KRALİÇE VE BEN

Birkaç gün önce İstanbul’dan çok güvendiğim bir dost aradı. “Yazılarım çok mu ham?” diye sordum. Yok, dedi. “Ham değil de eski moda örneklerle dolu”. Dedim, doğru söylüyor. Madem öyle, gel böyle, bari bu yazıda maziye gömülmeyeyim.

Başlık, o ünlü müzikali çağrıştırıyor değil mi? Sanki “Kral Ve Ben” der gibi, “Kraliçe Ve Ben”. Yok, bu öyle romandan tiyatroya, müzikalden filme filan uyarlama değil. İnanmayacaksınız ama  tam bir rezalet, hatta karabasan. Kime anlatsam, uyduruyorsun deyip gülüyor. Bense gülecek hiçbir şey bulamıyorum.

The King And I

Covid-19 sebebiyle karantina (lockdown) kararı alınınca ve neredeyse bütün dünyaya kabus gibi bir karamsarlık çökünce, kendi kendime “tamam” dedim, “sonun geldi işte”. Çalıştığım lokanta kapandı. İş yok, güç yok. Bankada birikmiş para yok. Kirayı nasıl ödeyeceksin? Yakında haciz gelirse şaşma.

Hemen bir iş bulmalıydım. Öyle bir çaresizlik ve işsizlik dönemi ki “ne olsa yaparım abi” cinsi bir ekmek kapısı bulmak duayla bile mümkün değil. Gazetelerde, internette iş aramaktan gözlerim şişti ama kuytu bir köşede bir ilana rastladım. Pire kadar harflerle yazmışlar. Resmi ilan ama resmen saklamışlar gibi.

“Regents Park Office – Queen Mary’s Garden Work Offers”.

“We are looking for volunteers to help with a wide range of tasks including planting, weeding and pruning. Some gardening experience would be beneficial but is not essential. You must be at least 18 years old. Free lunch.”

Meali: “Budama,  ot yolma ve ayıklama gibi görevlerde yardımcı olacak gönüllü enayi arıyoruz. Deneyimliyseniz şahane olur ama olmasa da olur. 18 yaşı aş da gel. Beleş öğle yemeği.”

Vallaha kaçmaz fırsat. Bu işler böyledir. Önce “gönüllü” diye alacaklar, deneyimli olunca kadroya geçerken önceliğim olacak. Öğle yemeği de cabası.

İlkin yazılı sınav yaptılar. Zaten toprağı canlandıracak azot, fosfor, potasyum, ne gerekliyse bütün okumalarımı tazelemiştim. Allahtan test gibi, beş seçenekten birini işaretliyorsun. Ama sözlü mülakat çok zor. Organik gübreyle suni gübreyi tadına bakarak ayırt etmeni bekliyorlar. Organik gübreyi de polis atlarının ahırlarından topluyorlarmış. Bir an dedim “oğlum gel vaz geç bu işten”, sonra dedim “işin ucunda ekmek var, dayan lan”.

Hakiki at gübresi, lezizmiş

Geçtik son aşamaya, sabıka kaydı için form doldurttular. Üç gün içinde soruşturmam tamamlanmış, temiz çıkmışım. En çok buna sevindim. Arabayı o kadar çok yanlış yere park etmiş ve ceza ödemiştim ki, meğer park cezası sabıka kaydına dahil değilmiş.

Telefon mesajıyla çağrıldım. 15 gün oryantasyon (adaptasyon) dönemi olarak deneyecekler, sonra “beğenirlerse” gönüllü olarak maaşsız işe alacaklar.

Sabah saat sekizde Regents Park’taki ofise gittim. Ofis dediğime bakmayın, basit bir depo. Bahçıvan tulumu verdiler. Üstümü değiştirebileceğim bir köşe gösterdiler. Tek acemi ben olacağım zannediyordum. Bir İngiliz, bir de Polonyalı var. Benden en az 20 yaş gençler. Önceden gelmiş, giyinmişler. “Namık Kemal fıkrası” gibi değil mi? “Bir Türk, bir İngiliz, bir Fransız” yerine bir Polonyalı. Birazdan göreceksiniz fıkrayı da, dünyanın kaç bucak olduğunu da!

