SANATTAN… Sanat ve işlevselliğin diktası

Mimarlıkla sanat arasına sıkışıp kalmış bir kavram vardır; ´işlev´. Sanatçıların ilgilenmedikleri¸ mimarlarınsa başlangıç noktası olarak aldıkları bir olgudur işlevsellik. Buradan şüphesiz¸ her işlevsiz olan nesne veya yapı¸ sanattır¸ işlevi olan yapılarsa¸ mimari yapıdır diye bir sonuca varamayız. Bu daha çok¸ mimarın tasarladığı  yapının estetik yanıyla¸ işlevi arasında kurmak zorunda olduğu dengeyle ilgilidir. Yine de¸ işlevselliğin mimari yapıyla¸ sanat eseri arasına koyduğu bu ince ayrım¸ çoğu zaman eleştirilerin kaynağı olur.

Betonun sadece bir yapım malzeme değil¸ aynı zamanda yüzey olarak da kullanıldığı ve ´heykelimsi´ planıyla¸ Thames nehrinin Güney kıyısındaki Hayward Galeri de 90´lı yıllardan beri eleştirmenleri bu noktada ikiye ayırmıştı. Modernizmin¸ sanatın işlevinin altını çizdiği yıllarda¸ 1968´de açılan galeri¸ 1990´larda yıkılıp yıkılmaması tartışmalarını geride bırakıp¸ bugünlerde 40. yaş gününü¸ ironik olarak¸ bu ilişkiyi irdeleyen bir sergiyle kutlamaya karar verdi: ˝Psiko-Mimari˝. Sergiye¸ çeşitli ülkelerden mekan ve alan düzenlemeleriyle tanınan 10 sanatçı davet edilmiş.

 ˝Psiko-Mimari˝ adı¸  her ne kadar nevrotik sanatçıların inşa ettiği binalardan oluşan bir sergi çağrışımı yapsa da aslında sergi¸ insanın¸ kullandığı mekanlarla olan ilişkisiyle ilgili. Düzenlemeler genellikle¸ mekanların¸ fiziksel sınırlarıyla belirlenen kurumsal kimliklerinin¸ anlamsal sınırlarını da belirleyip belirlemediği; mekanın geçmişinden gelen belleğin¸ bugünle ilişkisi ve bu ilişkinin yeniden kurgulanması gibi sorunlar çerçevesinde ilişkilendirilmiş. 

Mimari tasarımı belirleyen ana unsur onun işlevi olabilir¸ ama yapının bu özelliği¸ içinde yarattığı alanın da tek anlamlı bir uzam olduğu anlamına gelmez. Başka bir deyişle¸ bir mekan¸ içinde yer alan aktiviteler dışında da anlamlar taşır. Serginin¸ üzerinde durduğu bir diğer nokta da bu; yani mimarinin bilinçaltı; bir mekanın¸ çevremizi saran fiziksel bir çevre olması yanında¸ psikolojik durumumuz ve algılamamız üzerindeki etkileri.

Sergide yer alan sanatçılar¸ sanat ve mimarlık arasındaki bu ilişkiyi eserlerinde bir referans noktası olarak almasına rağmen¸ İngiliz sanatçı Mike Nelson¸ bu nosyonu dolaysız ve agresif bir şekilde sergilemiş. Herkesin¸ bir zaman¸ bir yerde¸ bir segiyi paramparça etme düşünceleriyle boğuştuğu zamanlar olmuştur. Nelson¸ izleyicinin bu düşüncelerine tercüman olmuş. İkinci katta kendisine ayrılan salonu¸ içeri kapatılmış yabani bir hayvanın kaçmak için duvarlara saldırdığı izlenimi veren bir şekilde  dağıtmış. Duvarlar yer yer yıkılmış¸ arkasındaki iskelet ortaya çıkmış. Eşyalar kırılmış ortalığa atılmış. Bir sanat galerisine girerken taşıdığımız tüm beklentileri (beyaz bir mekan) ortadan kaldırmış Nelson. İronik olan da¸ bu salona girerken¸ ˝Girmekte olduğunuz alan bir sanat eseridir¸ lütfen dokunmayın˝ uyarısıyla karşılaşmanızdır. Bu uyarıyla içeri giren izleyici¸ karşılaştığı manzarayla birlikte tüm beklentilerini geride bırakırken¸ aynı zamanda serginin bir parçası da oluyor. Çünkü¸ bitmiş bir eserin aksine¸ izleyicisiz var olması imkansız olan bir yanı var bu işin. Bu yanıyla¸ düşünerek eseri tamamlamak yerine izleyicinin rolünü¸ bir sahneye dönüşen bu mekanda¸ bir fiil aktöre dönüştürmüş ve ona ´baş rol´ü vermiş Nelson.. Oyunun konusunu¸ kendi rolünü bilmeyen bir baş rol oyuncusuna.

