Bir Londra Masalı / Elif Batı Wibrew

Göçmen Edebiyatı Üzerine. Avrupa ve Asya gibi eski kıtalardaki iktisadi ve siyasi çalkantılardan kaçan yeni göçmenler anavatanlarını tümüyle geride bırakmıyor, ait oldukları toplumlara dair kültürel ve toplumsal değerleri beraberlerinde yenidünyaya getiriyorlardı. Yeni göçmenlerin bir diğer müstesna yanıysa aradaki mesafeye karşın yeni teknolojiler sayesinde anavatanlarıyla güçlü bir ilişki sürdürebiliyor olmalarıydı. Bilakis, gurbette olmanın ağırlığını sıla hasretiyle teskin etmeye çabalıyor, geldiklere toplumlara dair siyasal ve toplumsal tasavvurlarla iki ayrı vatanı gönüllerinde birleştiriyorlardı. Söz gelimi, İsveçli bir papaz cemaati için Amerika’da kurduğu kiliseyi “anavatanın bir uzantısı” olarak anıyor, New York’ta örgütlenen İtalyanlar anavatandaki seçimlerde oy kullanabilme hakkı istiyor, Çekoslovakya ve Lituanya dilleri yine Amerika’daki göçmen aydınların masalarında şekilleniyordu. Bizden bir örnek vermek gerekirse sanırım en anlamlısı Cumhuriyet kurulmadan önce Amerika’ya göç etmiş Makedonya kökenli Nazmi Cemal tarafından 1946 yılında Anıtkabir’e hediye edilen 33,5 metre uzunluğundaki bayrak direği olacaktır. Nazmi Cemal gurbeteyken vatandaşı olduğu bir imparatorluk cumhuriyete evirilmiş, kendi doğduğu topraklar gurbete düşmüş ama kendisinin “anavatanla” ilişkisi kopmamıştı.

19’uncu yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bu yeni tür göç dünya haritasının ciddi bir biçimde değiştiği iki dünya savaşı arası siyasi sığınmalar dışında yavaşladı. Sonrasında ise yeni rotalarla birlikte tekrar hızlandı. Bir yandan, savaşta harabeye dönen Avrupa’nın yeniden imarı için gereken işgücü ihtiyacı çevre ülkeler için önemli bir çekim gücü yaratırken; diğer yandan ise, koloni yönetimlerinden bağımsızlaşan Asya, Afrika ve Güney Amerika’daki yeni devletlerden başta Amerika Birleşik Devleti olmak üzere dünyanın Kuzey’ine doğru göçler başladı. Türkiye göç kervanına 1961 yılında önce Almanya, sonrasında ise Fransa, Avusturya ve Hollanda ile imzalanan anlaşmalarla katıldı ve bizim “Alamancılık” onların “misafir işçilik” olarak andığı kontratlı iş gücü ihracatıyla başladı. Fakat yıllar geçtikçe misafirlikler uzadı ve 5 milyona yakın Türkiyeli gurbeti sıla eyledi.

İki dünya arası bi-namaz kalan yeni göçmenler dertlerini anlatmak üzere kaleme kâğıda sarılıp mektuplar, türküler, şiirler ve öyküler yazmaya başladıkça göçmen edebiyatı dediğimiz özgün bir edebi yazın oluştu. Bu yazın göçmen toplulukların kendine özgü olmaktan çıkıp dünya edebiyatında üzerine akademik çalışmalar yapılan, göç politikaları etkileyen özgün bir janra dönüştü. Söz gelimi, 1980’ler boyunca Kuzey Amerika’daki çok kültürlülük politikalarını tanımlamakta kullanılan “Eritme Kabı” (the Melting Pot) kavramı gerçek Rusya kökenli bir Musevi olan Israel Zangwill tarafından 1908 yılında yazılan ve Avrupa’dan gelen göçmenlerin aynı kap olan yeni kıtada kaynaşarak yeni bir toplum oluşturduğunu anlatan tiyatro oyununun adıydı.