Bu işlerde kaşarlanmış olduğu her halinden belli siyahi kıdemli biri geldi. Sabah erken ama adam doğuştan yorgun. Umursamaz bir tavırla yeni çıkarılmış kimlik kartlarımızı verdi. Kolye takar gibi boynumuzdan geçirdik. Eliyle yerdeki kürekleri işaret etti. Birer kürek aldık. Sonra hepimize birer bahçıvan makası verdi.

Regents Park

Regents Park muhtemelen dünyanın en büyük parkı. İçine iki Rize, bir Çayeli sığar. Yürü yürü vardık Queen Mary’s Garden’a. Kırk çeşit gül var. Hepsi bakımlı. Bizim bakmamıza gerek yok. Yine de ufak tefek budama işlerini yapmamız için her birimiz ayrı bir parsele yönlendirildik.

Kimlik kartının en üstünde “The Royal Park” yazılı. İngiliz arkadaşa sordum, biz Regents Park’ta işe girdik, neden böyle yazılı, dedim. “Bu parkların hepsi kraliyete bağlı” deyip kestirip attı.

Öyle birkaç günün ardından dostluklar başladı ama zorunlu dostluk. Beleş öğle yemeği, meğer iki dilim tost ekmeği, ortada defter yaprağından daha ince doğranmış peynir ve ancak mikroskopla görebileceğin kadar maydanoz. Mecburen evden ekmek arası bir şeyler getiriyoruz, bölüşüyoruz ama İngiliz bizim gibi yapmıyor. Pizza ısmarlıyor. Bisikletli taşıyıcılar sıcak sıcak ayağına kadar getiriyor.

Bir gün bana da ikram etmeye kalkıştı ama almadım. “Halal halal Ali Baba” diye aklınca kafa bulmaya kalkıştı. Bana “Ali Baba” diyorlar. Adımı sorduklarında Sedat, diyorum. Dilleri dönmüyor. Sidaaat” diyorlar. “Sidaaat” yerine Ali Baba daha mantıklı.

Bu İngiliz ne olsa “FCUK FCUK FCUK” (fak fak fak) diyor, başka bir şey demiyor. Bir gün “la o’lum FCUK ne demek” dedim. “Özür dilerim, siz beni yanlış anlıyorsunuz, French Connection United Kingdom abi” dedi. Ulan dedim, YES diye bir rock grubu vardı, klavyecisi Rick Wakeman televizyonda beş yıl önce şikayet ediyordu, herkesin üzerinde “fcuk” yazıyor, “bu nasıl nesil?” diyordu.

Meğer bu çocuk da YES hayranıymış. Başladı şakımaya. Davulcusu şöyle, gitarcısı böyle. Dedim, ben o gitarcıyı iki ayrı konserde izledim. Bu defa “fcuk” demeyi bıraktı, başladı YES YES YES demeye.

Progressive Rock Band YES

Gelelim Polonyalıya. Londra’da Polonyalı çok sayıda gitar öğrencim oldu. Kibar ve medeni insanlar. Bizim arkadaş da öyle ama Rambo gibi dayılanma emareleri de var. İngilizcesi benim gibi kıt. Yine de İngiliz çocukla arkadaşlığı ilerletmeye çalışıyor. Çünkü İngiliz çocuk gül bahçesinde ot yolarken bir yandan da ot sarıyor. Bu Polonyalı da yanaşıp otlanıyor. Ben reddettiğim için bana biraz soğuk ve uzaklar. Kokusu iğrenç, midem bulanıyor.

