İNGİLTERE’DEN… Aynılaşma ‘ben’le mi başlıyor?

Noel, her yıl isterik bir alışveriş paniğiyle gelir. Bu yıl da Noel sırasında 2 milyar sterlinlik oyuncak alınacağını, yani çocuk başına 175 sterlinlik harcama yapılacağı tahmin  ediliyor.

Her yıl, hemen herkes ne pahasına olursa olsun aynı hediyeyi  almak ister. Bu yıl, tenis, golf gibi çeşitli oyunların bir televizyon ekranınde sanal oynanabildiği Nintendo Wii adı verilen oyun konsolu alabilmek için geceden alışveriş merkezleri önünde kuyruğa girmiş insanlarla ilgili haberle birlikte Noel’in geldiğini anladım. Bu yılın olmazsa olmaz hediyesi, işte bu oyun konsoluydu.

Her yıl herkes nasıl aynı hediyeyi alma kararı veriyor bilemiyorum. Akla ilk gelen, reklamlar elbette. Reklamların ne kadar etkili olduğu bilinir ancak, insan yapısı bu kadar basit olmasa gerek. İnsanların reklamı yapılan bir ürünü almaya bu kadar çabuk ikna olmasıyla açıklanamaz herhalde bu ortak seçim.

Kültürel benzeşme ya da aynılaşma kavramını sık sık işitiyoruz ama, bu kavrama tam olarak somut  bir biçim vermek kolay değil. Nasıl oluyorda  insanlar birbirine benzemeye başlıyor? Hangi etkenler bu benzeşmeyi yaratıyor?. Nasıl bir süreç bu, ‘aynılaşma’? Daha da önemlisi, insanlar bu benzeşme sürecine, eğer gönüllü olarak kabul etmiyorlarsa, neden karşı koyamıyorlar.

Küreselleşme, internet, medya, teknoloji ve bunların yarattığı ilişkiler ağı, genellikle aynılaşmanın baş suçluları arasında sayılır. Doğru da olabilir. Eğer öyleyse, neden bütün bunlar önüne geçilmesi imkansız bir kader gibi kabul edilir?

İnsan davranışları hakkında istatistikler her zaman gerçekleri yansıtmaz ya da bugün, bir yerde belirlenen gerçekler yarın başka bir yerdeki toplumsal gerçeği yansıtmayabilir. İnsanı makineleştiren bir yanı bile vardır bu rakamların. Hatta, yaşamın her yönü öylesine sayılara indirgenmiştir ki, sinirimizi bozar artık bu istatistikler. Diğer yandan, toplum dokusuna sinmiş yaygın insan davranışlarının, toplumsal ilişkilerin yapısı hakkında genel bilgiler verdiği de bir gerçektir. Bu gerçeği bir köşesinden kabul edersek, en azından bazı sayılara güvenmek yanlış olmaz sanırım.

Geçen hafta Independent gazetesinin, 10 yaş altı çocuklar arasında yaptığı bir araştırma, çocukların dünyada en değerli şeylerin başında para ve zengin olmayı gösterdiğini ortaya çıkardı. İkinci sırada da, ünlü olmak geliyordu. Genellikle yıl sonlarında toplumla ilgili bir dizi araştırma yapılır. Geçen sene ilk sırada, bu yılın ikinci sırasında yer alan ünlü olmak geliyordu. Dünyanın en ünlü insanı olarak da, Manchester United futbol takımının oyuncusu Wayne Rooney’i göstermişlerdi Britanyalı çocuklar.

Bu tür araştırmalarda, özel seçilmiş sorularla, yönlendirilmiş bir sonuç alındığı da ileri sürülebilir. Ama, Ulusal Tüketim Kurulu’nun aldığı sonuçlar da farklı değildi. Buna göre, üç yaşında çocukların ancak yarısı kendi soyadlarını bilirken, yüzde 70’i McDonalds’ın amblemini tanıyordu. Çocukların maddi olanla neredeyse sezgisel bir bağ kurduğunu gösteriyor bütün bu sayılar. Aslında sayılara da gerek yok, çevremizdeki örneklerden bunu pekala yakından izleyebiliyoruz.

Peki çocuklar bu sezgilere, genleri yoluyla doğuştan mı sahipler? Evet demek, yapılacak bir şey olmadığı bağlamında,  sorunun çözümü de olurdu. Oysa insanların, kendini dünyanın merkezine koyduğu bir idi (alt beni) genellikle öğrenme yoluyla geliştirdiğini biliyoruz. O zaman okun ucu yetişkinlere dönüyor.

Yetişkinleri hedef alan başka bir araştırmada ise soru şöyle bir formülasyonla kurulmuş;
“Britanya’da yaşamın en iyi nasıl geliştirilebileceğini düşünüyorsunuz?
a) Kendi çıkarlarımız yerine toplumun çıkarlarına sahip çıkarak
b) Kendi çıkarlarımıza sahip çıkarak, ki sonuçta bu, herkesin standardını yükseltir.
1994’den 2000 yılına kadar, büyük bir çoğunluk aynı soruya ‘a’ şıkkını seçerek yanıt vermişken, 2000’den sonra aradaki fark kapanmaya başlamış. Bu yıl ilk defa çoğunluk (yüzde 53) ‘b’ şıkkını seçmiş. Görüldüğü gibi vurgu çok açık bir şekilde, toplumsaldan, ‘ben’e doğru kayıyor.