Türkiyeli Göçmen Edebiyatı

Biz de ise göçmen edebiyatını kabaca üç temel kümeye ayırmak mümkün: (A) Avrupa’ya – ve hatta Amerika’ya, birinci kuşak göçmenlerin kendi deneyimlerine dair yazdıkları eserler. Örnek olara, Nursel Duruel – Geyikler, Annem ve Almanya (1983); Cem Güneş – Oslo’da Olay Var (1999). (B) Türkiyeli aydın ve yazarların Avrupa’daki göçmenlerin sorunlarını anlamak üzerine yaptığı gezi ve röportajlara dayanan incelemeler. Örnek olarak, Füruzan – Yeni Konular (1977), Bekir Yıldız Harran-Berlin: Röportajlar (1983). (C) Göçmen koşullarında doğmuş ve büyümüş ikinci- ya da üçüncü-kuşak Türkiyelilerin kendi deneyimlerine dair yazdıkları otobiyografik kitaplar. Örnek olarak, Yade Kara’nın yayınlandığı 2004 yılında Almanya’da en iyi kitap ödülü kazanan Selam Berlin, Mustafa Can’ın siyasi nedenlerle halen Türkçeye çevrilememiş 2006 yılında İsviçre’de yayınlanan Tätt İntill Dagarna (Güne Yakın) kitapları verilebilir. Fakat bunların hepsinden önemlisi, Türkiyeli göçmen edebiyatında bir milat olarak kabul edebileceğimiz Aras Ören’in Berlin Üçlemesi’nden Niyazi’nin Nuayn Sokağında İşi Ne? İlk olarak 1973 yılında Almanca olarak yayınlanan kitap Berlin Kreuzberg’de bulunan Nuayn sokağından insan hikâyelerini Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’ndaki gibi yar şiirsel bir üslupla aktarıyordu. Aradan geçen 20 yıldan sonra müzikte özgün bir tür olarak gelişen, Almanya’daki Türkiyelerin konuştuğu Almancayı küçümsemek yollu kullanılan “Kanak” kavramını bir tepki olarak kendine isim yapan Kanak-Rap bu sokakta doğacaktı. Türün Türkiye’de en bilinen temsilcisi Cartel çıkışı yaptığı 1990’ların başında Avrupa yaşayan Türkiyelileri hatırlamamızı sağlamıştı.

Britanya’da durum

Türkiye’den Kıta Avrupa’sına yönelen rotaların aksine Britanya’ya göç oldukça geç bir dönemde başladı. Kıta Avrupa’sına işçi göçünün 1973’sonrası zorlaşması, 1980’li yıllarla birlikte bu güzergâhın tümüyle kapanması ve özellikle 1980’lerin ikinci yarısında Türkiye’de yaşanan siyasi sıkıntılara koşut olarak 1985-1995 tarihleri arasında Londra’ya yaşanan yoğun iltica dalgaları bu ülkedeki Türkiyeli göçmen profilini belirleyen temel hadise oldu. Elbette ki, Londra’daki Türkiyeli göçmenlerin 1970’lere dayanan bir tarihi var. Fakat erken dönem gelen Türkiyelilerin binlerle ifade edilecek denli az bir nüfusa sahip ağırlıkla genç öğrencilere dayanan bir yapısı olması o yıllar için Türkiyeli bir göçmen toplumundan bahsetmeyi olanaksız kılıyordu. Türkiye’den Britanya’ya yaşanan Londra merkezli göç kıta Avrupa’sındaki kimi diğer ülkelere nazaran oldukça kısa bir süre içerisinde, yönetilmeden, güvencesiz ve travmatik olarak gerçekleşti. O dönemler, iltica dalgasından bağımsız olarak, dil öğrenmeye ya da üniversite okumaya gelen kent kökenli ve belirli bir eğitim düzeyine sahip Türkiyeli genç göçmenler ise iltica dalgasıyla birlikte patlayan sosyal ihtiyaçların giderilmesi yönünde toplumun kazaen hamilerine dönüşerek mahallede kaldılar.