Derken bir sabah bu otçular bağırarak tartışmaya başladılar. Kokudan kaçtığımdan ben 50 metre ilerdeki gülleri buduyordum. Mevzuyu duyamıyorum ama arada bir para lafı geçiyor. Derken ciddi ciddi yaka paça tutuşup burunları tokuşacak kadar dikleşmeye başladılar. İtişme kakışma, yumruklaşma gecikmedi. Ayırmak için koştum, girdim aralarına. Polonyalı yerden kaptığı küreği sağ yanımdan başıma bir yapıştırdı ki güllerin üzerine secdedeyim.

Öyle ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Baktım İngiliz çocuk beni ayağa kaldırmaya çalışıyor. Polonyalı “sorry, sorry” deyip af dileniyor ama kendinde değil. Bizim kıdemli siyahi adam koştu. “Salak mısınız?” der gibi, toparlanın işareti yaptı. Toparlanmaya başladık ama benim kulağımda öyle bir çınlama var ki konuşulanların yarıdan çoğunu duymuyorum. Zaten %25 işitme kaybım vardı. Aha şimdi %75’e çıktı. Tamam dedim, artık Beethoven oldum, yakında hiç bir şey duymam.

Birden parka kara bir minibüs girdi. Siyahi kıdemli abimiz endişeyle minibüse doğru koştu. İçinden takım elbiseli biri indi. Konuşmaya başladılar. Bizim İngiliz oğlanı çağırdılar. Bize de olduğumuz yerde bekleyin gibi bir işaret yaptılar. Polonyalı “sorry sorry” demeyi kesti, “deport deport” diyor başka bir şey demiyor. Lan, ne sınır dışı edilmesi, dur bir anlayalım meseleyi!

Takım elbiseli adam boynunda asılı kimlik kartını arkadaşımıza gösterdi. Bizim bebe nezaketen şöyle bir bakacağına iki saat kimlikteki bilgileri kontrol ediyor. Nerdeyse ayakta tahsilini tamamlayacak. Gönüllü bahçıvan değil de zat-ı muhterem bir diplomat gibi efeleniyor. Adam elindeki tabletle bizim oğlana bir şeyler gösterdi. Beraber okudular. Siyahi abimiz çok üzgün olayları izliyor.

Derken arkadaş yanımıza doğru koşmaya başladı. Polonyalı “deport deport” diye diye geri geri çalıların arkasına yürümeye başladı. Hani İngiliz “deport” dese bizim Polonyalı depara kalkıp Usain Bolt’un rekorunu elinden alacak.

İngiliz, “toparlanıyoruz” dedi, “Buckingham’a gidiyoruz”. Ben de deport’a öyle bir şartlanmışım ki dedim, “uçak ordan mı kalkacak?”. “Ne uçağı ya, Buchingham Palace’a gönderiyorlar” dedi. Niye dedim, hani burada işe alınmıştık. Takım elbiseli adam tabletten imza attığımız sözleşmeyi göstermiş. “The Royal Park” denince bir sürü park ve mezarlığı da kapsıyormuş. Ot yolmaya ölü yıkamak ve gömmek de işe dahilmiş der gibi baktı bana. O kara minibüse atlayıp paşa paşa yola koyulduk.

Buckingham Palace

İngiliz ağlamaklı gibi. Nedenini sordum. “No smoking man” (cigara yok) dedi. Polonyalı yatışmış ama onun da işine gelmiyor. Bir ben memnunum. Yürüyerek eve 60 dakikada varırım.

Derken elimi kulağıma bir attım, topak topak kanlı çamur. Polonyalı bir paket hiç açılmamış kağıt mendil verdi. Telaştan paketi açamıyorum. Polonyalı açtı, başladı yine “sorry sorry”. Ulan dedim, bana niye kürekle vurdun. “Siz dün YES YES YES diye konuşunca zannettim bir olup beni devireceksiniz”. Allahın salağı, seni niye devirelim, burada ekmek kovalıyoruz.

Minibüsün en önünde oturan takım elbiseli soğuk adam birkaç ıslak mendil uzattı, yüzümü  silmemi istedi. Polonyalı cep telefonuyla fotoğrafımı çekip gösterdi. Bir baktım ki anam, babam yüzümde yüzlerce gül kıymığı, diken ve kan. Islak mendili her sürdüğümde kıymıklar, dikenler geçmiş günahlarımın hesabını soruyor.