Politikacıların yorumlarındaki vurgularda da aynı yönde bir eğilim gözlemlenebiliyor. 1997’de iktidara yeni geldiği zaman başbakan Tony Blair şöyle demiş, “İçinde, hepimizin bir parçası olarak hissettiği, geleceğinde hepimizin bir payı olan ve ben kendi çocuklarım için ne istiyorsam, sizinkiler için de aynı şeyleri istediğim bir Britanya istiyorum.” Blair’in vizyonu o yıllarda, kolektif çıkarları öne çıkaran, bireysel çıkarları toplumun ihtiyaçlarından sonraya alan bir misyon çiziyordu. Günümüzde ise, çok farklı bir Blair görüyoruz. Geçen yıl aynı bağlamda yaptığı bir konuşmada halkın yukarıdaki araştırmada ortaya çıkan genel eğilimini yansıtarak şöyle diyor: “Bu bizim toplumsal kontratımızdır; Biz size yardım ederiz, siz de kendinize; siz yararlanırsınız, sonra da ülke… Öz çıkarlar ve ulusal çıkarlar yanyanadır.” Alışılmış, Blair’vari muğlaklıkta bir retorik olsa da, vurgu açıkça bireyselliğin üzerindedir.

Britanya’da sık sık, ulusal güvenlikten sonra  en önemli toplumsal sorun olarak, bulûğ çağındaki gençlerin anti-sosyal davranışları gösterilir. Oysa, bireysel ihtiyaçların karşılanmasının giderek yaşamın ana hedefi olduğu bir toplumda gençlerin dinamizmini, özgün potansiyelleri içine akıtmak yerine, ben temelinde  yarıştırmaları doğal bir sonuç değil midir?

İngilizler, otobüse binmekten, alışverişe, günlük yaşamın her alanında kuyruğa girmekle yaratılan düzen konusunda dünyaca ünlüdür. Ancak aynı sabrı, iş çevresinde, insan ilişkilerinde gözlemlemek o kadar kolay değildir. Tersine, agresif bir bireysellik hüküm sürer bu alanlarda. Hatta,  işe girme görüşmelerinin kıstaslarından biridir, agresif olmak. Eğer değilseniz, tutkusuz ve pasif bir insan olarak başvurduğunuz şirketin de işine yaramazsınız. Bu temelde biraz üst perdeden olsa da, bir yerlere not ettiğim bir araştırma sonucu oldukça ilginç: İstatistik olarak, Oscar Ödülü sahipleri, aday gösterilmiş fakat alamayanlardan en az 4 yıl daha fazla yaşamaktadır. Diğer bir deyişle, yaratılan toplumsal hiyerarşi içinde, kendini daha aşağıda hissedenler daha önce ölüyor. Bu örnek, yaratılan bireyselliğin agresif karakterinin, gelir düzeyinin de ötesinde bir boyuta vardığının bir işareti olamaz mı?

Aslında tüketim toplumunun mesajı sarihtir: Eğer istediğiniz her şeye sahip olamadıysanız başarısız bir kişisinizdir. Bu ilkeler düzleminde hareket eden bireylerin oluşturduğu toplumda kolektif değerler de doğal olarak değişir. Çok çalışan, fedakâr, eli açık, yardımsever olan değil, kısa yoldan zengin ve ünlü olan kişiler üstündür.

Toplumsal birikimin, teknolojik olanakların insanları hiç bir zaman olmadığı kadar birbirine yaklaştırdığı, medya ve internet sayesinde geçmişe göre çok daha bilgili bir toplum olduğumuz doğrudur. Ancak, tüm bu birikimin, kişisel deneyimler sonucu kazanılmadığı ve insanlar arası interaktivitenin minimuma indiği de bir gerçektir. Bir anlamda, voyeristik ilişkiler hakimdir bugünkü küresel dünyaya. Herkes birbirini sanal bir ortamda gözetlemektedir. Birebir deneyimlerle oluşmayan birlikteliklerde güven de en son gelen duygudur. Geçtiğimiz aylarda  Arizona’ya taşınan bir arkadaşımın ilk işi kendine bir blog kurmaktı. Belki onun örneğinde, araya birdenbire giren mesafe böyle bir ihtiyacı doğurmuştu. Ama insanların giderek daha yaygın bir şekilde kişisel bloglarla iletişim kurmayı tercih ettiklerini görüyoruz. Herkesin yaşam hikayesinin, herkes tarafından okuyabileceği bir ortamda ‘büyük anlatı’ya kimin ihtiyacı olur ki.

Tüketim kültürü artık kapıdaki bir tehlike değil, içselleştirilmiş bir karakter. Hayat hikayelerinin bile birer ‘ürün’ gibi sanal dünyada sergilenmesi, yaşamın kendisini de bir tür alışverişe dönüştürüyor. Yine başka bir araştırmadan, yüzlerce kız çocuğuna Armani ve L’Oreal adlarının konulduğunu öğreniyoruz. Aynı sokakta,  daha doğrusu sanal blogların bulvarlarında büyüyen Armani ve L’Oreal’in yaşamdan gelecekte ne bekleyebileceklerini tahmin etmek zor olmasa gerek.

 

1631970cookie-checkİNGİLTERE’DEN… Aynılaşma ‘ben’le mi başlıyor?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.