SANATTAN… ‘But, is it art’

İlk defa 1984 yılında verilen ‘Turner Prize’, İngiltere’de görsel sanatlara verilen en büyük ödüldür. 25.000 Sterlinlik ödülün, maddi öneminin yanısıra,  ödülün basında yarattığı yankılar, kazanmak bir yana, ödüle aday gösterilen sanatçılar için bile bulunmaz olanaklar sunar. Özellikle 90’lı yıllarda başlayan basının ilgisi, ‘Turner Prize’ ödülünü, İngiltere’nin en büyük sanat olayı haline getirmişti.

Her yıl Haziran ayında açıklanan adaylar basının merceği altına alınır, Ekim ayında, ‘Tate Britain’ Galerisi’nde sergi açılır ve Aralık ayında da kazanan, Kanal 4’de canlı verilen bir ödül töreniyle açıklanır.

Basını, herşeyde olduğu gibi sanat alanında da olayın kendisi değil onun etrafında gelişen skandallar, sansasyonlar ilgilendirdiği için, özellikle de tabloid basın Turner Prize’a da, aynı düzeyde olmasa da ‘Hollywood havası’ vermeye çalışır. Bu bağlamda, geçtiğimiz yıllarda ‘Turner Prize’ çevresinde yapılan tartışmalar, aslında buna ‘koparılan gürültüler’ demek daha doğru olur, genellikle “but, is it art?” (bu sanat mı?) düzlemindedir. Tartışmadan çok “gürültü” olması, tartışmaların sanatsal bir çerçeve yerine, sunulan çalışmaların sanat olup olmadığı düzey/sizliğ/inde olmasıdır.

Tabloid basının, “bunu 5 yaşındaki bir çocuk bile yapar” tekerlemesiyle başlattığı tartışmalar/saldırılar, her sene kavramsal sanatın sanat olmadığı temelinde sürer. Her kavramsal çalışmanın başarılı olduğu söylenemez ama bu, kavramsal sanatın sanat olup olmadığı platformunda değil, sözkonusu çalışmanın özelinde yani sanatın içinde yapılabilecek bir tartışmadır.          

Sanatla, zanaat arasındaki fark artık eskisi kadar net değildir. Greenberg’in diğerlerinden kesin çizgilerle ayırdığı ‘yüksek sanat’ tanımlaması da artık eski önemini taşıdığı söylenemez. Bu tartışmalarda ilginç olan nokta, kavramsal sanatı, sanat olarak görmeyenlerin, eskiden zanaat olduğu gerekçesiyle kabul edilmeyen bir çalışmayı sadece ‘el işi’, ‘göz nuru’ özellikleri nedeniyle kavramsal bir işe tercih edecek noktaya gelmeleridir.

Bu tartışma sanat dünyasında ilk defa 1917’de, Duchamp’ın bir pisuvarı  bir sergiye sunmasıyla başlamıştı. Ondan önce, 1912’de bir görüşmede, ‘ellerim, düşmanım oldu’ derken Duchamp, aslında Greenberg’in ‘yüksek sanat’ından uzaklaşmadığı gibi, zanaatı da dıştalamıyordu. Onu ilgilendiren sanatçıya ait bir düşüncenin de bir sanat formu olarak görülmesiydi. Bir anlamda, fikrin/düşüncenin, el karşısında üstünlüğünü ilan ediyordu. Ama yinede el hüneri, yaptığı işlerden tamamen çekilmemişti, yani el, fikrin emrindeydi.

TURNER PRIZE

Bu yılın ‘Turner Prize’ segisine girdiğinizde kapıda sizi tahta bir kulube karşılar. Bir zamanlar İsviçre’de Ren Nehri kıyısında bulunan bu kulubeyi Simon Starling, söküp ilk önce bir kayık haline getirdikten sonra, geri kalan parçalarıda kayığa yüklemiş ve bunları nehir yoluyla Basel’e götürmüş. Sonra da, kayığı söküp Tate Galeride tekrar ilk haline, kulubeye çevirmiş. Bu enstalasyon, kavramsal sanatın Duchamp’tan beri çok fazla yol almadığı hissini vermesine rağmen, Starling’in çalışmasını bir ‘ready made’ olarak tanımlamak da mümkün değil. Bu çalışmada asıl ilginç olan, bir kulubenin, bir nesne olarak sanat eseri ‘ilan edilmesi’nden çok, bir nesne olarak kulubenin sanat eserine dönüşme sürecidir. Bir kulube olarak başlayan nesnenin yolculuğu, yine  bir galeride, bir kulube olarak bitmesine rağmen, nesneye ‘süblim’ özelliğini veren, bu süreçte geçirdiği dönüşümlerdir.

