Dans eden benlikler…

Bir zamanlar
Öylesine sıkı tuttun ki beni
Göğüs göğse yapıştık
İçimizden geçtik birbirimizin
Ve sırt sırta
Yine yabancı kaldık… 

HARRIET
G. LERNER

“Bu kitap her şeyden önce değişimle ilgilidir” diyor ‘Dans eden Benlikler’ adlı kitabın yazarı Harriet G. Lerner ve  şöyle devam ediyor: “Umudum ‘yakınlaşmak’ için basit bir reçete sunmak  değil, değişimin dinamiğine ilişkin, hayal edebileceğinizden  de çok bilgi sahibi olmanızdır”(a.g.e., s.19, 1998).

Hayatın reçetelerle çözülebilir olduğuna pek prim vermeyen biri olarak oldukça iddialı bulmuştum Lerner’ın bu söylemini. Halen daha öyle düşünmeme rağmen, kişisel deneyimler üzerine yazılan ya da psikoterapik öykülerden oluşan bu tür yazıların, insanların bakış açılarını geliştirdiği ve sorunlarını çok daha fazla seçenekler üreterek zengin bir yaklaşımla ele almalarına yardımcı olduğu için yine de okunması gerektiğine inanıyorum.

“Dans Eden Benlikler”,  bu niteliklere sahip gerçekten yol gösterici bir kitap. Özellikle çevresiyle ya da birebir iletişim içinde olduğu insanlarla problemleri olan, en yoğun duygular içinde olduğu insanlarla ‘yakınlaşma’ sorunu yaşayan kişiler için oldukça öğretici bir kitap…

Bu kitap her şeyden önce değişimin, birilerini değiştirmeye çalışmakla değil  kendimizi değiştirmekle gerçekleşeceğine inanan bir kitap… Herkes bir ilişkide kendi üzerine düşen sorumluluğu tam olarak üstlenir ve kendine düşen kısmını gerçekleştirirse değişimin, o ilişkinin yolunda gitmesi için kendi adına yapması gerekeni yapmış olur. Gerisi, karşı tarafın bir şeyleri düzeltmek için giriştiğiniz  çabaya olumlu karşılık vermesine bağlıdır.

Lerner, bu açıdan ilişkileri, bir ileri bir geri, bir ileri bir geri, belli bir ritim içinde sürdürülmesi gereken dansa benzetir. Dans eden benliklerimizdir… Karşımızdakinin attığı bir adıma karşılık biz bir adım atarız, sonra o bir adım atar tekrar , sonra biz tekrar bir adım atarız ve dans böyle sürer gider. 

Her zaman ahenk içinde dans edebildiğimiz söylenemez ama. Bazen çok uyumlu başladığımız bir dans zaman içinde ahengini kaybeder ve adımlarımız birbirini tutmamaya başlar. Böyle zamanlarda, yani dansın ritminin bozulduğu durumlarda eğer doğru adımı hep karşı taraftın atmasını beklersek, hep değişimi  karşı tarafın gerçekleştirmesini istersek, bu değişim hiçbir zaman gerçekleşmeyebilir ve dansa son vermek zorunda kalabiliriz.

Yani şunu diyor Lerner, insanlar isteyerek dansa kalkarlar ve bir süre sorunsuz dans etmeye devam edebilirler; ama öyle bir noktaya gelirler ki, bir süre sonra tarafların artık o ritimde dansa etmek için istekleri kalmaz.

O zaman ne olacaktır; taraflardan birinin dansın sürekliliğini sağlamak için yeni bir adım atması gerekecektir. Biz bu adımı karşı taraftan beklediğimiz sürece dansın devam etmesi için gereken değişimin sorumluluğunu  tamamen karşımızdaki insana bırakmış oluruz. Oysa ki ilk adımı kendimiz attığımızda, yani biz kendi adımıza üstümüze düşen değişikliği yaptığımızda, karşımızdakine de dansın sürmesi için yeni bir adım atma şansı tanımış oluruz.

