Yarım doktor insanı candan,yarım imam dinden edermiş.Bu gidişle, bu AKP iktidarına karşı çıkan herkes “Ulusalcı” olacak..
Gayet normal ve hoş görünmesine karşın, şekere belenmiş zehir kıvamında bir tümce kurduğumun farkındayım.
Türkçe sözcüklerle o denli çok oynandı,anlamları o denli yozlaştırıldı ki, aynı sözcük hem olumlu, hem de olumsuz anlamda kullanılabiliyor.
Ben,”Kendisine karşı olan herkesi ulusalcı yapacak” derken, bundan halen AKP’ ye karşı olanların önemli bir bölümünün henüz “Ulusalcı” olmadıkları anlamı da çıkıyor.
“Biz Ulusalcı değil misiniz?” şeklindeki bir soruya rahatlıkla, “Yo, hayır, ne olmuş!” yanıtı verebilirsiniz. Ama, “^Millici” ya da “Milli mücadeleci değil misiniz?” diye sorulsa, kaşlarınız çatılır, damarlarınızdaki mevcut kan hemen kabarıverir ve , “Kuşkun mu var, o ne biçim soru? “ diyerek öfkelenirsiniz..
Bir süredir bilinçli olarak sözcüklerin, kavramların içi boşaltılıyor. Aslında aynı anlama gelen “Milli” ciliğinize laf edildiğinde gururunuza dokunur, ama “Ulusalcı”denildiğinde ise bunu hakaret ve suçlama olarak algılayabilirsiniz. Çünkü, “Ulusalcılık” size bir “izm” miş gibi gelir..”Ulusalcı” olmadığınızı söylerken, aslında “Millici” de olmadığınızı söylemiş olduğunuzun farkında bile değilsinizdir..
Türkiye’yi bir yerlere doğru çekmek için bilinçli olarak yıpratılan “Ulusalcı” sözcüğünün bir şanssızlığı daha var. Bu sözcük üzerinden askerlere de rahatlıkla gönderme yapabiliyorsunuz.Örneğin, karşınızdakine “Ulusalcı” derken, bir taşla iki kuş vurarak “askerci, darbeci” de demiş olursunuz..
Ben,bu anlam yorumlanabilecek “ulusalcı”lığın ve askeri darbelerin acılarını çok yaşamış bir aileden geliyorum. Bu günlerde “alt” kimlik “üst” kimlik tartışmalarından sonra herkes soyunu, sopunu ortaya döküyor. Bu hastalık bana da bulaştı galiba. Bu bağlamda, farklı açılardan, Şeyh Sait’in torunu Abdülmelik Fırat’la garip bir kader benzerliğimiz olduğu bile söylenebilir. Baba tarafım Erzincan’lıdır. Anne tarafımdan ise Dersim göçmeni (sürgün demiyorum) bir ailenin çocuğuyum. Dedemin amcasının oğlu hukukçu olan Hasan Hayri Bey,Osmanlı Meclisi Mebusan’ ında ve 1923’teki ilk Cumhuriyet Meclisi’nde Dersim Mebusluğu yapmış. Lozan Anlaşmasının imzalanmasından sonra Atatürk’le aralarında “azınlık hakları” konusunda çok sert bir tartışma yaşanmış.Dedem, Hasan Hayri Bey’in, bu tartışma sırasında Atatürk’e tabanca çektiğini söylerdi.. Bu olaydan sonra, Hasan Hayri Bey, İstiklal Mahkemesi’nde yargılanarak idam edilmiş…
12 Mart’an sonra idam edilen Hüseyin İnan aile bağlarımız vardı.
Sivas Katliamı’nda yananlardan Aşık Nesimi Çimen teyzemin eşiydi.
12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde bir çok arkadaşım, aile yakınım öldürüldü, işkenceden sakat kaldı.
12 Eylül darbesinin dumanı hala üzerindeyken kısa dönem askerlik yaptığım Burdur’da “Harbiye Marşı”nı , askere değil de 12 Eylül’cülere tepki olsun diye sadece dudaklarımı oynatarak sesi çıkarmadan söylemiş gibi yapardım. Sonraki yıllarda adını Yüksek Askeri Şura tarafından ihraç edilenler arasında gördüğüm tarikatçı Yüzbaşı ile başımın belaya girmesinden Cüneyt Arcayürek’in bana yazdığı bir mektup sayesinde kurtulmuştum.