Küreselleşmenin yarattığı yabancılaşmayı, çalışmalarında kavramsal olarak işleyen Starling, yaşam içinde bazen ya da çoğu zaman karşılaştığımız gereksiz tekrarlara dikkat çekerken, bu rutinlerden olumlu bir sonuç almayı da biliyor. Sergideki diğer bir işi de bu mantıkla gerçekleştirilmiş. Kendi ürettiği, havadan aldığı hidrojen ve oksijenle çalışan bir bisikletle  İspanya’da bulunan Tabernas Çölü’nü geçmiş ve hidrojen ve oksijenin yanması sonucu ortaya çıkan enerjinin bir artık ürünü olarak çıkan suyu da, çöldeki kaktüslerin suluboya resmini yapmakta kullanmıştır. Starling, üzerinde çalıştığı kavramları, düşünceleri, seçtiği bir nesne ile tasvir etmeyi seçmediği gibi, bu nesneleri değiştirmek için (kulubeyi kayık yapmak, bisikleti yaratmak gibi) gerekli hünerleri kullanmasıyla sanatta kaybolmaya yüztutmuş ‘amatör’ ruha da bir atıfta bulunur.

‘Turner Prize’ın son yıllardaki sergilerinde, Damien Hirst’ün formol içinde sergilediği köpek balığından, Tracy Emin’in ‘yatağına’, Chris Ofili’nin fil dışkılarını kullandığı resimlerinden, Chapman Kardeşlerin “pornografik” heykellerine kadar hemen hemen her yıl gürültü koparan bir sanatçı vardı. Bu yılın adayları açıklandıktan sonra ise, en büyük şok, adayların arasında geleneksel yöntemlerle resim yapan bir sanatçının olmasıydı. 

Son beş yıldır adaylar arasında ilk ressam olan Gillian Carnegie, sadece tuval üzerine yağlı boya çalışmalarıyla değil manzara ve çiçek konulu resimleriyle de “alışılmışın” dışındaydı. Sadece tuval üzerine resim yaparak, bir ressamın kendine özgü bir üslüp yaratması o kadar değildir. Malevich’in suprematizmini hatırlatan, impasto tekniğiyle yaptığı, siyah manzaralar (Black Square), ekspresyonistleri andıran güneşin yıkadığı,  gözkamaştırıcı bahçe resmi ya da Courbet’nin, bir kadının cinsel organı tasviriyle ‘Dünyanın Kökeni’ni tanımladığı resmine gönderme yapan  kendi poposunun resmiyle, Carnegie’nin kendi özgün dilini bulma yolunda olduğu söylenebilir.

Bir video enstalasyonuyla katılan Darren Almond’un bölümünde ilk dikkat çeken, yumuşak bir piano melodisi ve gıcırtı sesidir. Salonun ortasında bulunan projektörde, Almond’un anneannesinin, düşünceler içinde boşluğa dalmış gözleri, sol tarafta, daha küçük bir ekranda, kameranın, bir dans salonunda dans eden bir çiftin adımlarına takılmıştır. Öğrendiğimiz kadarıyla, kocası öldüğünden beri uğramadığı, balayını geçirdikleri Blackpool şehrini, anılarını düşünmektedir bu yaşlı kadın. Gıcırtı seside, sağdaki projektörde dönen yel değirmeninin gıcırtısıdır. Son panelde de bir fıskiyeden fışkıran suların görüntüsü ve şırıltısı karışır salondaki seslere.

