BAĞNAZLIK KARŞISINDA LAİKLİK

Türkiye’nin her daim sıcak gündemini oluşturan laiklik konusu zamanın ruhu itibariyle henüz yerli yerine oturmamış olup, sağlıklı bir tartışma konusu olmaktan uzak görülmektedir. 1923 Kuruluş döneminde yeni devletin gündemine oturtulan laiklik konusu, bir yandan Osmanlı döneminin dinsel yapılanmasının henüz silinememiş etkisi altında, diğer yandan da Batı’dan aktarılmış kavram algısının geliştirdiği tepki ile hararetli tartışmalı/çatışmalı dönemden günümüze kadar ulaşmıştır. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde baskılanmış tepkilerin 1948’lerden itibaren yaşanan popülist siyasetler gölgesinde belli belirsiz gelişerek, “hocanın, öğretmenin önüne geçmesi” durumu yaşanırken, sorunun tarihsel yürüyüşte doğal gelişmesine meydan vermeyen günümüzün AKP dayatması da toplum üzerindeki karabulutları yoğunlaştırmıştır. Cumhuriyet’in reformlarıyla bilimsel gereklilik olarak Batı’dan aktarılarak kabul edilmiş laiklik ilkesini soluyan halkımızın, zamanla emperyalizmle işbirliği içinde iktidarı ele geçiren siyasilerin manevraları ve son dönemde AKP’nin açık saldırıları ile dinciliğe savrulması, doğal sosyolojik süreç olarak değil, ciddi bir patoloji olarak görülmelidir. Önceleri Batı, sonraları güney-Arap etkisi altında kendini yaratmayan halkımızın derin bir kişilik parçalanması ve Daryush Shayegan’ın anlatımıyla “Melez Bilinç” yaşaması kaçınılmazdır. Puplius Syrus’un şu ifadesi size de çok anlamlı gelmiyor mu: “En sefil hayat, başkalarının arzusuna bağlı olarak yaşamaktır.” 

Henüz dinsel alanda reform aşamalarını yaşamamış, sanayi alanında gelişme sağlayamamış ve tabiatıyla ekonomik kalkınmasını gerçekleştirememiş bir toplumda laiklik konusu 15 bin voltluk akımın elle tutulması gibidir. Hal böyle olunca, önce korumalı eldivenler giyinip, yönü değiştirilmek istenen akımın başka alanlarda yaratabileceği tahribatı da hesaplayarak, tedbirli davranmak kaçınılmazdır. Bu durumda, dinciliğin toplumsal tahribatına geçmeden, konunun ele alınışı ve ilerleyiş patikalarının irdelenmesinin uygun olacağını düşünüyorum. Konuyu defalarca işlemiş olan Bertrand Russel’in fevkalde isabetli saptamasını buraya taşımak isterim. Russel, kitabında, mealen, şöyle bir anlatıma yer veriyor: ”Bir ülkede bilim insanları Hristiyanlığı kötülediğinde, buna karşı muhtemelen Galileo yandaşları tüm bağnazları değil de, sadece Hristiyan karşıtlarını reddederse, bunun anlamı Galileo doktrininin dogma haline dönüştürülmesidir. Buna karşın, Einstein ise Galileo ve tüm karşı çıkanlara itiraz ederse, her iki tarafça da aforoz edilir.” Burada laiklik konusunun çok ince bir tanımına tanık olmaktayız; o da, laiklik bir grubun herhangi bir konuda diğer gruba ya da görüşe mutlak karşı çıkışı olmayıp, özünde bağnazlığa karşı çıkış olduğudur. Burada 1700’lerde yaşamış olan Voltaire’in, “fikirlerinize katılmıyorum, fakat fikirlerinizi ifade edebilmeniz için canımı dahi veririm” özdeyişi bize yol gösterebilir. O da şudur ki, karşı çıkılması gereken husus olgu ya da tanım değil, yöntemdir: dayatmacı bağnazlık yöntemidir. Nitekim dayatmacı bağnazlık salt dinsel konularda değil, bizim alanımızda, ekonomi alanında da geçerlidir. Londra Üniversitesi öğretim üyelerinden John Weeks bir eserinde, ana akım iktisat ekolünün, ortaçağ Katolik kilisesi gibi insanın aklını zehirlediğini ve alternatif düşüncelere kapattığını ifade etmiştir. Din konusu iktisat alanına yabancı değildir. Geçmişte bazı iktisatçılar rahiplik görevlerini de yaparlardı ve bunlar çok koyu dinsel görüşe sahip idiler. Bunlardan en ünlüsü, 1899 yılında servet dağılımı konusunda bir de kitap da yazmış olan John Bates Clark’tır. Clark’a göre, Yaratıcı güç kâinatı bu kadar düzgün yarattığına göre, sosyal âlemi de aynı şekilde yaratmıştır. Clark bu fikrini, toplumsal olaylara iradi müdahalenin Yaratıcı’nın iradesine karşı gelmek olacağını savunarak uzun süre korumuştur. Clark, daha sonraları bilimsel gelişmeleri izleyerek son dönemlerinde bağnaz görüşlerinden uzaklaşabilmiştir.Sanırım, Türkiye’de sosyo-akademik ortam henüz böylesi bir rahat ve toleranslı düşünme, karar alma, hatta karar değiştirme aşamasına gelememiştir. Kaldı ki, bir yandan AKP’nin baskılaması, diğer yandan sıkışan küresel kapitalizm ve emperyalizm bu bağlamda ciddi engel olarak karşımızda durmaktadır.

