“SON İNSANLARIN İLK KUŞAĞIYIZ” ve  OPPENHEIMER

SUZAN BEYAZIT / LONDRA – Bugünlerde gösterime giren yönetmen Christopher Nolan’ın “Oppenheimer” filmi, bunca reklam ve destek sonrası ortalığı kasıp kavurdu mu bilemem ama aklıma Nazım Hikmet’in dizeleri geldi.

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

“Kız çocuğu” şiirini Nazım Hikmet’in, Hiroşima’da ölen on iki yaşındaki Sadako Sasaki’nin hikayesinden etkilenerek yazdığı söylenir. 1956 yılında yayınlanır. Beş ayrı dörtlük olarak yazılan şiir atom bombasının dehşetini anlattığı gibi insanların harekete geçmesi için imza da ister. Son derece duygulu ve sade bir anlatımı vardır.

Sadako Hiroşima’ya bomba atıldığında henüz iki yaşındadır. Bombanın etkisiyle evlerindeki pencereden dışarı savrulur. Annesi onu evin yakınlarında bir yerde bulur. Ölmemiştir. Hatta yara dahi almamıştır. Bomba, yüzbinlerce insana cehennem olur. Büyükannesi ve çevredeki komşularının çoğu anında ölür. Sadako’yu ise on yaşındayken yakalar ölüm. Kan kanseri olur ve on iki yaşında hayatını kaybeder.

Sadako Sasaki

Bir Japon efsanesine göre, eğer bir insan kağıttan bin tane turna kuşu yaparsa dileği gerçekleşirmiş. Hastanede ölüm kalım savaşı veren Sadako hayatta kalabilmek için kağıttan bin turna yapmaya karar verir ama tamamlayamaz. 644. turnada hayatını kaybeder. Gerisini okul arkadaşları tamamlar ve sonraki yıllarda dünyanın birçok yerinden çocuklar Sadako’nun anısına Hiroşima’ya kağıttan turnalar yollarlar.

Filme dönecek olursak, üç saat boyunca fizikçi J. Robert Oppenheimer’ın hayatından kesitleri, “Manhattan Projesi”ni (bombanın geliştirilme ve test aşamaları) ve  Oppenheimer’ın sorgulanma dönemini anlatır. Film eleştirmenlerinin biçim ve içerik olarak değinecekleri çok şeyleri olacaktır. Bense sade bir izleyici olarak filmin düşünsel yansımalarını değerlendirmeye çalışacağım.

Oppenheimer filmi

Ne yazık ki filmde kısık seslerle sürdürülen konuşmalar ve konudan konuya atlayan diyalogları anlamak için epey çaba sarfetmek gerekiyor. Film bu kadar uzun olmasına karşın yine de kendisini iyi ifade edememiş diyebiliriz. Filmin ana ekseni nedir, neyi anlatıyor ya da neyi anlatmak istiyor gibi soruları sıraladığımızda kafamızda net cevaplar oluşamıyor.

Yönetmen “kendine has” bir perspektif sunabiliyor mu, sorusunu film eleştirmenleri cevaplayacaklardır ama göze vuran bir özgünlüğe rastlayamıyoruz. Üstelik film farklı bir fikir, farklı bir bakış açısı da sunmuyor, sanki söylenmişlerin bir tekrarını resmediyor. Belgesel gibi.

Oysa filmin konusu oldukça hassas. Ve sanatçı duyarlılığıyla söylenecek onca söz olmasına karşın yönetmen bir şey söylemeye gönüllü değil. Gerçi ana akım Hollywood filmlerinde beklenen bir şey bu. Şaşmamak gerek.

Film duygusal derinlik olarak da iz bırakmıyor. Peki neyin peşinde derseniz, bence Oppenheimer’ı koruma ve kollama görevi üstlenmiş gibi. İzleyeni Oppenheimer’ı anlamaya ve sempati duymaya yönlendiriyor. Atom bombasının Amerikayı süper güç konumuna taşıdığı da hatırımızda olduğundan acaba Amerika Oppenheimer’dan özür mü dilemek istiyor diye düşünmeden edemiyoruz.

