Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan vahim hatalar ve tek parti diktatörlüğü, 1950’lı yıllardan sonra sağcı partileri hep iktidara taşıdı.
Hasta yatağındaki Osmanlı, bir gecede kansız bir şekilde Hilafetten Cumhuriyete dönüşmüştü ama, gen yapımızdaki uyumsuzluklardan mıdır, nedir bir türlü demokratikleşmeyi başaramamıştık.
“Cumhuriyeti yaşatmak için zora buşvurmak” adeta kaçınılmazdı.
Çünkü, demokratik olması gereken Cumhuriyet, din geleneğinden gelen toplumla doku uyuşmazlığı içindeydi.
Geriye dönüşü gerçekleştirmek için Mustafa Kemal’e karşı sürekli suikastler düzenleniyor,
“İstemezük” isyanları başlatılıyor,
Kubilay’ların başı kesiliyordu.
Zor, adeta Cumhuriyetin varlık nedeniydi. Çünkü, halk oyuna sunulsa, Saltanattan Cumhuriyete geçmek hayal bile edilemezdi. Geçiş, “tepeden” gerçekleştirilmişti. O halde yaşatılması da “tepeden” kararlarla sağlanmalıydı.
Mustafa Kemal “Beyler buna şapka derler!” demese, sarıktan, poturdan, peçeden kurtulmak, modern yaşama adım atmak mümkün değildi.
Bugün bile, mevcut iktidar, çoğunluğuna güvenerek, Anayasa’nın değiştirilmesi önerilemez başlangıç ilkelerini oylamaya sunsa, halka “İslamı bir rejim mi, Cumhuriyet mi?” diye sorsa, zaten alt yapısı hazır olan Şeriat düzeninin geri gelemeyeceğini mi sanıyorsunuz?
O halde, “Halk ne derse odur, madem ki demokrasi halkın kendini yönetmesidir” diyerek, çoğunluk istediğine uyarak Şeriatın getirilmesine sessiz mi kalmamız gerekir?
Bir demokrasi geleneğine sahip olamadığımız, süreç içinde de bir türlü demokratikleşemediğimiz için antidemokratik uygulamalar ve baskılar adeta Cumhuriyet’in bir parçası haline geldi.
Çünkü, “İç Hizmet” yasasıyla, “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi” askerlere verilmişti.
Askerler bu yetkilerini ilk kez 27 Mayıs 1960’ta kullandılar.
“Meşruluğunu yitirmiş siyasal bir iktidar devrilmiş”, o iktidarın önde gelenleri asılmış, artık demokrasiye geçiş için bir engel kalmadığı sanılıyordu.
Ancak, o askeri darbe, kısa sürede yeni sağcı ve dinci iktidarların işbaşına gelmesinden başka bir işe yaramadı. Etki, kısa sürede tepkiye dönüşmüş, askeri yönetim kendi karşıtı sağ iktidarları doğurmuştu..
Hayır, bunlar birbirlerine karşıt değil, aslında iç içeydiler; hatta birbirlerini besliyorlardı.
Sağcı iktidarlar, askerlerden rövanşı aldıktan sonra bir yandan onlarla çatışmaya devam ederken, öte yandan işlerini onların üzerinden yürütüyor, onları devrimcilerin, işçilerin , öğrencilerin üzerine salıyordu.
Askerler, bazen “gençlikle el ele-milli cephede” kahraman, bazen Amerikan güdümlü darbede “ bizim oğlan” oluyorlardı.
1971 darbesinde, 1980 darbesinde bu böyle oldu.
Askerler siyasetle aynı sahneyi paylaşıyorlardı.Bazen sahneyi biri, bazen diğeri geliyor, kendi rolünü oynuyordu. Ancak, sahneye ışık tutan, oyunun kurallarını belirleyen merkez hep aynıydı.
12 Eylülcüler, Necmettin Erbakan’ın Konya mitingini bahane ederek darbe yaptılar . Ama çok geçmeden darbenin lideri meydanlarda “Benim de babam hocaydı” diyerek sağırdı, konuşmalarında Kurandan ayetlere yer verdi.
