Gündem « çok dolu ». Her şey unutuldu.Başka şey konuşulmuyor.
Nasıl konuşulmasın ? Adamlar bizzat kendi ağızlarıyla açıklıyorlar : Gazetecilerin, özür dilerim düzeltiyorum : « köşe yazarlarının », bu da olmadı « medya otoritelerinin » (hemen dikatinizi çekmeyelim bir « r » harfi eklersek « otorite » « otoriter » oluyor) aynı zamanda « işveren/iştakipcisi/patron » olduklarını da. Hatta bu ikinci « görevlerininin » asli bir biçim aldığını ve birincinin tali hale dönüştüğünü de. Nitekim bakın Fatih ne diyor/yazıyor : « Saadet Partisi’nin televizyonu BİZE DE geldi. Bize zatmak istediler. » Ama fiyatta anlaşamadıkları için « almamışlar ». Ve aynı « ünlü gasteci » ekliyor : « Taha Ankara’da Milliyet gazetesinin patronunun işlerini takip etmek için onbeş gün kalıyor. »
Her gazetede veya medya organında her güya « siyasi görüşten » temsilci, her tabaktan çerez olmasının anlamının derinliği burada saklı : « İslamcı » bir hükümet iktidarda olunca gastenin « islamcı köşe yazarı », pardon « medya otoritesi » devreye sokuluyor…
Fatih aynı zamanda geçmiş ama çok ta geçmemiş bir zaman diliminde KENDİSİNİN DE patronu adına bu tür işleri takip ettiğini dolaylı oarak kabul ediyor. Eh başka bir « meslektaşını »/parayaaşkını anlatırken kendini de anlatıyor. Adı geçen daha birkaç ay önce aynı medya gurubunun bir gastesinde « yazıyordu » bildiğiniz gibi.
Evet bütün kirli ve/veya « temiz » çamaşırlar kamuoyu önüne döküldü : Kıssadan hissesi : Medya organları, patronları ve/veya onların « gazetecileri » tarafından, siyasi iktidar karşısında veya baka bir iktidar odağına (ekonomik, toplumsal, kültürel, sportif, vb.) yönelik olarak kullanılıyor. « Köşe yazarları », « genel yayın müdürleri » vesairesi aynı zamanda, ve hatta bir kısmı için sadece, birer « iş takipcisi », birer « düşürücü ».
İkinci önemli sonuç : Daha birkaç yıl, daha birkaç ay öncesine kadar « ekmeğini yediği » kapıya bu kadar « ünlü », bu kadar « ahlak dersi vermeye » meraklı « gazetecinin » (insan demiyorum dikkatinizi rica ederem : Özel bir kategori olarak « gazetecinin » diyorum ve bu sözcüğü tırnak içine alıyorum, tırnaksız yazacak olursam gasteci veya gaZ-itici demek yerinde olacak) o kapılara veya o kapıların anahtarlarını tutanlara bu kadar acımasız saldırmaları, ifşa etmeleri, « satmaları » ve en nihayet neredesinden bakarsak bakalım « ihanet etmeleri ».
Kamu vicdanının hiç mi hiç alışık olmadığı ölçüde hem de.
Üzüyor gerçek insanları. Bu kadar ünlü ve kendilerini bu kadar « en ahlak sahibi » ve « her türlü şüphenin üstünde » tutan/gösteren/göstermekiçinçabalayan medya elemanlarının ahlaksızlığı ve bunun bizzat bu özel kategorideki gastecilerce bu biçimlerde faş edilmesi evet şaşırtıyor ve üzüyor.
« Demek ki bu adamlar bu kadar aşağılıkmış » diyenleri kahvelerde, lokantalarda, belediye otobüslerinde, dolmuşlarda, evlerde, okullarda, kışlalarda, hapishanelerde ve stadyumlarda duymayan kalmadı.
Bu « vurgun » ve bu « vurgunculuk » şaşırtıyor çünkü bunu « ne zaman adam oluruz » diye yıllardır tavsiyeler yapanların gerçekleştirdikleri ortada artık.
Bu « hainlik » ve bunun « ölçüsü/derecesi/şiddeti » nereden kaynaklanıyor ?
Dokuz köyden kovulan ve geldikleri 10. köyde « tutunmaya » çalışmalarından mı ? « Ya 10. köyden de kovulursak ? » paranoyasından mı ?
Görevden alınanların/« işlerinden kovulanların » buna neden olan, yani kardeşlerim apaçık adamların ekmek paralarını, geçimlerini ve geleceklerini zora sokanları (Bu da bilhassa çok ayıp bir şeydir, geçerken söylemeli) bir türlü afedememelerine mi bağlamalı ?
Veya işlerinden olanların şimdiye kadar veya henüz kendilerini işlerinden edenlerle karşılaştıklarında on(lar)a bir sol bir sağ iki adet Maraş tokadı çakmamış olmalarında mı ? Şimdiye kadar böyle bir vaka ortaya çıkmadı/yaşanmadı ama bu, böyle bir olay hiç olmayacak anlamına da gelmez. Ve belki böylece bu işin ekmek ve gelecek, ekmek ve geçim meselesi de olduğu kamuoyu tarafından daha açık bir biçimde ve seyirlik bir eylemle anlaşılır hale getirilebilecektir.