Bunun bir sonucu olarak Avrupa’da hemen göç sürecinin başında kurumsallaşmaya başlayan ve takip eden yıllarda olgunlaşarak devam eden sanatsal uğraşıların Londra’da filizlenmesi zaman aldı. 1990’ların başında çeşitli dönemlerde farklı kurumların çatısı altında başlayan sanatsal çalışmalar sonraki yıllara aktarılamadan sönüp gitti. Dolayısıyla, Kıta Avrupa’sında Türkiyeli göçmen edebiyatı gelişirken Londra bu konuda güdük kaldı. Elbette ki istisnalar var. Fero Fırat’ın çocukluğunu anlattığı Varto’da Çocuk Olmak (2008) her ne kadar Londra ile ilgili olmasa da gurbetten yazılmış bir anı kitabı ve yazarın erken Londra yıllarına ilişkin yazmakta olduğu ikinci kitabın öncüsü. Faruk Eskioğlu’nun yine bir anı kitabı olan Aşk olsun Adı Aşk Olsun (2007) ayrıca not etmek gerekir. Gün Zileli’nin on beş yıl yaşadığı mahalleden izlenimlerini anlattığı Sığınmacılar (2011) ise alanında önemli bir kitap. Mahalleden yazılan bu kitapların dışında Vatan gazetesi Londra temsilcisi Jan Devletoğlu’nun mahalle sakinleriyle yaptığı röportajlara dayanan Umut Yolcuları (2002) kitabını da unutmamak gerekir. Son olarak ise, Elif Şafak’ın Londra’ya taşındıktan sonra mahallede yaptığı görüşmelerden yazdığı, aslında Londra’daki Türkiyeli göçmen mekânla çok bir alakası olmayan İskerder (2011) romanını belirtebiliriz.

Diğer yandan, 2000’lerin özellikle ikinci yarısından bu yana Britanya’daki Türkiyeli göçmen zemininin yavaş yavaş yerleşikleştiğini, yaşanan göçün derin travmasının yatışmaya başladığını söylemek mümkün. Bir yanıyla, Türkiyeli göçmen topluma yıllardır hizmet veren kurumlar son beş yıldır kültürel ve siyasi lobi çalışmalarına profesyonel olarak başladı. Hemen her ay Türkiye’den yazın, düşün ya da siyasi dünyanın önemli temsilcilerin katılımıyla toplantılar düzenleniyor. Birinci bölge ile mahalle arasında uzaklık kısalıyor. Hem bizimkiler orada önemli etkinlikler düzenliyor hem de oraya gelen Türkiyeli kimseler artık mahalleye uğramadan memlekete dönmüyor. Buna koşut olarak mahallede belirli kültürel üretimler hız kazandı. Yılların emeğine dayanan Arcola Ala Turca gibi oluşumlar, Çiğdem Aslan ve Tahir Palalı gibi genç sanatçıların çalışmaları artık mahalleye sığmaz, hem Britanya geniş kamuoyu, hem Avrupa’daki kültürel coğrafya, hem de memlekette uzanır oldu. Diğer yandan, Londra Türkiye’de de yeniden keşfediliyor. Söz gelimi, son dönem dizilerinde yurtdışına zengin seyahatlerinin rotası artık Paris değil Londra. Buna koşut olarak Türkiye’de birçok genç insan bu kenttin sunduğu deneyimi yaşabilmek için kentte akın ediyor. Fakat bu gelişmelere karşın Britanya’da Türkiyeli göçmen edebiyatının halen anlatması gereken hikâyeleri var. Umuyorum önümüzdeki yıllarda, publarda mahalle sakini dostlarla yaptığımız sohbetler de “Yahu, bunları yazmalısınız?” hayıflanmasıyla dinlediğimiz Türkiye’den Londra’ya olan göçün hikâyesini okuyabileceğimiz özgün çalışmalar olacak.