Bu ve benzeri engellere rağmen hedefi iyi saptayıp, yolumuzda yürümek görevimizdir. Laiklik konusu, aksiyle ifade edersek bağnaz dincilik dayatması birbiri ile iltisaklı olarak toplumun ekonomi, siyaset, eğitim, sanat, spor ve benzeri birden çok alanı yaygın şekilde etkiler. Bu yazı çerçevesinde, alanım itibariyle, iktisat alanındaki düşüncelerimi kısaca ifade edeceğim. İktisat alanında konuşurken, devlet-sermaye ilişkisi yanında, faktör piyasaları ve ürün piyasaların işleyişi karşımıza çıkar. AKP’nin hükümet düzeyini devlet düzeyine yükseltmesi bağlamında Poulantzas anlayışıyla, sermayenin “devletin aygıtlarına hâkimiyetiyle” ekonomiye hâkim olması meselesi gündeme gelir. Bu durum bir yandan örtülü ya da açık dindar/dinci sermaye ile laik sermayeyi karşı karşıya getirirken, diğer yandan da iktidar ekonomik tabanını güçlendirmek amacıyla, sermaye kesimleri arasında siyaset amacıyla ayırım yaparak ekonomiyi olumsuz alana çekebilir. Nitekim AKP’nin İstanbul sermayesi karşısına önce Anadolu Kaplanlarını çıkartıp, sonraları yaşanan ekonomik kriz karşısında dayanıklılık gösteremeyen bu alanın terk ederek, bazı inşaat gruplarını ve beşli sermaye grubunu tabanına çekmesi bu durumun örneğidir. Destekler konusunda da benzer durumla karşı karşıya gelinebilir. Detaylı bir araştırma ile devletin din/dincilik siyasetiyle kamusal kaynakların dağıtımında ne denli optimal ölçütten saptığı görülebilir. Kaynak dağılımının sermayenin karşılıklı rekabet gücüne göre yapılması gerekirken, devletin politik kararları ve/veya kredi destekleriyle dinci ayırıma gitmesi kaynakların yanlış kullanımı ve israfı anlamına gelir. Kamu politikalarının yetersizliği halkı yoksulluğa sürüklerken, siyasal tepkilerin ya da seçimlerde rasyonel seçişlerin dincilik propagandaları ile engellenmesi ve saptırılması ekonomi-politik alanda olumsuzluklar yaratır. Asgari ücret ya da grev vs konularında dinci görüş ve ideolojilerin ekonomik rasyonalitenin önüne geçmesi toplumsal gelir dağılımında yanlışlığa yol açar. Şu halde, hükümetin ekonomiye bakışı ve müdahalelerinin ekonomik rasyonel ilkelerden dinci patolojilere saptırılması, hem ekonomide yanlış kaynak ve gelir dağılımına yol açar, hem de toplumun siyasi tercihlerini rasyonel kararlardan saptırarak, siyaset kadrolarının haksız ve yersiz işgaline sebep olur. İlginç olan şudur ki, günümüz iktidarı bu durumu istismar ederek siyasi konumunu korumaya çalışmaktadır. Nitekim yeni anayasa çalışmaları bu hamlelerin talihsiz işaretleridir.