Eğer karşı taraf her şeye rağmen bizimle dans etmeyi sürdürmek istiyorsa mutlaka o attığımız adıma uygun bir adım atacak ve dansı sürdürme çabamıza karşılık verecektir. İstemiyorsa da zaten yapacak bir şey yoktur. Dans çoktan bitmiştir ve bunu kabullenmek gerekir… 

“yakınlaşabilme gücümüzü ancak temel ilişkilerimizde benliğimizi yeniden tanımlayarak ve geliştirerek” arttırabileceğimizi” vurgulayan yazar bunun için değişimin gerektiğini savunmaktadır. Ama değişimi savunduğu kadar bizi biz yapan, her zaman aynı kaldığı sürece benliğimizin sürekliliğini sağlayan, yakınlarımızın onları biz olarak tanıdığı ve bildiği bazı öz ve kalıcı özelliklerimizin de mutlaka korunması gerektiğini belirtmektedir.

“Değişmeli mi, değişmemeli mi? Hızla değişen toplumumuzda yalnızca iki şeyin hiçbir zaman  değişmeyeceğine güvenebiliriz. ‘değişme isteği’ ve ‘değişme korkusu’ hiçbir zaman değişmeyecektir. Yardım istememizi güdüleyen değişme isteğidir. Kendi bulduğumuz yardıma direnmemizi güdüleyen ise değişme korkusudur”(a.g.e.,  s.19, 1998).

“Bir yandan değişim yaşamak için çırpınırken öte yandan kendimizde en değerli bulduğumuz, en bildiğimiz şeyleri tutmak isteriz. (a.g.e., s.20, 1998).

“Şu dünyadaki  öz kimliğimiz, süreklilik duygumuz, dengemiz ve tüm özel ilişkilerimiz aslında aynılığı sürdürebilmemize, beklenir davranışlarımıza ve değişim olmamasına dayanıyor. Babamızdan ne kadar yakınırsak yakınalım, on üç yıl aradan sonra görmeye gittiğimizde hep tanımış, bilmiş olduğumuz insanı göreceğimize güveniriz.” (a.g.e. s.24, 1998)

“Bu arada değişim kaçınılmaz ve süreklidir. Ne kadar dirensek, saati durdurmak için güç harcasak ve dünyayı durağan kavramlarla algılasak da, sürekli olarak ilerlemekte ve o karmaşık değişim dansının  içinde sonsuza dek adım atmaktayız. Evet, kendimizle ve başkalarıyla yaptığımız bu dansın adımları ağırdır; değişim ve aynılık isteklerimiz arasında, başkalarının değişmemizi istemesi ve değiştiğimiz zaman kaygı duyması, karşı gelmesi arasında; yalnız kalma endişesi duyduğumuz zamanki yakınlık arayışımız ve  ‘birliktelik’  fazla boğucu ve yapışkan olduğunda duyduğumuz uzaklaşma gereksinimimiz arasında: Bir ileri, bir geri…”(a.g.e., ss. 24-25, 1998).

İlişkilerde sorun yaşandığında baş vurulan en kolay tepki genellikle ‘sorunu yok saymak veya uzaklaşmak’tır der Lerner. Ona  göre uzaklaşma, ‘duyguların yoğun olmadığı’ anlamına gelmemektedir. Aynı şekilde yoğun olarak yaşanan bir ilişkinin de her zaman yakın olduğu söylenememektedir.

İlişkilerimizde kaygı düzeyi ne karar yüksek olursa tepkiselliğimiz o kadar artar ve tepkisel davranmayı sürdürdüğümüz ölçüde de sorunların gerçek kaynağına inmemiz zorlaşır.

“Bir ilişki, olumsuz enerji ve sıkıntı kaynağı olduğunda, bir şeyleri düzeltme çabamız aynı sorunların yinelenmesiyle sonuçlandığında, değişim çok zorlayıcıdır. Bu tıkanmış ilişkiler çoğunlukla ya ‘aşırı yoğun’ ya da ‘’aşırı uzak’ olup, gerçek yakınlık içermezler. Bir tarafın diğeri üzerinde fazla odaklaşması, suçlayarak ya da üzülerek diğerinin düzelmesi için çaba harcaması ‘aşırı yoğunluk’ anlamına gelir. Ya da her iki taraf da kendi benliğine eğilmek yerine diğerine eğilmiştir.