Sedef’in Bir Londra Masalı

Bu konu önemli bir kitap henüz geçtiğimiz aylarda yayınlandı. Londra’ya altı yıl misafir olan Elif Batı-Wibrew’in Bir Londra Masalı (2012) başlıklı oto-biyografik romanı bu alanda müstesna bir örnek sunuyor. Roman, Ankara’da üniversite okuduktan sonra ablası Sibel’in izinden dil öğrenmek ve deneyim kazanmak üzere Londra’ya giden Samsunlu Sedef’in 2001 yılından itibaren bu kentte geçirdiği altı yılın hikâyesini anlatıyor okuyucusuna. Sedef’in Londra’ya gelişi başından itibaren kesin dönüşle nihayete erecek bir macera aslında. Her ne kadar iki yıl olması düşünülmüşken altı yıla uzasa da, kendisi bir göçmen olmak niyetinde değil bu anlamda. Dolayısıyla, Bir Londra Masalı’nı göçmen edebiyatı içinde nereye koyabiliriz tam emin değilim. Belki, uzun soluklu göçebeliklere dayanan, kimi örneklerine 1980’lerde üç-beş yıl memlekete dönemeyen aydın ya da yazarların tuttuğu notlardan aşina olduğumuz bir ara janrdan söz etmek mümkün bu anlamda. Nitekim Batı-Wibrew’in romanında mahalle dokusu, belki de yerleşikleşmemiş olması nedeniyle, çok hissedilmiyor. Söz gelimi, Sedef’in mahallede katıldığı tek sosyal etkinlik Haluk Levent’in sahne aldığı bir türkü barda geçirdiği yeni yıl akşamı. Ne mahallenin en önemli ve tarihi hadisesi Day-Mer Festivali ne de başka bir etkinliğe tesadüf etmiyoruz Sedef’in Londra’daki altı yılında. Kuşkusuz, Londra’daki çalışma koşulları düşünüldüğünde bu biraz anlaşılabilir bir durum ama yine de belli ki Sedef’in mahalledeki hiçbir kurumla ilişkisi olmamış. Diğer yandan, romanın göç, göçmenlik halleri ve Türkiyeli yeni gelenlerin Londra’yı nasıl deneyimlediğine dair anlamlı ve içeriden anekdotlar sunduğunu belirtmek gerekir. Ben burada romanı benim açımdan değerli kılan birkaç noktaya temas etmek isterim.

Öncelikle, göçe karar vermenin kişisel olduğu kadar bir aile meselesi de olduğuna dair önemli açılış sahneleri var romanda;

“Askere uğurlanıyorum sanki ben. Evde bir telaş bir telaş. Aslında askerlik sayılır benimki de. İki yıldan önce dönüşüm yok. İstanbul’a gidip acemi birliğimi orada tamamlayacağım. Komutanım Sibel son bilgileri verecek, verdiklerinin üstünden geçecek sonra da zavallı ben, demir bir kuşa konulup, el âlemin hiç bilmediğim memleketine gönderileceğim. Dilsiz, yönsüz, neredeyse meteliksiz. Yetmezmiş gibi, üstüne bir de kuzensiz” (s. 19).

