Denizleri yaşatmak, yaşamak

Nuray Sancar / EVRENSEL – Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşımları kitabına 1895 yılında yazdığı ön sözde Engels, 1849 yılında bile barikat savaşlarının büyüsünü yitirdiğini yazar. Paris proletaryasının bağımsız bir sınıf olarak ayaklandığı ‘Sokak savaşlarının klasik çağında bile barikat savaşlarının etkisi maddi olmaktan çok maneviydi’ diye vurgular. Barikat mücadelesinin zamanının geçmesine ilişkin bir dizi gerekçe sıralar Engels, bir kısmı silah sanayiindeki teknik gelişmeler ve kentlerin düzenine yönelik müdahalelerle ilgilidir ama daha çok, sınıfların karşılıklı mevzilenmeleri üzerinde durur. Bütün sınıflar bu savaştan sonra değişmiştir. Orta katmanların tümü artık eskisi gibi topluca proletaryanın etrafında toplanmayacak, halk her zaman bölünmüş görünecektir. Şöyle devam eder: ‘Eğitim ve mülkiyet ayaklanmaların üzerine yürüyen askerleri selamlıyor… asker barikatın arkasında artık ‘halk’ı değil kışkırtıcıları yağmacıları… toplumun döküntülerini görüyordu…’

Bir tarihsel yenilginin ardından çıkarılan dersler önemlidir. Marx ve Engels gerek 1848 devrimleri gerekse 1871 Komününden sonra bu dersleri çıkardılar. Devrimci sol hareketin, hesaplaşma ve öz eleştiri pratiğini zemin alarak güncel ve yakın mücadelelerin taktiğine alan açma alışkanlığı o zamanlara dayanır.

Türkiye sol hareketinin geçmişle hesaplaşma yapmadığına ilişkin yine bir kısım ‘sol’dan gelen iddialar da bu bakımdan mesnetsizdir. Deniz Gezmiş ve arkadaşları siyasi bir örgüt oluşturmaktan önce bu işlevi de görmek üzere ‘ordulaşmış’ bir hareketin liderleriydiler. Bu onların siyasi bir görüşü olmadığı anlamına gelmiyordu elbette. Hüseyin İnan’ın Türkiye Devrimi’nin Yolu broşürü dönemin bilgi birikiminin zirvesinde yer alır. Gelgelelim bu broşürde şaşırtıcı yetkinlikte sınıf analizleri bulunmasına rağmen Denizlerin THKO’sunun esas yönelimi ve aynı zamanda hatası, sınıf içinde örgütlenmeye ağırlık vermek yerine silahlı mücadelenin yarattığı etkiyle ortaya bir halk ayaklanmasının çıkabileceğine inanmaktı. Toplumsal sınıfların o dönem hareket halinde olmasının da payı vardı bu kanının oluşmasında. Öte yandan Küba ve Çin devriminin özel biçimiyle Türkiye’deki koşullar arasında benzerlikler bulmak üzere şekillenen teorik birikimin.

Ama 12 Mart’ta Denizler idam edildikten ve sayısız devrimci cezaevlerine atıldıktan sonra gelişen süreçte bu konuda öz eleştirisini veren ve mealen ‘Silahlı mücadele büyüsünü kaybetti’ diyen tek hareket de onlarınki oldu. Silahlı mücadele başlıca değil, mücadele yöntemleri içinde bir yöntem, gerektiğinde başvurulacak bir rezervdi artık. Halk adına birkaç genç silahlı devrimcinin üstlendiği mücadelenin başarı şansı yoktu, işçi ve emekçileri devrime hazırlamak mücadelenin esası olmalıydı.

Bir hesaplaşma da emekçilerin sağ-sol kavgası olarak kodlaması için yoğun bir propagandanın yapıldığı 12 Eylül cuntasından önceki ‘sivil faşist çeteler’le sokak kavgaları içinde sosyalizm mücadelesi yıpranırken devletin asker kıyafetiyle tazelendiği zaman da yinelendi. 12 Eylül ile birlikte halk cuntacıların baskısı altında ya sessiz kalmakta ya da onları onaylamaktaydı. Ancak ‘ordu’ yapılanmasının siyasi bir örgüte dönüşme işi de o kadar kolay değildi.

Köprünün altından elbette çok sular aktı. Ancak eylem biçimlerine ilişkin anlayışlar arasındaki mücadeleler sürmeye devam ediyor. Türkiye solunun değişik damarlardan gelen akımları bunu en çok 1 Mayıslarda yaşıyor. Aslında 1 Mayıslarda Taksim tartışması olarak beliren gündem birlik, halk, taktik ayrılıkların en kristalleştiği biçim olması bakımından önem teşkil ediyor. Yoksa bu tartışmalar bir araya gelmeyi zorlaştıracak kadar yaygın. Emekçileri bir fikre kazanmak gibi zahmetli bir işi, kendi mahallelerindeki ya da işyerlerindeki emekçileri çoluk çocuk ‘meydanlara’ götürme gayretini yeterince ‘cesaretli’ bir faaliyet olarak görmeyen solcular için 1 Mayıs, yitirilmiş büyünün hep aynı sonuçsuzlukla aynı yerde arandığı bir fetiş durumunda. Bu pozisyondan herkesi korkaklıkla, Taksim Meydanı’nı terk etme basiretsizliği göstermekle suçlamak da kolay. Bu yıl da Taksim’e çıkanlara yönelik polis gözaltıları cesaretin kanıtı olarak gösteriliyor.

Örneğin bu 1 Mayıs’ta Evrensel Yazarı Ayşen Şahin’in Maltepe Meydanı’ndan attığı danslı-neşeli tivite, Taksim’e girmeye çalışırken gözaltına alınanlar hakkında bir şey demediği için çemkiren, kızan solcuların ifradı da ibretliktir. Kendi yanlış siyasetlerini Maltepe’de toplananlara bir diyet olarak yükleme cüreti düşünülmeye değer bir konu çünkü.

Taksim terk edilmiş bir alan olamaz.1977 katliamıyla oradan sürülen işçi ve emekçiler geri dönme gücünü kendilerinde bulduklarında yeniden sahiplerine dönecektir mutlaka. Ama şimdi ölümlerinin 50. yılında Denizlerin cesareti ve adanmışlıkları kadar, yoldaşlarının onların eylemlerinden çıkardıkları sonuçları ve Engels’in sözlerini hatırlamakta yarar var. Taksim’i emekçilerin doldurduğu meydanlarla sararak, her alanı Taksimleştirerek kuşatma zamanındayız. Cesaret gerçek anlamını böyle kazanacak; bireylerin değil, kitlelerin; sınıf adına yol alanların değil sınıfta billurlaşan insan cesareti.

Demek ki Denizlerin idamının 50. yılında tartışılacak, hesaplaşılacak çok konu var ortada. Anıları her değişen koşula uygun mücadelenin, her dönemeçte çıkarılan derslerin içinde yaşatılabilir ancak, ve öyle yaşanır.

2604190cookie-checkDenizleri yaşatmak, yaşamak

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.