Bina¸ alan ve mekanlar¸ bir yandan¸ insanların ihtiyaçlarını karşılamak temelinde şekillenirken¸ diğer yandan da¸ onları kullananların hareket alanlarına sınırlar getirir. Mimarideki amaç ve sonuç arasındaki bu paradoks¸ insanın mekanla olan ilişkisinin oluştuğu yerdir.

Sinemada¸ yönetmen¸ oyuncular ve senarist arkasından gelen kurgu yapımcısının bir film üzerindeki etkisi¸ çoğu zaman önemsenmez. Oysa¸ 10 saatlik bir filmi bir buçuk saatlik bir anlatıya dönüştüren kurgucu¸ hikayenin görülmeyen anlatıcısıdır. Bunu¸ anlatı içinde açtığı ana ve tali yollar¸ kanallar ve köprülerle başarır. Mimarların da¸ insan davranışlarının¸ algılamanın şekillenmesinde böyle bir rolü vardır. Kurgucu gibi¸ mimar da bunu¸ yaşam alanlarını ´kurgulayarak´ gerçekleştirir. Bu kurgulama özünde¸ içinde yaşadığımız evden¸ kamu alanlarına¸ oradan da şehir planına kadar¸ yaşam alanlarımızın sınırlanmasıyla ilgilidir. Belli ihtiyaçlara yanıt vermek zorunda olan bina ve alanlarda yaptıkları kesintiler¸ çıkıntılar¸ giriş ve çıkışlar¸ açık ve kapalı alanlar¸ alt ve üst oluşumlar¸ yüksek ve alçak konstrüksiyonlarla bireyin hareketlerini yönlendirirler. Kimilerine göre bu¸ mimarlığın totaliter karakteridir. Belki de buna mimarinin politik yanı demek daha doğrudur. Örneğin; ´11 Eylül´ sonrası çeşitli ülkelerde alınan güvenlik önlemlerinin mimari üzerindeki etkisinde olduğu gibi. Sadece havalimanları değil¸ kamu alanlarını kullananların giriş ve çıkışlarını¸ güvenlik kontrol noktalarına doğru yönlendirmek amacıyla yapılan değişiklikler ya da uyarı levhalarında olduğu gibi. 

Mimaride yapılan rütuşlarla birlikte değişen davranışlarımıza¸ Japonyadan ´Atelye Bow-Wow´¸ galerinin iki katı arasında metal bir tünel inşa ederek dikkat çekmiş. Dar ve alçak  metalik tünel¸ fiziksel bir müdahaleyle¸ eğilip bükülerek içinden geçmek zorunda kalan izleyiciden¸ algılamasını da gözden geçirmesini istemektedir.

Bakılacak bir nesne üretmek yerine¸ fiziksel olarak hissedilecek¸ duyumlarla  algılanabilecek işler üretmek¸ çağdaş sanatçılar arasında giderek artan bir eğilim. Bu yöntemle ´ilişki üretmek´ ana hedeftir bu sanatçılar için. 2000 yılında¸ yıkılmadan önce Dünya Ticaret Merkezi´nin 91. katına bir balkon asan Avusturyalı sanatçı kolektifi ´Gelitin´¸ galerinin çatısında bir bölüme su doldurarak küçük bir havuz yaratmış. 120cm derinliğindeki suda¸ derme çatma tahtalarla yapılan¸ kürekli küçük teknelerle açılabiliyorsunuz. ´Happenings´ geleneğinden gelen¸ sadece ilişkiyi yaşamanız ve ˝Ama neden?˝ diye sormamanız gereken sanatçılardan¸ Gelitin.