Oppenheimer’a sempatiyle bakabilir miyiz? Açık ve net bir ifadeyle benim görüşüm hayır yönündedir. İki yüz bin insanı katleden bombayı yaptığı gibi nükleer silahlanmanın tetiklenmesi ve bütün insanlığın geleceğinin riske atılmasında büyük payı olduğu için affedemeyiz. Affetmemeliyiz.

J. Robert Oppenheimer

Film, Oppenheimer’ın karmaşık ruh halini daldan dala atlayarak anlata dursun, biz 16 Temmuz 1945’e dönelim. O gün nükleer canavarın test edildiği gün olarak insanlık tarihine geçer. New Meksiko’da Oppenheimer ve ekibi, “Manhattan Projesi” kapsamında çok gizli olarak yürüttükleri çalışmalarını nihayet üç yılın sonunda sonlandırırlar. Projede yer alan bilim insanları bilimsel başarıyı kutlarken, gücüne güç katacağından dolayı projenin sahibi devletin, bir başka sevinci yaşadığına tanık oluruz.

Atom bombası

Oppenheimer o gün, yarattığı bu canavarın büyüklüğü karşısında kendisini nasıl hissetmiştir bilinmez ama kendisine dair Hindu kutsal kitabı Bhagavad Gita‘dan aldığı bir dize onu çok güzel tanımlar: Şimdi  dünyaların yok edicisi ölüm oldum.” Artık onun yarattığı dev bir canavarı vardır ve Hiroşima ve Nagazaki’de iki yüz binden fazla insanın korkunç derecede ölümüne sebep olmuştur. Sadako ve onun gibi binlerce masum insan bu canavarın kurbanları olurlar.

Atom bombası

Hayatının çok başında olan Sadako yaşayabilmek umuduyla efsanelerin gücüne inandırmak ister kendini. Kağıttan turnalar yapar. Turnalar derdine derman olmaz. Bilinir efsanelerin derdine derman olmayacağı ama dertlere derman olduğunu bildiğimiz bilimin, bizzat derdin kendisine dönüştüğünü görmenin şaşkınlığını yaşar hem Hiroşimalılar, hem de insanlık.

Enteresandır. Dahi olarak tanımladıklarımızın, bazen dehalarını insani ve ahlaki değerler gibi konularda yeterli derecede geliştiremediklerine şahit oluruz. Başarı” olarak görülen bazı zaafiyetler kontrol edilebilmiş olsaydı, belki de bugün nükleer silahlar gündemimizde olmayacaktı. Çok zeki olmanın yetmediğini, aynı zamanda duyarlı bir aklın da aynı oranda gelişmesi gerektiğini atom bombası projesi açık bir şekilde gösteriyor.

Kitle imha silahlarını yaratanların ruh hallerini çözümleyebilmek elbette kolay iş değildir.  Bilimsel başarının hazzıyla, binlerce masum insanı katledebilecek  bir günahkar olarak anılmak arasında sıkışmanın tahribatı ağırdır.

Biliyoruz ki, bilim insanlarının ortak ve kararlı iradesi karşısında bu tür projeler ne başlayabilir, ne de sürdürülebilir. Buradan hareketle bilim insanlarının belirli bir milliyeti, mensubiyeti olmamalı demek yanlış olmaz. Milletler üstü, evrensel bir kimlik belki de bu tür tehlikeli projeleri durdurabilir.

Oppenheimer’la devam edecek olursak, Atom bombası projesinin başarısı Oppenheimer’a keşifci hazzını ve gururunu yaşatır ama sadece iki bombayla öldürülen iki yüz binden fazla masum insan da terazinin diğer kefesindedir. Bir yok edişin bilimsel başarısına sahiptir ama artık bir “yok edici” olarak tarihe geçer. Bombanın kullanılabileceğini tahmin etmemiş olabilir mi? Kullanılmayacağını düşünmüş, caydırıcı etkisiyle savaşın biteceğini ummuş”  olsa bile bu günahlarını siler mi?

Hiroşima ve Nagazaki’den gelen korkunç görüntülerden sonra mıdır, yoksa aldığı eleştirilerden midir ya da içsel bir muhasebe sonucu mudur bilinmez ama Oppenheimer cephe değiştirir. O da Nükleer Silahlar Karşıtı Cephe‘ye katılır. Ama artık çok geçtir. Güçlü ülkeler bu silahların peşinde çoktan sıraya girmişlerdir bile.