Dincilik, emeğin baskılanması ve sakinleştirilmesi açılarından sermayenin de avantajınadır. Günümüzün giderek yükselen kâr oranları karşısında emek gelirlerinin erimesi durumunda emekçileri sakin tutan etmenin salt ideoloji ya da saptırılmış bilinç olarak görülmesi eksiktir. Bu konuda dinciliğin ve dincilik alanına rağbet eden bazı emekçi örgütlerimin oynadıkları rolleri inkâr edemeyiz. 1Mayıs coşkusu yaşanırken tepkiler ve protestolarla alanları doldurmak yerine faklı faaliyette bulunan emekçilerin aslında bizzat kendilerine nasıl bir zulüm işlediklerini anlamalarının önündeki en katı engel dinciliktir. İlginç olduğu kadar üzüntü de veren durum şudur ki, böyle davranan emekçi örgütlerinin sermayeye ve siyasete yakın davranış kodlarıyla, kendilerine tevdi edilmiş olan emekçi haklarına karşın, sendika hizmet süresi sonrası yaşamlarını garantiye alma yolunu tercih etmeleri istisnaî uygulama değildir. 

Dincilik olgusunun yaygınlaşması emeği sakinleştirdiği ve halkın siyasete bağlılığını güçlendirdiği ölçüde, emperyalistin gerek siyasiler, gerek sermaye ile işbirliği yaparak ülke kaynaklarına nüfuz etmesinin itirazsız suhuletle gerçekleşebilmesini sağlar. O nedenledir ki, emperyalistin bizlere uygun gördüğü “ılımlı İslâm” anlayışı paralelinde, ülkede siyaseti desteklemek için “alnın secdeye değmesi” ölçütü tek kriter olarak devrededir. Bu anlayışa göre, yeter ki siyasinin alnı secdeye değsin, ister ülke toprağı satılsın, ister ülke madeninin yok pahasına ve çevreyi kirleterek yabancılar tarafından istihracına izin verilsin, isterse ülkenin toplumsal birikimi ile oluşturduğu değerli kuruluşların yok pahasına yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilsin! Yeter ki siyasinin alnı secdeye değsin, bu koşul yerine getirildikten sonra, yabancı finans kuruluşlarının ülke ekonomisine hâkim olabilecek düzeyde ülkeye girmelerine ve sermaye ile işbirliği içinde, emekçiler ve genel halk yoksulluğa sürüklenirken, yoksul halk üzerinden sağladıkları olağanüstü finans karlarının ülke dışına transferine dahi izin verilebilir. 

Laiklik anlayışının din konusu işle bir ilgisi olmayıp, bağnaz dinciliğe olduğu kadar, bağnaz dinciliği altına konfor malzemesi olarak çeken ana akımın temsil ettiği sermaye-mülkiyet düzenine de karşı çıkma mantığını barındırmalıdır. Bunun sebebi, birinin ekonomik sistem, diğerinin ise sistemi yağlayan araç olmasıdır; bağnaz dinciliğe karşı çıkmak gereklidir, fakat yeterli değildir.         

 

2759740cookie-checkBAĞNAZLIK KARŞISINDA LAİKLİK

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.