Bu sahnede “askere uğurlama” mecazının kullanılması geri kalanların göç sürecini göçmenin değişeceği, başkalaşacağı bir deneyim olarak gördüğüne işaret ediyor. Diğer yandan, Londra herhangi bir göç mekânı değil. Bir dünya kenti. Nitekim bu özelliyle Sedef’i de hemen etkiliyor. Örneğin, Camden Lock’a yaptığı ilk ziyaretten betimlediği şu sahneler birçoğumuzun Londra deneyimiyle sabittir sanıyorum:

“Bu ne renk cümbüşü tanrım. İnsanların kafalarından, satılan ürünlere, evlerinin kapılarına kadar her şey capcanlı, parlak. Hayatımda ilk defa pembe ve çivit mavisi saç burada gördüm. Sanki 23 Nisan Çocuk Bayramı burada kutlanıyor. Bütün dünyadan, bütün kültürlerden insanlar kopmuş gelmiş, birazdan da yerel kostümleri içerisinde dansları saracak etrafı. Batik desenli tişörtler giymiş kızlar oğlanlar, saten çarşaflar sandığım ama adının sari olduğunu sonraları öğreneceğim parlak kumaşları üstlerine sarmış, konuşa gülüşe ilerleyen iki Hintli, burnu ve ağzı hızmadan kaybolmuş deri ceketli, deri pantolonlu gözleri sürmeli gayler” (s.33)

Diğer yandan, yine birçoklarımızın Londra’daki erken dönemlerinde hemen fark ettiği ama yadırgadığı bir başka mesele olarak Londra’daki Türkiyelilerin memleketten bildiklerimizden farklı olması romana özenle yansıtılmış:

“Londra’da uzun süredir yaşayan Türk’ler ya da Türk soyundan gelenlerin hepsi değil belki ama birçoğu, kültürlerini kaybetmiş gibi. Robot gibi hissizleşmişler. Bizim kültürümüzün ‘ah göz hakkı, bir lokma tadıver, koktu, bir tadımlık al, gibi özlü sözleri kayıplara karışmış. Avrupalılar gibi en ufak kuruşun hesabını yapmaya başlamışlar.” (s.58).

Tabi karşılaşmaların hepsi olumsuz değil. Londra bir yanıyla da farklı kültürleri ve toplumları tanıma olanağı sunuyor misafirlerine. Örneğin Sedef aynı evi paylaştığı, başta yadırgadığı Polonyalılarla zaman geçirdikçe dillerini konuşabilecek kadar özel bir yakınlık kuruyor.

“Polonyalılar bence çok iyi insanlar. Bize çok benziyorlar. Diğer Avrupa ülkelerinin insanlarına göre hem çok daha paylaşımcı hem de yardımseverler. Gözlerinde mutlaka bir acı görüyorsun. Geçmişlerinin izleri sanki. İnsanda acıma hissi uyandırıyor bu izler. Bir tek giyimleri kuşamları berbat. Köyde tarlaya gidiyormuş gibi giyiniyor çoğu. Saçları da beslemeler gibi kesilmiş nedense”
(s.62).

Londra’da Türkiyeli işyerlerinde çalışmaya başlayan Sedef bir yandan dil okulu diğer yandan uzun çalışma saatleri arasında mahalle klostrofobisine tutuluyor. Günyüzü görmeden geçen aylar boyunca acaba gerçekten Londra’da olup olmadığını sorguluyor. Ve tabi sonrasında kaçınılmaz durak mahallenin ruh daralması sağaltımcılarından birisinin koltuğunda buluyor kendini. Doktor Meneveş Hanım’ın karşısındayken iç sesi şunları mırıldanıyor:

“Kuzeyde sıkışıp kalmış bir garip kabukluyum ben Doktor Hanım. Kuzey kabuğunda yaşıyorum. Fosforik yapımla, yana döne ayakta kalmaya çalışırken, Sedefkârım Numan Efendi tarafından, ince ince işleniyorum duvarlarına buranın bak”
(s.103).