Buckingham Sarayı’na vardık ama içeri alınmıyoruz. Arka kapının elektronik güvenlik cihazında arıza var. Arıza giderilmeden izin vermiyorlar. Takım elbiseli amir beyefendinin cakası burada geçmiyor. O da bizim gibi bekliyor. Bu ara üçümüz de açlıktan ölmek üzereyiz. Öğle yemeği kürek kavgasıyla atlatıldı.

Güvenlik cihazını tamir edemediler. Meğer sarayın kırk kapısı varmış. Birinden içeri aldılar ama cep telefonlarını vermediler. Fotoğraf filan çekmemiz yasakmış.

Buraya transferimizin sebebini de öğrendik. Bizden önce burada çalışan üç Rus bahçıvan aynı tarihte işe alınmışlar. Güvenlik kontrolünde çantalarında kayıt cihazına benzer bir şey bulmuşlar. Ne olduğunu anlayamamışlar ama onları bizim Regents Park’a göndermişler. Biz de artık onların yerine buralı olacakmışız.

Arka bahçede ot yolma, gül budama, gübrelerle toprak üzerinde sanatsal değeri yüksek muhtelif desen çalışmalarına başladık. O amir zannettiğimiz takım elbiseli adam yine başımıza dikildi. Elime bir süzgeçli sulama kovası tutuşturdu, gülerek ikinci kat balkonunu işaret etti. Ben çeşmeye doğru yöneldim, su doldurup balkondaki saksıları sulayacağım. Amir, “suyu yukarda doldurursun, merdivenleri ıslatma” dedi.

Aldı mı beni bir korku. Kim bilir kimin balkonu. Biraz sakarlık da var zaten. Merdivenden iner çıkarken ya bir yere çarpıp zarar versem, işte o zaman “deport” armağan olur. Ömür boyu zindanlarda çürütürler adamı. Elim ayağım titremeye başladı.

Bahsi geçen merdivenler

Neyse öyle titrek titrek, ürkek ürkek yukarı çıktım. Bizim genelkurmay başkanlarından daha cakalı kostümlü, hemi de beyaz eldivenli bir adam dünyanın en yüksek kapılarından birini açıp balkonun yolunu gösterdi. İçeri girdim. Arkamdan kapı sessizce kapatıldı.

Anam vay, şaka gibi, içerde kraliçe makyaj masasına oturmuş dudağına bir şey sürüyor. Rüyamda görsem inanmam. Sırtı bana dönük. İnşallah beni görmez diye, parmaklarımın ucuna basarak çıt bile çıkarmadan balkona yürüdüm. Saksıları sulayacağım. Kovayı kaldırdım, eğdim, bir damla su akmıyor. Hatırladım, bahçede doldurmamıştım ki.

İyi de, çeşme, musluk, her neyse işte kim bilir nerede? Kraliçeden başka kimse yok içerde, kime sorayım? Bizim İngiliz bahçede uzanmış bana bakıyor. Tarzan gibi ellerimle işaretleşerek kovayı gösterip, nerede dolduracağım, diye sormaya çalışıyorum. Hani öğretmen “bilenler parmak kaldırsın” diye sorar ya, bizimkisi de bana öyle parmak kaldırıyor ama orta parmağını kaldırıyor. Bir anlam veremedim. O parmakla hiç istikamet tarifi yapılır mı?

Odada dört ayrı kapı var. Hani tasavvufta dört kapı varmış ya (Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat Kapıları), benim için tek kapı var Ahiret kapısı. Ölsem kurtulsam diyorum. Öyle bir ter içindeyim ki terim kovaya dökülse bütün bahçeyi sulamaya yeter.

Son bir gayretle kendimi toparladım, “teyze” dedim, “çeşme nerede”. Oldukça kibar ama biraz da sinirli bir edayla “What does TEYZE mean? diye sordu. “Kind of EKSELANS HAZRETLERİ in Turkish Bazaar” dedim. Güldü, banyoyu gösterdi.

