Çölaşan Vak’ası …(4)

Yıllar öncesi…
Günce tutmadığım için, hafızama kazınmış fotoğraf ve konuşmalara güvenerek geçmiş yıllarda, ama Aydın Doğan döneminde Emin Çölaşan’la Ertuğrul Özkök arasında yaşanan sürtüşmeleri  yazmanın tam zamanı diye düşünüyorum.
Emin, Hürriyet’ten kovulmasaydı da bir gün yazacaktım bunları. Ama en doğrusunu, gerçeğe en yakınını tabii ki Çölaşan yazabilir.
Emin üstelik not tutan bir gazeteci.
Önemli günleri sanıyorum notlar halinde bir dosyada topluyor.
“En muhalif” yazar olarak Emin, her zaman olduğu gibi hangi hükumet olursa olsun yüklenmeden, eleştirmeden geri durmaz. Evet gazetecinin asli görevi Emin’e göre sadece “eleştirmek”tir.
Tabii ki doğruluk payı var bu görüşün.
Ama nasıl ki muhabir ve onun ürettiği haberler bir ticari araç olan gazeteler tarafından halka ulaştırılıyorsa, yazarlar da buldukları dosyalar, duydukları olayları, yolsuzlukları ve yanlışlıkları araştırıp doğruya ulaştıktan sonra köşelerine taşırlar.
Nasıl ki muhabirler olumsuz ve eleştirel haber üretiyorlarsa, olumlu güleç, insani düşündüren ya da hayrete düşüren haberleri de halka ulaştırmak zorundalar.
Yani habercilikte hep siyah haber yoktur.
Zaman zaman beyaz haberlere ihtiyaç vardır. Haber yelpazesi ne kadar geniş olursa okuyucu kitlesi o kadar büyür.
Bu olgu, bence yazarlar için de geçerli olmalıdır.
Yani  yazar “beyaz” bir konuyu kaleme almışsa “yalaka” damgası yememelidir.
Herhangi bir hükümetin doğru yaptığını,”siyah” yerine “beyaz” gösteren ve diyelim ki o an iktidarın hakkını teslim eden yazara da “dönek”denmemelidir.
Hemen hergün karalar bağlatan yazılar, bir gün okunmaz hale gelebilir.
Bu açıdan yazar ve yazarlar da yazılarının içerikleri, işledikleri konular açısından yazı türlerini geniş bir yalpazeye yaymalıdırlar.
Doğru veya yanlış. Benim görüşüm doğrudur demiyorum ama tartışılabilir.
Emin Çölaşan’ın kişilere, kurumlara ve iktidarlara devamlı aynı sertlikte “takması” onların sadece başarısızlıklarını sergilemesi, teşhir etmesi ve bunu yaparken de yeni kavramlar geliştirmesi önce Aydın Doğan’ın kızlarını kızdırıyordu. Tabii Aydın Doğan’ı da. Bu açıdan bakıldığında sermaye sahibi, parasını yatırdığı ticari metaın batmasın değil, aksine yaşamasını ve gazetecilikten kazanacağı paranın çoğalmasını ister. Ama öte yandan da çok satan gazetenin kurumsal kimliğinin kendisine prejtij sağlamasını da bekler. Bütün bunları yazarlar ve yayınlanan haberler ile elde etmeye çalışır.
Bu noktada en büyük sorumluluk Genel Yayın yönetmenlerine düşmektedir.
Dengeleri iyi kuracak, gazeteyi prestijli nolktada tutacak, hem gazetecilik yapılacak, hem para kazandırılacak.
Acaba Aydın Doğan’ın satın alıp yayın yönünü değiştirdiği Hürriyet’te, Simavi dönemindeki gibi bır ilkeli gazetecilik yapılacak mıydı?
Aydın Doğan talimatını vermişti bile.
Bir kaç şapkası olan Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, patron ve kızlarının istekleri doğrultusunda Emin’i yola getirmekle görevlendirilmişti.
Ama Emin sert bir kayaydı.
Tek kuralı vardı “eleştirmek gazetecinin asli görevidir, hem nalına hem mıhına  yazarlık yapmam” diyordu.

Üstelik bu prensibi açıklayan yazar Emin’in okuyucu kitlesi çok fazlaydı. Oda komşusu Bekir Coşkun ile Emin Çölaşan Türkiye’nin en çok okunan yazarları arasında yer aldıkları gibi bazen Emin, bazen Bekir birincilik kürsüsüne çıkıyor, üçüncü biri ortalıkta görünmüyordu.
Dahası, belli güç odakları Emin’i destekliyordu.
Bir başka gerçek, sosyal demokrat yelpazedeki partiler Emin’e arka çıkıyorlardı.
Tabii cesur ve yürekli yazılar yazan Emin’i öyle “Sen çok takıntılı yazılar yazıyorsun, bundan vazgeç” demekle dize getirmek mümkün olmadığı için, Özkök her yazısını inceletiyordu.
Yani öküzün altında buzağı arama dönemi başlamıştı bile.
ABD’de, Mc Carty dönemindeki komünist avının başlaması gibi.
Nitekim, sanırım 2000 yılında Emin’in bir yazısı pertavsız altına alınmış ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’la ilgili yazıdan bir paragraf çıkarılmıştı.
Emin bunu eve erken gelen Hürriyet’in taşra baskısını okurken farketti ve hemen İstanbul’u aradı.
Bütün kapılar kapanmıştı. Herkes bir tarafa kaçışmış olmalı ki Emin’in “Kim yazımla oynadı, neden haberim yok bu sansürden” diyeceğini bilenler erkenden gazeteyi terketmişlerdi.
Ertuğrul Özkök de toz olmuştu adeta.
Emin’in yapacağı pek fazla bir şey yoktu.
Hangi telefonu açsa karşısında duvar çıkıyordu.
Emin için sansür mekanizması devreye sokulmuştu.
Önemli olan bu taktiğin tutup tutmayacağıydı.
Emin sabahı zor getirdi sanırım.
Ertesi sabah karşılaştığımızda odasına gelmemi istedi.
Olayı anlattı. Ateş püskürüyordu.
Yazısını yazmayacak ve gazeteden çıkacak, nerde olduğunu kimseye söylemeyecekti.
Eşi Tansel dahil nerede olduğunu kimse bilemeyecekti.
Açıkcası ben eve gideceğini biliyordum. Ama telefonlara yanıt vermeyecek, kapı ziline aldırış etmeyecek, eve gelecek olanlara kapıdaki korumalar” Emin bey evde yok” diyeceklerdi.
En güç durumda kalacak kişi ise Ankara Temsilcisi Sedat Ergin’den başkası olamazdı.
Nitekim Emin gazeteye geldi, günlük gazete tomarını koltuğunun altına soktu ve dünya ile irtibatını kesen bir yere doğru, yani evine yönünü çevirdi.
(Devam edecek)

1623400cookie-checkÇölaşan Vak’ası …(4)

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.