2008 Bütçesi üzerine…

Bir ekonomik olguyu analiz ederken, konuya hangi açıdan bakıldığı büyük önem taşır. Bakış açısının belirlenmesinde ilk adımı, ele alınan konunun tanımı oluşturur. Bütçe büyüklüklerinin böyle bir çerçevede açıklanabilmesi için, önce kamu bütçesinin tanımının yapılması kaçınılmazdır. Kamu bütçesi; adına uygun olarak, milli gelirin ne oranının kamulaştırılacağını, bu yükün hangi sınıflar üzerine yıkılacağını ve kamulaştırılan kaynaklarla kimlere ne kadar hizmet sunulacağının gösterildiği bir malî tablodur.
Konsolide bütçenin hacmi 2000-2010 yılları arasında, milli gelire oran olarak, 2000 yılındaki  % 37,2’den 2007 yılında  % 31,4’e geriletilmiş, 2010 yılında ise oranın %  27,4’ e geriletilmesi plânlanmaktadır. Faiz dışı reel harcamalar açısından ise, aynı dönem içinde oranlar % 20,9’dan % 21,9’a çıkma eğilimi taşımaktadır. Bunun anlamı, IMF ve sermaye çevreleri direktifleri doğrultusunda devletin küçültülme politikasının uygulandığıdır. Zira, faiz yükünün bütçede yarattığı şişkinlik alanının ileriki dönemlerde reel harcamalarca kapsanmaması için, vergi ve olağan gelirlerde ciddî artışa gidilmemiş, özelleştirmeler ve bütçe açıkları ile durum geçiştirilmeye çalışılmıştır. Diğer bir ifade ile, kamu açıklarının bir bölümü ulusal birikimlerin el değiştirilmesi, bir bölümü de finans çevrelerine aşırı kaynak aktararak kapatılmıştır.

Bölgesel ve kişisel gelir dağılımı çok bozuk olan kalkınma aşamasındaki bir ekonominin kaynak ve gelir dağılımları açılarından kamu kesimine gereksinimi büyüktür. Kamu kesiminin kaynak dağılımı işlevini, tüm topluma yayılı yarar sağlayan kamu hizmetleri ve belirli kişi ya da gruplara yarar sağlayan kamulaştırılmış hizmetler olarak ikiye ayırırsak, birinciler sermaye çevrelerinin “asıl devlet hizmetleri” adını verdiği hizmetler, ikincileri ise piyasa yerine kamu kesiminden karşılanan sosyal nitelikli hizmetler olarak tanımlayabiliriz. Böyle bir tasnif çerçevesinde, 2000-2010 döneminde birinci grup hizmetlerin milli gelir payının % 13,2’den % 14,4’e, ikinci grup hizmetlerin milli gelir payının ise, % 4,3’den % 5,1’e yükseltildiğini görürüz. Her iki grup hizmette de yaklaşık bir puanlık bir artış olmasına rağmen, birinci grup hizmetlerin tabanının geniş olması bu alana yönelik harcamalarda çok büyük mutlak artış olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Böyle bir gelişme çizgisinde, devletin sosyal niteliği azaltılmakta ve bazı hizmetler piyasaya terk edilmektedir.  Kamu içinde kalan hizmetler ise nicel ve nitel olarak eritilirken, sosyal devlet işlevlerinin parti ve cemaat dayanışması yoluyla yürütülmesi yoluna gidilmektedir. Böylece, devlet-vatandaş ilişkileri, parti-kul ilişkisine dönüştürülmüş olmaktadır.

Kaynak dağılımı işlevi açısından kamusal işlevlere göz attığımızda hem carî hem de yatırım harcamalarının milli gelir oranlarının geriletildiği gözlenmektedir. Şöyle ki, 2000-2010 dönemi boyunca milli gelire oran olarak, cari harcamalar % 13,2’den % 9,’a, yatırım harcamaları ise % 5,3’den % 1,7’ye geriletilmektedir. Bu oranlara bakarak, kamu kesiminin gelir dağılımı alanında  iyileştirici önlemler alamayacağı bir yana, asıl kamu hizmetlerini yerine getirmesi dahî kuşkuludur. Nitekim, aynı dönemler boyunca personel harcamalarının milli gelir oranı da % 7,9’dan % 6,3’e geriletilmektedir. Kamu hizmetlerinin optimal düzeyi, carî ve yatırım harcamalarının ahenkli gelişimi yanında, artan nüfusa göre gerekli kamu personelinin de istihdamını gerektirir.