Gittim, doldurdum. Şeker hastasıyım ya neredeyse altıma kaçıracağım. Ama banyoyu da bulmuşken hacetimi gideremiyorum. Bakarsın yargılayıp asarlar.

Kovayı yarıya kadar doldurdum. Su dökülür filan, al başa belayı. Balkondaki saksıları sakına sakına suladım. Tam çıkıp gideceğim. Kraliçe beni çağırdı. Elbise deniyor, eli yetmiyor, “sırt fermuarını yukarı doğru çeker misin?” dedi. Allahım, vallahi de billahi de bunlar gerçek olamaz. Ya da tuzak.

Ellerim titremiyor, deprem olmuş da sürekli zangırdıyor. “Alzheimer mısın?” diye sordu. Evet, dedim, doktorlar “son üç günün kaldı”, dediler. Vasiyetimi ve cenaze planımı da imzalattılar. “Ellerim titriyor, fermuarı çekemeyeceğim” dedim. Kaşlar çatık döndü, ama birden yumuşadı. “Aaa sizin kulağınız kanıyor” dedi. İşte şimdi “bittim”, dedim. Yaralar açılmış, bu halde burada mesaide olmanın bedeli ağır olacak.

Bir başka odanın kapısına doğru yöneldi, açtı kapıyı. Meğer oda kapısı değil, dolap kapısıymış. Koleksiyon rafları gibi en fazla üç parmak yüksekliğinde kırk çekmecesi olan bir dolaptan pansuman bezi ve tentürdiyot gibi malzemeler çıkardı. Yanıma geldi, doktor gibi yumuşakça dokunurken, birden elini çekti.  “Kulağınızda çamur var, derhal banyoya” dedi.

Makyaj masasına gitti. Masa ayağındaki bir zile bastı. O beyaz eldivenli adam ana kapıda belirdi. Hanımefendi beyaz eldivenli görevliden havlu istedi. Ben el yüz havlusu bekliyordum. Bornoza kadar dört kat krem renkli havluyu banyoya bıraktı. Hani Muhammed Ali ringe çıkarken giyer ya, öyle banyodan çıkmadım. Hemen bahçıvan tulumunu geri giydim.

Kraliçenin kocası Prens Philip o zamanlar henüz hayattaydı. Ya bütün bunları duyarsa, beni ne hale getirirdi. Yahu bırakın şimdi 99 yaşındaki Philip’i bu odada mutlak gizli bir kamera vardır. Ne bir tane kamerası kardeşim, en az 10 gizli kamera vardır. Eşime, çocuğuma, dostlara durumu nasıl açıklayacağım? Ömür boyu duş almasaydım da bu durumlara düşmeseydim.

Bu arada kraliçe bir başka elbise deniyor. “Bunu nasıl buldun”, der gibi “kumaşı tanıdın mı Ali Baba?” diye sordu. Bana Ali Baba dendiğini de nereden biliyor? Demek istihbarat bizden önce ulaşmış. Uzatmayalım. Evet” dedim, “geleneksel beyaz Şile bezi”. Müthiş zarif duruyor. Memleketten bir terzinin elinden çıkmış olduğu hemen belli oluyor. Yakaya Nazilli basmasından incecik bir şerit eklemiş.

Şile efsanesinden bir başka örnek

“Sence oldu mu” gibi bir soru sordu. Göğüs bölgesi epeyce açık olduğundan “fazla genç işi” demek istedim. Bu rezalet İngilizceyle nasıl bir cümle kurduysam, kendisini çok genç bulduğumu zannetmiş olmalı ki hafif bir tebessümle, “thank you” dedi.

Makyaj masasının yanında üç boy aynası var. Biri tam ortada, diğer ikisi 45 derece açıyla bitişik. Böylelikle aynı yerde durduğunuzda elbisenin sağını solunu da görebiliyorsunuz. Derin sırt dekoltesinin bittiği yere iki de arka cep eklemişler. Cep kenarlarında da aynı Nazilli basmasından serçe parmak inceliğinde şeritler var.

