımına karşıda mücadelenin olduğu alandı. Mahallenin gençleri, bu ayrıma karşı az mücadele etmediler. Çünkü içten en ufak ayrılık kader çizgisini başka yönlere kaydıracaktı.

Mahallemizin bir pazarcısı vardı. Tezgahta ne bulduysa satardı. Gecekonduların olduğu yerde taksit ile de iş olurdu. Gündüz sattığını akşam gelir parasını alırdı, çünkü evin kocası akşam işten eve geldiğinde parayı da getirirdi. Bir akşam bu pazarcımız vuruldu. Bir anlık boşluktan yararlanan faşistler pazarcımızı bizden biri sanıp vurmuşlardı. Öldürmek için kafasına kurşun sıkmışlardı, şans eseri beyne zarar vermediği için kurtuldu daha sonra. O olay gösterdi ki, bir anlık bile boş bırakılmayacaktı sokak. Çatışma içinde bir de sol içi kavga vardı. Bu anlık boşalma işte bu neden ile olmuştu. Kurtarılmış bölge içinde çatışma olmuş ve mahalleyi bekleyenler o tarafa gitmek zorunda kalmıştı. Bu iç çatışma arkadan vurmak gibi bir şeydir. Sınırın bir an boş kalmasıdır. O boş anda biri vurulmuştu.

Katliamlar gazetelerin başlıklarından eksik olmuyordu. Çatışma her yeri sarmıştı. Haberler tek kanaldan yayılıyor, daha sonra kontrgerilla üyesi olduğunu öğrendiğimiz katiller, cezaevlerinden kaçırılıyor ve cinayetler işletiliyordu. Cinayetler profesyoneller tarafından işlenir hale gelmişti. Silahların boyutu büyümüştü. Ağır silahların yanında bombalar almıştı. Bombalar patlıyor, otomatik silahlar ile havanın sesi değişiyordu. Güvenlik kuvvetleri artık bizim o tarafa gelemez olmuşlardı. Eskiden gündüz gelen ama gece uğrayamayan güvenlik güçleri artık gündüzleri de gelmiyorlardı. Sürekli çatışma ve anmalar içinde geçiyor, okul ve benzeri düşünce ortadan kalkmıştı. Her an çatışmaya hazır yaşıyorduk. Okuyorduk ama anlamlandıramıyorduk, bu çatışma devrim ile sonuçlanmasını bekler olduk. Her birey, büyük küçük ayrımı gözetmeden çatışmaların içindeydi. Şehrin merkezine güvenli bölgelerden gider gelir olduk.

Bombaların patlamasına alıştığımızdan artık ne zaman bizim balkonda bomba patlar diye beklemeye başladık. Sınırdan çekilip güvenlikli bölge içleride ev arar olmuştuk. Arka duvarımızda betondan çok kurşun vardı. Camların önü kum torbaları ile kaplanmıştı. Salonda oturup gönül rahatlığı ile çay içemez olmuştuk. Çatışma o kadar kanıksanmıştı ki, saatler bile belli olmuştu. O saatler yaklaştığında taciz atışları başlardı.

Bu çatışmaların yoğun olduğu bir günün sabahı, marşlar ile uyandık.

Marşın çaldığı gün ben yaralıydım. Ayağımdan yaralanmıştım. Çocuk olduğumdan ve vücudum diğerlerine göre daha zayıf ve minyon olduğundan pek çatışmalarda yer almazdım. Bir gün, mahalle boşken ve imece usulü yardım artık doğal olduğundan, birisinin eşyasının taşınmasına yardım etmiştim. Yardım sonrası alışkanlık gereği çay içilir, yorgunluk atılırdı. Biri sokakta kalırdı. O gün yorulmuştum, dalgın şekilde bakkalın önünde oturuyordum. Bakkalının önünde otururken bir anda faşistlerin geldiğini görmüştüm. Onlardan kaçarken yaralanmıştım. Sadece ayaktan yara almıştım, güvenli bölgede nefes alabilmiştim.