İlişkide az birliktelik ve gerçek benliğin ortaya konamaması ise ‘aşırı uzaklık’tır. Önemli konuların  üzerinde konuşmak ve çalışmak yerine, onları hasır altı etmek yeğlenir. Bir çok uzak ilişki aynı zamanda da yoğundur, çünkü yoğunlukla başa çıkmanın bir yolu da uzaklıktır” (a.g.e., s.25, 1998)

“Bir ilişki tıkandığında, bir şeyleri değiştirme güdüsü, değişim için yeterli değildir. Bir kere yoğun ve güçlü duygular, sorunu nesnel ve açık görmemizi engeller. Yoğunluk yüksek olduğunda, gözlemlemek ve düşünmek yerine tepki gösteririz ve kendimize eğilmek yerine diğer kişi üzerine odaklaşırız. Böylece sorunun ancak bir yönünü kendi bakış açımızdan görür ve farklı olasılıklarını göremeyecek kadar kutuplaşırız.

Kısa dönemde belki ilişkimizi, endişemizi azaltacak biçimde yönlendirmiş oluruz, ancak uzun dönemde, yakınlık yeteneğimiz azalmış olur”(a.g.e., s.26, 1998).

Bana göre Harriet Lerner’ı diğer psikoterapik öykü ve çözümleyici yazarlardan farklı kılan, ilişkilerimizde yaşadığımız sorunların kaynağını, sadece o sorunu yaşayan kişilerin bireysel özellikleri ve karakter çatışmaları ile açıklamaması,  başta ebeveynlerimiz ve yakın akrabalarımız olmak üzere geçmişte kurduğumuz ilişkiler örüntüsünden başlayarak, kişiliğimizin oluştuğu koşulları, toplumsal faktörleri, ait olduğumuz kültür, din, etnik kimlik ve cinsiyet özelliklerimizi de çözümleme aracı olarak kullanmasıdır.

Hatta bu konuda kadın ve erkek rollerini ayrı tutmanın, yıllarca kadın ve erkeğe yüklenen sorumluluk ve görevlerin geçirdiği süreci ayrı ayrı irdelemenin, en az bireysel özellikler ve arka plandaki ilişkiler kadar önemli olabileceğini vurgulamaktadır.

Geçmişte ailemizle ilgili yaşadığımız sorunlu ilişkileri çözümlemeyip bugüne taşıdığımızda, yeni kurduğumuz ilişkilerde de bunların izlerini görebileceğimize inanmaktadır Lerner. Bu yüzden kişinin geçmiş aile ilişkileri kadar soy ağacının ve genetik özelliklerinin de bilinmesinin önemli olduğunu vurgulamaktadır. Çoğunlukla eşimiz veya partnerimizle birebir yaşadığımız sorunların asıl kaynağında bu geçmiş ilişkilerimizdeki tamamlanmamışlık ve çözümlenemeyen sorunların yattığını ileri sürmektedir ve varsayımlarını bu teoriden yola çıkarak yapmaktadır.

“Bazen ilişkilerimizde sorun olan kaygı ya da yoğunluğun kaynağı, ilk ailemizde üzerinde durulmamış ya da çözümlenmemiş geçmiş bir deneyim -aile içi cinsel ilişki, erken ölüm ya da başka dokunulmamış olaylar- olabilir. Ailede konuşulmamış  bu travma ya da sorun beş ya da elli beş yıl önce yaşanmış olabilir.”(a.g.e., s.52, 1998).

“Pembe bir battaniyeye sarıldığımız o ilk günlerden başlayarak ailedeki bireyler, bir yandan gerçek kendimiz olmamız yönünde  bizi desteklerken, öte yandan bilinç dışında, bizi birtakım nitelikler edinmemiz, belli davranışlarda bulunmamız, bazı davranış ve özelliklerimizi de kısıtlamamız ya da yadsımamız yönünde iterler. İnsanlar, çok karmaşık ve çeşitli bilinç dışı nedenlerden dolayı, kendi çıkarları için, bizim belli bir biçimde olmamızı isterler. Yaşantımız boyunca, ilişkilerimizin sürebilmesinin, ailemizin bütünlüğünün, bizim şöyle ya da böyle olmamıza bağlı olduğunu öğreniriz. Kendimiz de bilmeden, başkalarına böyle iletiler göndeririz.” (a.g.e., s.29, 1998).

Oysa der Herriet Lerner: “En basit düzeyde ‘ben olmak’ demek, ilişkilerde başkalarının istediği, gereksinimi olan, beklentilerine uygun kişi olmak değil, iyi kötü kim isek o olmaktır. Bu aynı zamanda başkalarına da bu izni vermek anlamına gelir”(a.g.e., s.29, 1998).