Dünyayı tehlikeye sokan bu yarışın nerelere vardırılabileceği Oppenheimer’ı endişelendirmiş olmalı ki, Amerika başkanı Harry S.Truman’a bombanın kullanılmış oluşundan dolayı “ellerimde kan var” diyerek rahatsızlığını dile getirir. Daha önce bir “kahraman” olarak kabul edilen Oppenheimer için, o günden sonra “vatan haini” soruşturmasıyla zorlu günler başlayacaktır.

PEKİ EINSTEIN‘E NE DEMELİ?

Atom bombasının kurgulandığı ve geliştirildiği “Manhattan Projesi”inin ilham kaynağı Albert Einstein ve Macar-Amerikalı fizikçi Leo Szilard’ın Amerika Başkanı Franklin D. Roosevelt’e yazmış oldukları “uyarı” diye nitelendirilen mektubu olduğunu duymak şaşırtıcı gelebilir. Mektup 1939 Ağustos’unda yazılır. Einstein’ın sonraki yıllar hayatının en büyük üzüntüsü olarak nitelendirdiği o talihsiz mektupta, uranyumun önemine işaret eder. Uranyumla ilgili bilgiler ve önerilerde bulunduktan sonra da bundan güçlü bir bomba üretmenin mümkün olabileceğini söyler ve Almanların da bu konu üzerine çalıştıklarına dair endişesini dile getirir.

Einstein bu mektuba cevap alamaz ama 1942 yılında çok gizli olarak yürütülen Manhattan Projesi başlar. 1945 Mayıs’ında ise Almanlar teslim olduklarında  atom bombasına dair bir çalışmanın içinde olmadıkları ortaya çıkar. Yani bu bilim insanları Almanlardan korkarken, bir başka canavarın doğuşuna vesile olurlar. Amerika, Hiroşima ve Nagazaki kentlerine hiç çekinmeden, acımadan atom bombasını atarak nükleer silahları kullanan tek ülke olarak dünya tarihine yazılır.

Einstein ve Oppenheimer

Çoğunluğu Alman üniversitelerinde yetişmiş ve Nazi zulmünden kaçmış değerli bilim insanlarının böylesi riskli önerilerde bulunmaları ve kimilerinin de bu projede yer almalarının altında yatan bir çok sebep olabilir. Ama bu bilim insanları korkunç sonuçları göremeyecek kadar dar görüşlü olmamalıydılar.

Bilim ve teknoloji Hiroşima’da olduğu gibi bir anda insanı “kağıt” gibi yakıp sadece geride gölgesini bırakabiliyor ve kıyameti yaşatabiliyor. O halde bilim insanlarının, üstün zekalarının dışında ayrıca aydın insan duyarlılığına sahip olmaları, ahlaki değerleri koruma konusunda kararlı, vicdanlı ve evrensel iyiden yana bir bakış açısını barındırmaları bütün insanlık için hayati önem taşıyor.

Eleştirel kuramcı ve felsefeci Günther Anders (kendisi de Nazi zulmünden kaçmış), 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’nın bombalanmasını “yeni bir çağ”ın işareti olarak görür. “İnsanın ölümlü bir tür olmaktan, artık kendini yok edebilecek bir tür haline geldiğini” söyler. “Son insanların ilk kuşağıyız” değerlendirmesi ise vehametin boyutları konusunda bir uyarıdır.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu. 

Bedeni kül olmuş ve gölgesi kalmış çocuk

Neticede film, Asya’nın doğusunda yaşanmış dehşeti gösterme cesaretini gösteremedi. Gösteremez de. Belki de ne Amerika seyircisi, ne de dünyanın öteki ülkelerindeki seyirciler bu gerçek “kıyamet”i görebilecek cesarete sahip. Zaten Hollywood sinemasının da böyle bir geleneği yok. Manipüle edilmeye hazır seyircinin de. Alan memnun, veren memnun’lar diyarında ne gerçekleri görecek bir göz, ne de hakikati duyacak bir kulak mevcutken, “özgürlük” naraları eşliğinde sanki dikkate değer bir şey söylenmiş gibi “Oppenheimer” dosyasını açmanın anlamını sorgulamadan edemiyor insan.

2707950cookie-check“SON İNSANLARIN İLK KUŞAĞIYIZ” ve  OPPENHEIMER

2 YORUMLAR

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.