12 Eylül sabahı ayağımın yaralı olduğu anda oldu. Ayağımı doktorlara göstermek zorundaydık ama sorguya girmeden. Çünkü sabah her şeyin sessizliğe büründüğü anda, saf saf gidip teslim olmamak gerekliydi. Sormazlar mıydı, ayağına ne oldu? O yüzden sessice tedavi olmam gerekliydi. Korku henüz tam toplumu kuşatmadan tedavimi oldum.

12 Eylül sabahı, devrim diye uyandırıldım, gözleri gülen babam ve annem tarafından, kardeşim ile birlikte. Artık evimiz bir daha bombalanmayacaktı ve kurşunlanmayacaktı. Bir sevinç vardı, hayattaydık ve bir aradaydık. Ne olacağından haberimiz yoktu. Bir daha eskiye dönüş olmayacağını ümit ediyorduk. Henüz kitlesel tutuklanmalar başlanmamıştı. Asker tüm sokaklardaydı. Marşlar çalıyordu. Bir orgeneral durmadan bir şeyler okuyordu. Sesi kırıktı. Okumada sorunu vardı. Önemli değildi, hayattaydık ve bombanın evimize atılmaması daha önemliydi.

Daha sonra öğrendik, bu çatışma ortamında tam 5000 bin kişi ölmüştü. Fakat kimse bu 5bin kişinin gerçek isim listesini veremiyordu. Tahmini rakam demek gerek, çünkü yıllar sonraki sohbetlerde her olayda ölenlerin sayısı da farklı çıkıyordu. Kaç kişi öldüğü ve yaralandığı belli değildi. Üstelik kameraların ve basının önünde olan 1 Mayıs katliamında, rakamlar sürekli hala değişmektedir. Kayıt tutulmadığı ortadadır.

Katliamların katilleri, yıllar sonra kahraman olarak ilan edilmişler, öldüklerinde ise katile katil denmemesi gerektiğini vurgulanmıştır. Katillerin arkasından methiyeler dizildi… Ölünün arkasından konuşulmaz dediler, kör göze badem göz muamelesi yaptılar. O kahraman ilan edilenler, yakınlarımızın katilleriydiler. Katile katil denmelidir, çünkü tarih ancak doğru yazıldığında anlam bulur…

12 Eylül sabahına kadar ölen sayısı beşbin iken, sonrasında ölenlerin sayısı 5 bin rakamının yanına sıfırlar ekleyerek genişlemiştir. Çatışma ve ölümler bu sefer karanlık odalarda, dört duvar arasında ve belirli bölge ile sınırlı tutulmuştur. Bugün, 12 Eylül daha devam ediyor, o yüzden 12 Eylül sabahı nasıl uyandığımı sorgulayabilmem için, 12 Eylül’ün sonlanması gereklidir. Bugün 12 Eylül’ün yaratmış olduğu katliamlar ve ölümler, faili meçhuller devam etmektedir.

Bir sabah erkenden derin nefes aldık, bomba patlamayacak diye, fakat ertesi gün başlayan sorgular ve tutuklamalar sonucunda bir çok tanıdığımız, dostumuz, yoldaşımız, canımızı sokaklarda, caddelerde halıların, kilimlerin içinde ölülerini bulduk. Bir çoğundan haber dahi alamadık. Sabah alınan derin nefes bireysel kurtuluşumuz için olduğunu kısa sürede anladık, çünkü daha ağır koşullar altında yaşamaya zorlandık. Kültürümüz, duruşumuz, her şey ama her şeyimiz değiştirecek politikaların dalgaları altında yaşmaya zorlandık. Demir parmaklıkların gölgesi tüm yurdun üzerine vurdu.

12 Eylül henüz bitmedi, bitmiş olsaydı, ertesi gün nasıl olduğunu rahatlıkla anlatırdım…

—————————————
http://cemoezkan.blogcu.com

1586350cookie-check12 Eylül sabahından…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.