Elbisenin arka kısmına bakarken beni çağırdı. “Cepler çok buruşuk duruyor, elinle düzeltir misin’ dedi. “Ekselans Hazretleri bu kumaşın özelliği böyle. Ahşap el tezgahlarında İngiliz kıvrağı denilen bükümlü pamuklu iplikle dokunuyor. Bu yüzden ütüsüz gibi durur. Yurdumda çok sevilir” dedim. “Ne diyorsam onu yap” diye bağırdı. Sonra da “Stop it, Stop it” gibi bir şeyler fısıldadı. İki adım arkaya kaçtım. Tekrar “Stop it, Stop it” diye fısıldayınca birkaç adım daha geriye gittim. Bu defa “STOP IT, STOP IT”  diye bas bas bağırmaya başladı.

Tablolar

Arka arka uzaklaşırken olan oldu, başımı duvarda asılı tabloya vurmuştum. Ya kulağım hala kanıyorsa ve tabloya kan bulaşmışsa! Vallahi milli felaket. Ankara Kalesi’yle Kız Kulesi’ni satsak ödeyemeyiz. Kaleyi kuleyi kim satacak? Beni kurtarmak için kimse kılını bile kıpırdatmaz. Herhalde artık idama giden yoldayız, dedim kendi kendime.

“Allahım beni ne zaman kurtaracaksın” diye yalvarıyorum. Yukarda olsa beni mutlak duyardı. Bütün inancım sıfırlandı. Artık cehennemde yanmak benim için yaz tatili. Hani hep şarkı, türkü sözlerine sığınırım ya, aklıma tek gelen şey, “Her şey bir rüya olsa / Unutarak uyansam”.

Sonra teyze “Ne diyorsam onu yap” diye tekrar bağırmaya başladı. “Ceplerle sınırlı kalma, demokratik teamüllere uygun bir şekilde bütün buruşukluklara eşit davran” dedi.

İşte şimdi bütün kozlar elimde, dedim içimden.

“Efendim ben zaten günümüz demokrasisine inancımı yitirmiş durumdayım. Genel oylamayla vekil, nâzır ve vezîr-i âzam seçiliyor. Uzaylı gibi yeryüzüne intibak sorunu yaşayan kimseler boşa başa getiriliyor.

Halbuki avanta yemekten yorulmayanlar değil de, emekle meziyet edinmiş meslek erbabı, ilgili bakanını seçse çok daha hayırlı olur. Farzımuhal Sağlık Bakanı’nı Tabipler Birliği, Sanayi Bakanı’nı Mühendisler Odası, Eğitim Bakanı’nı Eğitim Sendikaları, Adalet Bakanı’nı Barolar Birliği seçse çok daha adaletli olmaz mı?

Hastanenin baştabibini doktorlar seçmeli. Bana neden sorsunlar ki? Bakın bu odadan kaçabilecek bir bahaneyi bile uydurmaktan acizim. Kifayetsiz kimseler kıyafet dikecek olduklarında kumaş israfı doğduğu gibi biçimsizlik kanıksanıyor. Ütü tutmaz bir bezdeki buruşukluğu nasıl düzelteyim?”

“Sen şimdi monarşiyi de sorgularsın, çık dışarı” deyince Milli Piyango’da büyük ikramiye vurmuş gibi oldu.

Aşağı indim. bizim İngiliz bebe yanıma koştu.

“Kadıncağınızı ne diye STUPID, STUPID diye bağırttın? Ne oldu yukarda?” diye sordu.

“Ben zannettim STOP IT, STOP IT diyor. STUPID ne demek lan” dedim.

“Hiiiç” deyip ekledi: “PARLAK ZEKA demek”.

_____________________

* Yukarıda okuduğunuz kurgu yazının yanı sıra müzisyen de olan yazarımızın diğer çalışmalarına https://sedatsarici.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.

2631980cookie-checkKRALİÇE VE BEN

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.