İngiliz Rachel Whiteread¸ yirmi yıldır topladığı minyatür ev koleksiyonunu (100 adet ev) bir kasaba şeklinde düzenlemiş. Boşlukların kalıbını çıkararak ismini duyurmuştu Whiteread. 1993 yılında bir evin içini tamamen betonla doldurup¸ duvarlarını sökerek yarattığı ´hayalet ev´den sonra¸ sığ ve sergideki en banal iş olarak görülüyor. Diğer yandan¸ geçen sene Turbine Hall´de gerçekleştirdiği projesi paralelinde düşündüğümüzde¸ yaratıcılığındaki hızlı düşüşün de bir teyiti gibi.

Serginin en etkili işleri Güney Koreli  Do Ho Suh´nun. Ayrıca¸ sergide iki çalışması olan tek sanatçı da o. ´Fallen Star-1/5´ adlı işi¸ Amerika´da şimdi yaşadığı evle¸ çocukluğunu geçirdiği Kore´deki evin¸ 1/5 ölçeğinde küçültülmüş modellerinden oluşuyor. Ancak¸ maketler karşılaştırılmak üzere basitçe yanyana yerleştirilmemiş. Ho Suh´nun Kore´deki evi¸ bir tayfuna yakalanmışcasına havalanarak¸ Amerika´da şimdi otuduğu evin bir köşesine saplanıp kalmış. Bu çarpışmanın verdiği zararı¸ maketler içinde¸ özellikle Amerikadaki çok katlı evin içinde yaptığı inanılmaz ayrıntılarda –bir evde bulunabilecek her türlü eşyanın minyatürünü içeriyor- görüyoruz. Köklü geleneklerin yaşamı şekillendirdiği Kore´den¸ kültürel göreceliliğin diyarı Amerikaya göç etmenin kültürel şokunu¸ mekanların çarpışmasıyla açıklamış Ho Suh. Bu noktada¸ çok direkt bir anlatım yolunu seçmekle eleştirilebilirdi Ho Suh. Ancak bu kağıt üzerinde kalırdı. Çünkü¸ bu yapıtıyla karşı karşıya geldiğinizde¸ ´belleğin tiyatrosu´na dönüştürdüğü bu çarpışmadan etkilenmemek mümkün değil.

Batı mimarisinde ilk dikkatini çeken unsurun¸ ˝doğa ve yapay alanlar arasındaki belirgin ayrım˝ olduğunu söylüyor¸ Ho Suh. Bu ayrım¸ duvarlarda cismini bulur elbette. Şüphesiz duvarsız bir yapıdan bahsetmiyor o; sadece¸ dışarısıyla içeriyi ayıran duvarların asgariye indirilmesinin altını çiziyor. ˝Benim Kore´de yaşadığım ev¸ pencere ve kapılarla doluydu˝ diyor. Ve ayrıca¸ kapı ve pencereler pirinç kağıdından üretilmiş gözenekli bir maddeden yapıldığı için¸ bu ayrım daha da azaltılmıştır. Bir anlamda¸ ´nefes alır´ Kore evleri demek istiyor.

Sergideki ikinci çalışması da¸ kavramsal olarak benzer bir perspektiften geliyor. Ancak bu defa¸ şiirsel bir üç boyut yaratmayı başarmış Ho Suh. Kore mimarisindeki organik  transparantlığı¸ ´Staircase-V´ (Merdiven) adlı işinde bir gerçekliğe dönüştürmüş. Tavana astığı naylon çorap şeffaflığındaki kırmızı tülbentten yapılmış ikinci asma bir tavandan¸ yine aynı materyalden yapılmış bir merdiven iniyor. Merdivenin tüm ayrıntıları tülbentin üzerinde görülebiliyor: Elektrik düğmesi¸ lamba¸ tek tek trabzanlar… Usta bir terzinin oya işlercesine bu ayrıntıları işlediği belli. Bir mekanın¸ röntgen aletinin içinden alınmış  enfraruj görünümü sanki. Eğer kavramsal olarak kısaca tanımlamaya çalışırsam; yabancı bir ülkede yaşayan göçmenin ruhsal durumunun¸ mekansal izdüşümünü yaratmış:  Hem orada¸ hem de burada; hem var¸ hem yok; katı ve yumuşak; kesif¸ ama aynı zamanda şeffaf..