Gerçek bir benlik oluşturmanın ölçeğini ise, -ki bu aynı zamanda bizim diğer insanlarla yakınlaşabilme ölçeğimizdir-, aşağıdaki koşulları gerçekleştirebilmekle eş tutar Lerner:

“*Güçlerimizi ve zayıflıklarımızı dengeli bir biçimde görebilmek,

*Düşüncelerimizi, değerlerimizi ve önceliklerimizi açık bir dille belirtmek ve davranışlarımızı onlarla tutarlı bir biçimde sürdürmek,

*İşler oldukça yoğunlaşsa bile, bizim için önemli olan insanlarla duygusal bağlarımızı sürdürmek,

*Güç ve acı verici konuları ele almak ve bizim için önemli olan durumlarda tavrımızı ortaya koymak,

*Farklılıklarımızı dile getirmek ve diğerlerinin de bunu yapmalarına izin vermek.”(a.g.e., s.41, 1998)

Her bireyin, benliğindeki bu kriterleri gerçekleştirme ölçeğinin yüksekliğine göre sorunlar karşısında ya sorundan uzaklaşma ya da sorunun üzerine gidip çözme arasında değişen bir takım tepkilerinin  olacağını belirtirken, bunlardan en çok baş vurulan tepkinin ise en kolay olması bakımından ‘uzaklaşma’ olduğunu ileri sürer.

“Çoğumuz, yakın ilişkilerimizdeki yoğunlukla başa çıkmanın yolunu uzaklaşmakta buluruz. Örneğin anne babamız ya da diğer aile üyeleriyle yakınlığın getireceği ağır duyguları yaşamaktansa başka bir kente ya da ülkeye yerleşmeyi seçeriz. Aynı evde onlarla birlikte yaşıyor isek de, yüzeysel konuşmalarla, az şey paylaşarak, bazı konularda tümüyle kaçınarak, duygusal olarak kendimizi çekeriz.”(a.g.e., s.59, 1998).

“Uzaklaşarak, yoğun tepkiselliğin dışına çıkıp, düşünebilir, plan yapabilir ve yeni davranış biçimleri geliştirebiliriz. Ancak çoğunlukla, dönüşü olmayan bir uzaklık ve kopukluğun içine girerek, ana konular ve sorunlar üzerinde düşünmeyiz. Kısa dönemde en az acı veren ve en kolay çözüm bu olabilir –ama o çözülmemiş olan ya da üzerinde düşünülmemiş olan şey her ne ise, bir sonraki ilişkimizde yine sorun olarak ortaya çıkabilir. Kısa dönemli bir rahatlık için uzun dönemli bir bedel ödenmiş olur.(a.a.e., s.59, 1998).

Kitapta ayrıca, birçok yaşanmış deneyimden yola çıkarak, değişik ilişkilerle ilgili yaptığı çözümlemeleri bizimle paylaşıyor Herriet Lerner. Bu arada toplumda kadınların ‘ben’ olabilme süreci ve yaşadıkları sorunların erkeklere göre çok daha farklı bir tarihsel süreçten geçtiğini irdeleyerek, bu noktada kişisel örnekler ve istisnalar bir yana, değişimi gerçekleştirebilme  gücünün erkek ve kadın cinsiyeti açısından farklılıklarının olduğunu söylüyor.

Bu konuda kadının değişimi gerçekleştirme gücünün erkek egemen bir dünyada erkeğe göre oldukça zayıf kaldığını belirten Lerner, “tarih boyunca, geçmiş  ve gelecek kuşaklar arasındaki bağı sürdürme işini hep kadınların üstlendiğini” bununla beraber, bunu ne yazık ki çoğunlukla benlik saygılarından ödün vererek, ekonomik güvencelerinin temeli olan kişisel ve mesleki amaçlarından ödün vererek ve de bizzat kendileri pahasına yaptıklarını irdeliyor.

Son söz diye başlık attığı bölümde ise şunları söylüyor Lerner: “Kadınların kendi yaşamlarını planlamaları kuşaklar boyu desteklenmediği gibi, önceki kuşakların öğretisi nedeniyle kadınlar kendilerini güçlü değişim unsurları olarak göremezler. Gerek bireysel, gerek toplumsal alanda, kadınlar değişiklik başlatmak için yeterince güçlü olduklarını düşünmezler. Peri masallarında olduğu gibi, kurdun dişleri arasında ya da cam tabutun içinde çaresiz kaldığımıza inanırız –ta ki yakışıklı prens gelip bizi kurtarana kadar! Bize, gerçek dünyada erkeklerin egemen olduğu ve değişiklikleri onların yaptığı, cinsimizin edilgen ve bağımlı olduğu öğretilmiştir” (a.g.e., s.206, 1998).