Elbette bu kadar ünlü, bu kadar « ahlak » sahibi özel bir kategorinin fildişi kulelerde pardon olmadı « Doğan, Er-Doğan veya benzeri çiftliklerin çok özel seralarında » yetiştirilen yaşlı başlı adamların, kılları aklaşmış dedelerin birbirleriyle orta yerde kavga etmeleri, hele birinin diğerine meydan dayağı atması hiç hoş olmaz. Ama bıçak kemiğe dayanınca hiç belli olmuyor. « Zizou » (Zineddine Zidane) nasıl Avrupa Şampiyonası final maçında hiç beklenmedik anda kafa attıysa, inssalnoğlunda da dayanma sınırı die bir nokta var : Oraya dokunulursa . Ama diyeceksiniz ki bu adamlarda o sınır silinmiş. Ar damarları çatlamış. Beş kuruşa beş takla atmaya alışmışlar.Olabilir. Ama bunların tümü artık asli görevlerine dönseller, yani gazetecilik yapsalar daha iyi olmayacak mı ? Ve bunların özellikle « bulundukları yerin » mal sahibi olmadıklarını asla ama asla unutmamaları gerekmez mi ? Bu kadar saldırganlık, bu kadar ısırganlık, bu kadar paradüşkünlüğü, bu kadar cimrilik ve bu kadar hainlik yakışıyor mu ?
Aynı biçimde siyasetcilere de serzenişlerde bulunmak mümkün. En başta Başbakan’a. Siyaset sadece günü günlük yapılan bir şey değildir. Ve bir de her Salı Deniz’le kayıkçı kavgası hiç değildir. Her salı hey-e-canlı bir nutuk atarak siyaset yapılmaz. Başbakan’ın görevi bir yıllık, bir aylık hedefler saptamaktır. Onların gerçekleştirilmesi için « takımını » seferber etmektir. Sonuç almaktarı. Sonuçları değerlendirmektir. Öyle her sabah kalktığında « Bugün Deniz’e ne demeli ? Hangi basın mensubunu azanlamalı ? » sorularıyla siyaset yapılamaz. Yapılırssa sınıfta kalınır. Bütünleme şansınız bile olmaz. Bu memleketin binbir sorunu var :
Devlet-Ulus’un halkları perişan eden kirli, binbir parçalı ve yırtık pırtık, çünkü çokkkk dar gelen hırkasını Türkiye Cumhuriyeti’nin üstünden çıkarmak gerekiyor en başta : Türkiye’de hala ve ısrarla « ulus-devlet » denilen ve beni çok şaşırtan, ve bilinçli veya bilinçsiz uluscuların/milliyetcilerin değirmenine su taşıyan terim : Oysa milliyetçilik belası sonucunda kurulan devletin bir « ulus inşaasına » giriştiğini ve bu amaçla birçok halkı kendisinin « seçtiği » bir « ulus adı » içinde eritmeye koyulduğunu anlatmak için kullanılır bu terim : State-Nation veya Etat-Nation denilen mesele. Kardeşlerim, lütfen bana inanın, aradaki tırnak bir süs olarak konulmadı oraya : Bu terim bir kalıp olarak ve aynen bu sıralama içinde kullanılmalı denmek istendi. Bilmem tasavvur edebiliyor musuuz ?(Bu konuda daha ayrıntılı açıklamalar ve tartışmalar için Devlet-Ulus isimli kitabımı anımsatmak isterim. Alan Yayıncılık, İstanbul, 1995. Birçok iyi kütüphanede bulunduğunu da eklemek isterim. Piyasada ise tünne.)
Türkiye’de Ağustos sonu ile 2 Eylül 2008 arasında 20 günde tam 164 insan, 164 can trafik kazalarında veya « Türkiye’e özgü ölüm biçimleriyle » hayatını kaybetti. Başbakan bunun önünü almak için çalışmalı.
Başbakan ülkede « savaş olduğunu » görmüyor mu ? Belki görüyor da dikkatleri başka yönlere çekmek ve bilhassa kardeşlerim biz de içinde olmak üzere kamuoyunu meşgul etmek niyetinde. Aklıma Beyrut’ta yayınlanan günlük gazete Orient Le Jour geliyor : 1970’lerin ikinci yarısından 1990’ların başına kadar 16 yıl süren iç savaş sırasında bu gazete inanmayacaksınız ama sanki Paris’te yayınlanıyormuş gibiydi : Moda haberleri, güzeller, kimkimleçıkıyor, vurpatlasınçaloynasın haberleri vesaire vesaire…Başbakan bütün medyaya aynı rolü mü oynatmak istiyor ?
Meraklı herkese bir önerim olacak, izninizle : Bugün günlük « böyyyük çokkk böyyyük » gastelerin ve köşe yazarlarının, genel yayın müdürlerinin ve yardımcılarının ne hallere düştükleri, kendi kendilerine düştükleri çukurdaki hallerinden sonra bu gazeteleri isterseniz yine okuyun ama onlarla yetinmeyiniz ve ne olur internetteki açıkgazete, habercumhuriyeti, gundemonline, sansürsüz.com gibi iyi haber sitelerini ihmal etmeyiniz. Ne olur. Çünkü bugünkü koşularda haber özgürlüğü, basın ahlakı ve gerçek habercilik buralarda yaşanıyor.