´Los Carpinteros´ yani ´marangozlar´ Kübalı bir sanatçı kolektifi. Yatak takımı¸ yemek masası¸ banyo tuvalet ve mutfağıyla¸ IKEA´vari¸ orta halli bir evin iç mekanını yaratmışlar galeri içinde. Ancak bu sıradanlığı bir ´patlama´ bozuyor. Patlamanın etkisiyle biriketten örülmüş duvarlar¸ yatak¸ sandalyeler¸ banyo¸ tuvalet mutfak¸ evdeki her şey parçalanmış. Küçük¸ büyük tüm bu parçalar¸ tavandan misinalarla asılarak sinematik bir sahne yaratılmış. Öncesi ve sonrasını bilmediğimiz¸ tam patlamanın olduğu anda dondurulmuş bir kare gibi.

Patlamanın nedenini bilmememize rağmen daha ilk görüşte¸ dünyada süren günlük şiddetle bir bağlantı kurmamak elde değil. Bağdat´ta¸ bir Amerikan uçağının bıraktığı bombanın veya Filistin´de bir İsrail helikopterinden atılan füzenin¸ duvardan içeri girip patladığı an. Fakat¸ böyle düşüneceğimizi tahmin eden ´Los Carpinteros´ bizi uyarıyor: ˝Bu bir bombanın yarattığı bir patlama olmayabilir. Doğal bir afet de olabilir.˝ Patlamaya hemen bir isim konmaması için¸ sahneledikleri mekanı¸ tanınabilecek bir zaman ve coğrafyadan da ayırmak istemişler. Eşyalara bakıp¸ tarih ve yer belirtmek¸ hangi ülkede olduğunu söylemek mümkün değil. Yine de kullandıkları eşyalardan¸ bu ´patlama´nın yakın bir tarihte olduğu sonucunu çıkarmak olası.

Günümüz sanatçılarında genelde hakim bir yaklaşım bu; yorumdan kaçınmak¸ gerçeği olduğu gibi betimlemek. (Eğer bu mümkünse) Belki de bu nedenle¸ çoğu zaman gerçek çarpıtılmaya açık oluyor. Los Carpinteros´un  yaklaşımı da böyle. Şöyle açıklıyorlar: ˝Biz¸ şiddetin var olduğu gerçeğiyle ilgileniyoruz. Mutfağa girmek gibi¸ günlük yaşamımızın herhangi bir parçasına değindiğimiz gibi onunla (şiddetle) ilgileniyoruz.˝

Sergideki işler genelde bir anksiyete yansıtıyor. İçinde yaşadığımız çağın kaçınılmaz bir sonucu belki de bu. Bu kötümserliğin dışına çıkan tek çalışma Arjantinli Tomas  Saraceno´nun Hayward´ın çatısına kurduğu hava yastıklı devasa balonu. Balonun içinde oluşan basınçla¸ yerden on metre kadar yüksekte¸ üzerine çıkılabilen şeffaf naylon bir platform oluşturulmuş. Üzerindeyken havada uçuyormuş hissi veren bu konstrüksiyonun içindeyken¸ bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz sterile¸ yine de insana uzak bir atmosfer yaratıyor.

Eğer daha önce düşünmediyseniz¸ bu sergiyi gördükten sonra¸ bedensel varlığınızla¸ içine girdiğiniz mekanlar arasındaki ilişkiyi¸ bu ilişkinin davranışlarınız üzerindeki etkisini düşünmemeniz imkansız. Sadece bu nedenle bile görmeye değer bir sergi.

________________

˝Psycho Buildings-Artists Take on Architecture˝ sergisi¸ 25 Ağustos´a kadar Southbank Centre¸ Hayward Galeri´de.

1632520cookie-checkSANATTAN… Sanat ve işlevselliğin diktası

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.