Bu yılın adaylarını birleştiren konular olan, kayıp, geçmiş ve nostalji en çok bu bölümde hissediliyor. Herkesin kendi yaşamında bulabileceği duygulardır, kayıp ve nostalji, ancak yinede Almond’un yaşamından verilen kesitler ne ilgi çekecek kadar özgün ne de paylaşılabilecek kadar ‘sıradan’. Daha doğrusu, banale yakın bir sıradanlık var bu hikayede. Gözlerinizi kapattığınız zaman yani hikayeden görselliği aldığınız zaman aslında bu çalışma çok daha ilginç bir hale geliyor. Anılar ancak o zaman, bellek havuzunun sığlığında yukarıya çıkmak için yarışmaya başlıyor. Belkide sorunda burada Almond’un işinde, sinema tekniğinden ödünç aldığı müzikle anlatının, yarattığı görselliğe uyum sağlayamaması. Almond’un Turner Prize’a adaylığını burada sergilediği işiyle gerekçelendirmek olası değil. Belkide tek teselli önceki işlerinin çok daha iyi olduğunu bilmek. Örneğin, Berlin Galeri’de sergilediği ‘Otobüs Durağı’. Polonya’da Auschwitz Müzesi’nin dışında bulunan durağın bir kopyasını galeride kurduğu çalışması.

Serginin son sanatçısı Jim Lambie. Yaramaz bir çocuğun odası ya da bir çizgi film sahnesinin üç boyutta yaratılmış tiyatromsu bir yerleştirmesini andırıyor Lambie’nin çalışması. Kenneth Martin’in ‘İhtimal ve Düzen’ adlı soyut resimlerinin, plastik bantlarla döşeme üzerinde tekrar yaratılmasıyla oluşturulan yerde dolaşırken, karikatürümsü bir dünyada hissedersiniz kendinizi. Lambie’nin dünyasında ‘Who Framed Roger Rabbit’ filminin bir sahnesinde oyuncular öğle yemeği arasındadır sanki. Bu yönüyle dünyevinin bittiği yerdir aynı zamanda bu salon. Genellikle ikinci el pazarlarında görülen, ucuz, zevksiz bibloların Lambie’nin elinde büyütülmüş versiyonları biraz kiçe yaklaşır ancak, orada durur Lambie. Sanırım Jeff Koons’dan sonra o alanda yeni bir yaşam kurulamayacağının farkındadır. Kiçi sanata dönüştürmek ciddi bir iştir. Bir kelimede özetlemek gerekirse, bir “şaka”dır Lambie’nin işleri. Eğer komik bulursanız güler geçersiniz. Bulmadıysanız, sergiyi çabuk bitirdiğiniz ve galerinin aşağısında bulunan caféde bir kahve içeçek zamanınız olduğu anlamına gelir. Ancak, bu enstalasyondan bir anlam çıkarmaya çalışırsanız bu boşuna bir çabadır, kahveyi kaçırmaya değmez.

Caféde oturmuşken en başa dönersek, özellikle tabloid basının, İngiltere’nin en büyük görsel sanatlar ödülünde ne tür sanat eserleri sergilendiği konusu yerine (ki bu konuda zaten hiçbir fikirleri yoktur) adayların nasıl ve kim tarafından seçildiği noktasında yoğunlaşmalarını isterdim. Adayların seçilmesi ve kazanan sanatçının ilan edilmesi sürecinin ‘Stalinist’ bir gizlilik içinde yürütüldüğü bu “sanat olayı”nın perde arkasındaki gerçekleri bizde öğrenmiş olurduk.

Böylece basın, ‘Tate Modern’ direktörü ve seçici kurulların değişmez başkanı Nicholas Serota’nın (seçici kurul her sene değişmesine rağmen başkan Sir Serota’dır ve sızan haberlere göre onun isteği dışında bir kimsenin Turner Prize’a aday olması bile olanaksızdır) Saatchi gibi, milyoner özel kolleksiyon sahipleri ve ‘yardım kuruluşu’ kisvesi altında kurulmuş kurumlarla danışıklı dövüşlerden ne tür kazançlar sağladığını açığa vurmuş olurdu. ‘Tate Modern/Britain’ kamuya ait bir  müzedir ve Yeni İşçi Partisi’nin “kültür kolları” sorumlusu Serota’nın, halkın vergileriyle hayata geçirdiği “kültürel politika”ların ne olduğunu halkın da bilme hakkı vardır.

1631390cookie-checkSANATTAN… ‘But, is it art’

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.