Her ne kadar merkeze uzaklığı bisikletle 20 dakika olsa da Kuzey-Doğu Londra’da bulunan Türkiyeli mahalleler dönem dönem hayata dair dertlerimizden zorunlu inzivaya çekildiğimiz kapanma alanları olabiliyor. Ama elbet göçmenliğin erken dönemindeki bu bunalımlar sebat etmesini becerebilen için geçici dertler. Nitekim, Sedef İngilizcesini ilerletip, ilişkilerini geliştirdiğinde kendi vakit ayırabilecek daha iyi işler buluyor:

“Üç gün çalışıp, dört gün özgür kalmaya alışamadım birden. Ne yapacağımı bilemedim. Yıllardır hapis kaldıktan sonra, dış dünyaya çıkmaya korkanlar gibi, yine içeride alıştığım deliğe mi tıkılmak istiyordum ne? Ayaklarım beni Canlı Balık’a geri götürüyordu. Ama sadece ziyaretle sınırlı tuttum bu gidişleri. Kafeye başladığımın ilk iki hatası, izin günlerimde, öyle veya böyle, ekmeğini yediğim Numan Abiyi ziyaret ettim birkaç kez. Ne zaman beni görse kapıdan girerken, güler yüzle buyur etti içeri”
(s.153).

Ve elbette ki, zamanla göç sürecinde deneyim kazanıyor, yol yordam öğreniyor,

“Bizim kafeye, İdris adında yeni bir çocuk başladı bir hafta önce. Hem çok tatlı bir takım arkadaşı hem de çok çalışkan. Valerio da onu hemen benimsedi. İlk gelenlerin ufak tefek hatalarına, kusurlarına bakılmıyordu bunu anlamıştık. Büyük balık, küçüğü tam yutmasa da, bir iki ısırıp, kuyruk darbesi vurabiliyordu bunu da anlamıştık. Artık ben de büyük bir balıktım” (s. 194).

Nihayetinde, dönüş günü geliyor. Bir aylık bir Avrupa seyahatine çıkan Sedef Londra’da geçirdiği altı yılın ardından memlekete dönüyor, elbette tüm dönenlerin aklındaki soruyla:

“Dile kolay beş yıl… Geldiğim için pişman mıydım? Bu kadar kaldığım için pişman mıydım? Yok, değildim. ‘Şimdi asıl hayat yeni başlayacak senin için’ diyor İstanbul’dan uzanan sesler. Asıl hayat mı? Hayatın aslı değil de, müsveddesi miydi görüp geçirdiklerim?”
(s.325).

Bir Londra Masalı Elif Batı-Wibrew ilk kitabı. Bu durum kimi yerlerde anlatım dilindeki ifade sorunları ve kitabın genel kurgusunda hissediliyor. Söz gelimi, romanın erken kısımlarında öne çıkan heyecan ve detaylı anlatımlar Sedef’in göç deneyimi olgunlaştıkça silikleşiyor. Avrupa seyahati kısmında ise artık romanın sonuna geldiğimizi hissettiren bir acelecilikle oradan oraya koşturur buluyoruz kendimizi. Bu tür sorunlar özellikle uzunca bir dönemi anlatmaya soyunan oto-biyografik metinlerde karşımıza çıkabilir. Öte yandan, henüz altı ay önce döndüğüm Londra’ya dair oldukça keyifli bir kitaptı. Okurken kendimi sıkça Londra’da geçirdiğim beş yıl üzerine düşünürken yakaladım. O nedenle yaz tatiline Türkiye gidecek herkese tavsiye ederim. Hem bakarsınız, uzun zamandır kendi hikâyesini yazmayı erteleyen nice dosta vesile olur, önümüzdeki yıllarda Londra’yı konu edinen enikonu bir Türkiyeli göçmen edebiyatı oluşur.

Bir Londra Masalı

Yazar: Elif Batı Wibrew
Sayfa Sayısı: 327
Dili: Türkçe
Yayınevi: Marjinal Kitaplar

__________________
1. Dr., ODTÜ Sosyoloji Bölümü (ve eski bir mahalle sakini)
2. Batı-Wibrew, Elif. (2012), Bir Londra Masalı. İstanbul: Marjinal

[email protected]

718350cookie-checkBir Londra Masalı / Elif Batı Wibrew

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.