Vergi ve sair olağan bütçe gelirleri bir tür kamulaştırılmış fonlar olarak görülürler. Kamu hizmet alanlarının şekillenme biçimi kadar, kamulaştırılmış fonların kaynağı da ekonomideki güç dengelerine (daha doğrusu, güç dengesizliklerine) göre oluşur. 2000-2010 dönemi itibariyle bütçe gelirlerinin milli gelir oranı % 27,8’den % 27,2’ye geriletilmektedir. Adalet açısından bakıldığında ise, aynı dönemde dolaysız vergilerin dolaylı vergilere oranının da 0,7’den 0,4’e geriletilmesi öngörülmektedir. Başka bir ifade ile, adaletsiz olduğu kabul edilen dolaylı vergiler dolaysız vergilerin 2,5 katına ulaşmış durumdadır. Dolaysız vergiler de çok ciddî adaletsizlik ölçütü barındırıyor olmakla beraber, dolaylı vergilerin sistemin içinde bu denli ağırlığa sahip olmasının vergide adalet ve gelir dağılımı açılarından savunulur bir yanı yoktur.

Bu açıklamaların ışığı altında şu sonuçlara ulaşmak olasıdır:

– Küreselleşme ortamında yükselen sermaye gücüne bağlı olarak vergi gayretinin zayıflığı nedeniyle kamulaştırılan kaynaklarda sınıra varılmıştır. Malî olarak alınamayan vergiyi, nitelik ve nicelik olarak geriletilmiş kamu hizmetlerine muhatap olan tüm toplum aynî olarak ödemektedir. Üstelik, bu yük altında en fazla ezilenler de orta ve düşük gelir grubuna dahil olanlardır.

– Güç ilişkileri çerçevesinde sermaye üzerindeki vergi yükü, sermaye dışı kesimlere, özellikle de emekçilere kaydırılmaktadır. Böylece, emek piyasasında sermaye tarafından sömürülen emek, bir kez de vergi yolu ile devlet tarafından sömürülmektedir. Devletin emekçi üzerinde oluşturduğu sömürü ilişkisi, sadece emekçilerin ödediği vergiden ibaret olmayıp, kamu kesiminde barem baskısı altında çalıştırılması yoluyla oluşturulan angarya yanında, eritilen kamu hizmetlerini de kapsamaktadır. 

– Ekonomideki güç ilişkileri çerçevesinde oluşan gelir (vergi) tahdidi altında devlet küçültülmeye ve, sermaye çevrelerinin ifadesiyle, “asıl devlet işlevlerine” hapsedilmeye çalışılmaktadır. Nitel ve nicel olarak eritilen kamu hizmetleri, eğitim, sağlık gibi temel gereksinimlerini piyasadan karşılayamayan orta ve düşük gelirli kesimler üzerine yıkılmış vergi yükü olarak görülmelidir.

– Finansal aşamada devletin kaynak dağılımı ve gelir dağılımı işlevleri geri plâna ,itilmiş, bunların yerini istikrar almıştır. İstikrar söyleminin arkasındaki yapıyı ise, artırılamayan vergi ve olağan gelirler kısıtı altında kamu kesiminin küçültülmesi oluşturmaktadır. Böylece, ekonomide halkın yönünde kamusal karar alma dönemi kapanmakta, bunun yerini sermaye çıkarları öne çıkarılmaktadır. Başka bir deyişle, sermaye açısından “istikrar”, orta ve düşük gelir grubundaki bireyler için “baskı” anlamına gelmektedir.

– Bütçe, son yirmi yıllık süre içinde, vergi vermeyip borç vermeyi tercih eden güçlü kesimlerin oluşturduğu açıkları “kamu borçlanma gereği” yaftası altında tüm topluma yayma işlevi görmüştür. 2007 yılında personel harcamalarının milli gelire oranı % 6,8 iken, faiz ödemelerinin milli gelir oranı % 7,6 olmuştur. Bu eğilimin 2009 yılına dek sürmesi öngörülmektedir.  Oluşturulan borçların bütçeye yansıyan faiz yükü, IMF direktifleri doğrultusunda, “faiz-dışı fazla” oluşturularak, kamu personelinin özlük haklarının kısılarak, tarım ve diğer kesimlere kamu desteği azaltılarak ve kamu hizmetleri nicel ve nitel olarak eritilerek, haksız olarak  tüm topluma yayılmıştır. Borçlardan yararlanan kesimler vergi vermemenin yanında yüklü faiz geliri elde ederken, tüm yükün topluma yaygınlaştırılması haklı görülemez. Türkiye, borçları reddetmese de, borç yükünün devleti borçlu konuma getiren güçlü kesimler üzerine servet vergisi salarak eritme yoluna girmeliydi.
Kamu bütçesinde önce harcamaların belirlenmesi, sonra buna uygun gelir sağlanması ilke olduğu halde, sermaye gücünün yükselmesi ve milli gelir üzerinde tasarruf gücünü ele geçirmesi sonucunda, “malî disiplin” söylemi altında, gelirlere göre harcamaların sınırlandırılması ilkesine geçilmektedir. Böylesi bir değişim ortamında kamu bütçesinden toplumda gelir dağılımını düzeltecek sosyal nitelikli hizmet beklemek söz konusu olamaz.   

_________________

* Prof. Dr.

 

1594820cookie-check2008 Bütçesi üzerine…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.