“Tarih içinde kadınların anne olarak belli bir güçleri olmuşsa da, annelik yapacağımız koşulları, annelik kavramı çerçevesindeki inanç ve düşleri, ‘iyi annelik’ kuramlarını, bizler oluşturmadık. Bugün bile Amerika’nın en çok satan çocuk bakımı kitaplarının yazarlarından; Dr. Spock ve Dr.Brazelton’a eş değer bir kadın örneğimiz yoktur.”

Lerner’e göre, aradaki bağlar açıkça görülmese de kişisel değişim, toplumsal ve siyasal değişimden ayrı düşünülemez. Eşitsizlik ve adaletsizlik olan bir ortamda yakın ilişkiler yeşeremez. Kadın bu eşitsiz ve adaletsiz konumundan dolayı bir ilişkide değişme ve değiştirme gücü açısından da erkekle aynı seviyede değildir.

 Her ilişkimizin karşılıklı küçük adımlar atılarak yapılan bir dans olduğunu belirten yazar, yürütemediğimiz danslarda ancak kendimizi değiştirebilip denetleyebileceğimizin altını çizerken, bu değişim gücümüzün ne yazık ki,  kadın ya da erkek olmamıza göre farklılık göstereceğini belirtmektedir: “ilişki  içindeki herkesin yeni adımlar atma gücü eşit değildir. Anne-babalarına bağımlı olan küçük çocuklarda yetişkinlerde olan yeni bir dans yaratma gücü yoktur. Ya da yalnızca kocasının varlığı nedeniyle yoksulluktan kurtulmuş bir kadının gücü eşinin gücüne eşit değildir.”

Lerner, kadınların ilişkilerinde kendilerine düşen sorumluluğu ve rolü tam olarak üstlenebilmeleri için  toplumsal yaşamın her boyutunda, kadınlara gerçekten değer verilen ve erkeklerle eşit konumda oldukları bir geleceği beklememiz gerektiğini belirtirken, ancak bu koşullarda  kadın ve erkek tüm yakın ilişkilerinde  bambaşka bir boyut yakalayabilecek ve daha uyumlu ilişkilerde bulunabileceklerdir.

Lerner ve  kitabı “Danseden Benlikler” i bu şekilde tanıttıktan sonra şunları eklemek istiyorum. Reçetelerle ilişkilerdeki problemlerimizi  tam olarak çözmenin mümkün olamayacağını hepimiz biliyoruz. Bazen sorunun nereden kaynaklandığını anlasak bile elimizin kolumuzun bağlı olabildiği, kıpırdayamaz halde kalabildiğimiz  durumlar olabiliyor. Çoğunlukla  sorun söylenen ya da söylenmeyen bir söz olabildiği gibi, bazen de olmadık zamanda olmadık şekilde gösterilen tepkilerden kaynaklanabiliyor. Hele de kişiler bu tepkilerin arka planını ve hangi koşullarda o şekilde  tepki vermek durumunda kaldıklarını konuşarak birbirlerine açıklayacak kadar yakınlık kuramamışlarsa, bunu birbirlerine iletebilmenin bir yolunu bulamıyorlarsa, işte o zaman  küçücük sorunlar birikerek dağ gibi büyür ilişkilerimizin önünde ve işin içinden çıkılmaz hale gelinir.

Bu açıdan, reçetelere inanmazsak bile, yine de önce kendimizi iyi tanımanın ve sağlam bir benliğimizin olmasının, sonra da insana dair farklı deneyimler ve sorun çözümleme konusunda değişik kaynaklardan yararlanmanın, bilgilenmenin mutlaka ki kişisel deneyimimize faydası olacağı kanaatindeyim. Böylece sorunlarımıza daha geniş bir perspektiften bakabilir  ve çözüm için daha zengin açılımlar sağlama öngörüsüne sahip olabiliriz. Bunun da çözümü  kolaylaştıracağı kesindir.

Öyleyse okumaya değer, ne dersiniz?..

 

*Yrd. Doç. İ.Ü İktisat Fakültesi

1079500cookie-checkDans eden benlikler…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.