Ta çocukluğumdan itibaren disipline isyan eden, “ itaatsız” biriydim.Kadirli Ortaokulu’nun son sınıfındayken herkes yatılı astsubay okuluna girmek için başvururken, “Ben disiplini sevmiyorum, onun için asker olmak istemiyorum!” dediğim içindin dersi öğretmenim tarafından az kalsın bütünlemeye bırakılıyordum. Bir hafta gibi kısa bir sürede bütün namaz dualarını ezberleme sıkıntısından yüzüm, gözüm yara içinde kalmıştı.Sınavdan birkaç gün sonra da bütün bildiklerimi unutmuştum.
Bütün bunları, Hasan Cemal’den daha fazla ulusalcı düşmanı ve asker karşıtı olmam gerekirken neden öyle olmadığımı anlatmak için yazıyorum…
Dersim’den Kayser,Sarız’ın bir köyüne yerleşen dedemin ilk işi evin duvarına bir Atatürk resmi asmak olmuş.Çevresinde çok tanınan bir Halk şairi olan dedem Cafer Tan, bir çok halk müziği sanatçısı tarafından seslendirilen “Şu dünyanın devranına/ Aldanma gönül aldanma” parçasının söz yazarıdır;bestesi ise Aşık Nesimi’ye aittir. Dedemin ezberinde kendisine ait çok şiir vardı.En büyük akılsızlıklarımdan biri de o yıllarda basit şeyler sanarak bu şiirleri yazıya geçirmemiş olmamdır. Bu şiirlerden bir kısmı Mustafa Kemal’i öven şiirlerdi.Sol’a bulaşmaya başladığım yıllarda,içinde yer aldığım grup tarafından,
-Türkiyenin ilk komünistleri Şefik Hüsnü ve Mustafa Suphi ile Nazım Hikmet’in başına gelenlerden yola çıkılarak- Cumhuriyetin ilk yılları ve tek parti dönemi “diktatörlük” olarak değerlendirilirdi. Aileden gelen Atatürk’çülük geleneğinden hiç kopmadığım halde, bu durum bana çelişki gibi de gelirdi. Dedeme, “Atatürk, senin amca oğlunu astırmış, ama sen Atatürkçüsün, nasıl oluyor bu?” diye sorduğumda, sonradan, Yunus Emre’ye ait olduğunu öğrendiğim dizelerle yanıt verirdi:
Yol odur ki doğru vara
Göz odur ki hakkı göre
Er odur ki engin dura
Yüceden bakan göz değil
Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Cümle alem birdir bize
Yerleştikleri Saruz’ın köyünde sürekli göz hapsinde oldukları için “Devlet düşmanı, isyancı!” denilmesin düşüncesiyle duvara asılan Atatürk resmi, ailede giderek benimsenen bir kuram halini aldı.Biz ve bizden sonraki kuşak ise , “asimile edilmişsiniz” suçlamalarına aldırmadan, bu resmi,çağdaşlık karşıtlarına, din ve mezhep ayırımcılarına karşı bir bayrak olarak algıladı..
Dedem, yeri geldikçe ona da babasından kalan bir öğüdü yinelerdi:
“Askerle çarpışmayın..Milletin dirliğini, birliğini bozmayın..Elinize, belinize, dilinize sahip olun..Siyasete bulaşmayın!..”
Oldukça teslimiyetçi ve sofistik bulduğum bu öğüdün beni hiç etkilemediğini söyleyemem.
Bu öğüt, bana en azından “ölçülü” olmam gerektiğini öğretti.Şiddetten ve şiddet yanlılarından hep uzak durdum. Silah yerine kalemi seçtim…
Bu sözlerim,Hüseyin’i çağrıştırabilir.
Aslında Hüseyin İnan ve arkadaşları da hiç cana kıymadılar.Onlar, farklı bir kulvarda koştular.
Can Yücel’in dediği gibi, “Bu ülkede bir maratonsa devrim , onlar onun en iyi yüz metresini koştu…”
Elleri hiç kana bulaşmadı.
Ancak, bu koşunun bedelini canlarıyla ödediler…