Güney Doğu dağlarında halkı teröristlerden uzak tutmak için uçaklardan Kuran ayetleri attılar. Okullarda din derslerini zorunlu hale getirdiler.
Sağcı ve dinci iktidarlar, darbecilerin kendilerine sundukları taze kanla semiriyor, sürekli gelişiyordu.
Ve Erbakan Hoca, “ Türkiye’ye İslam gelecek, kanlı mı olacak kansız mı, bilemem” diyecek noktaya geliyordu.
Kendi yarattıkları heyüleden rahatsız olan “rejim bekçileri”, çareyi Sincan’da tank yürütmekte buluyordu.
Kubbeli, süngülü şiir okuyan sıradan bir belediye başkanı hapse atılarak önce Başbakanlığa, sonra Cumhurbaşkanlığına hazırlanıyordu.İslamı düzen kurmayı kendisine görev edinmiş bir parti iktidara taşınıyordu.
Rejimin bekçileri, yaptığı çamurdan heykeli bir türlü beğenmeyen heykeltraşlar gibi yine rahatsız oluyorlardı.
Gizli, açık darbe girişimlerinden söz ediliyordu.
Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök pasif bulunuyordu.
Hele bir Yaşar Büyükanıt Paşa gelsindi, o zaman görürlerdi günlerini.
Ve Yaşar Büyükanıt Genel Kurmay Başkanı oldu.
Beklentilerin hiç birine yanıt vermedi.
İşte tahterevalli oyunu o zaman bozuldu.
Denge bir tarafın yararına değişti.
Sonuçta yine siyaset kârlı çıktı.
Çankaya’ya, devletin zirvesine doğru yol aldı.
Ve şimdi, Ferhan Şensoy gibi, bir çoklarının canı darbe istiyor.
Çankaya zirvesinde örtüler içinde bir Cumhurbaşkanı eşi görmek bana da zul geliyor.
Bu utancı en son Başbakanın Suriye gezisini TV’den izlerken yaşamıştım.
Suriyeli kadınlarla görüşmesinde tek türbanlı bayan Emine hanımdı.
Şu sorunun yanıtını bulmalısınız:
Bugün, ehvenişer olan
İslamcı bir Cumhurbaşkanı mı?
Darbe mi?
Kırk katır mı,
Kırk satır mı gibi bir seçenek sunuluyor önümüze.
Çankaya’da, İslamcı Bir Cumhurbaşkanı görmeye benim de gönlüm razı olmuyor.
Ancak, canımı çok acıtan darbeleri de istemiyorum.
Bu kez askeri darbenin ardından daha radikal bir İslam Cumhuriyeti gelir, biliyorum.
Tarihlerin, “Türkiye, Laik Cumhuriyetini yüz yıl bile yaşatamadı” diye yazmasını istemiyorum.
Biraz sabırlı olun.
Bırakalım, onlar da en tepe noktada rüştlerini bir ispatlasınlar.
Neleri yapıp,
Neleri yapamayacaklarını kendileri de anlasınlar.
Bu İMF’ci, Amerikancı politikalarıyla nereye kadar gidebileceklerini sanıyorsunuz?
İstesek de,
İstemesek de,
Bu süreç yaşanacak.
Türbanın Çankaya’ya taşınması dünyanın sonu olmaz,
Türkiye, İran olmaz.
İnişe geçmeye başladılar bile.
AKP, bir daha o ilk iktidar çoğunluğunu bulamaz.
Bir veya iki seçimlik ömürleri kaldı.
Turgut Özal ‘ın ANAP’ı gibi
Onlar da, “geldikleri gibi giderler…”
Türkiye kalır…
Bir daha da,
Kimse,
Dini sömürü aracı olarak kullanmak isteyenlere prim vermez..
23 Nisan’a da şunun şurasında ne kaldı,
Cumhurbaşkanlığı seçiminin gölgesi
23 Nisan coşkunuzu karartmasın,
Nazım’ın dediği gibi:
Güzel günler göreceğiz çocuklar…