Türk solunun tarihi, dünyanın en renkli gelgitlerine sahne olan kıvrımlı bir yol ve bu yoldaki tekil hayatlar üzerinden de ayrıntılı bir incelemeyi hakediyor. 1960’larda kımıldanan, 1965’de TİP’in %3 oyuyla ve 15 milletvekiliyle meclise giren sol hareketin siyasi iniş çıkışları kadim bir tartışma. Ancak Türk solunu renkli kılan da yalnızca bu değil zaten.
1960’ların sonunda başlayan ve Anadolu’da da önemli ölçüde karşılık bulan Hippi akımı, başta müziği olmak üzere yaşama biçimi ve felsefesiyle de önemli bir çığır açtı. Kapitalizme ve onun yarattığı vahşete bir tür başkaldırı olarak doğan bu hareket, siyasi olarak yaptığı “yerlilik” vurgusuyla kitleleri kendi kültürüne daha da yaklaştırma arayışına yöneltti. Bu arayış en çok da müzik üzerinden kitleselleşti. Hepimizin büyük bir tutkuyla dinlediği Erkin Koray, Barış Manço, Moğollar, Hürel Kardeşler ve Cem Karaca; Alevi deyişlerinden tutun da Karacoğlan şiirlerine kadar unutulmaya yüz tutmuş bir çok değeri yeniden kitlelerle buluşturdular. En çok da Batılılaşmayla, geleneksel söylem arasında gel git yaşayan göç vurgunu ikinci kuşak kentlileri yakaladı bu sanatçılar. Bu durum iki kuşak arasına sıkışmış bir çeşit “kent solu” yarattı.
Küresel hegemonya kurabilmek adına soğuk bir savaşın sürdüğü iki kutuplu kent yaşamının yeni ve şaşkın konukları da vardı. Sivas’tan, Malatya’dan, Yozgat’tan, Trabzon ve Erzurum’dan kopup gelen ve o yıllarda adı yalnızca “büyük şehir” olarak anılan metropollerin yeni konukları kendi değerlerini de birlikte getirdiler kente. Muhlis Akarsu, Aşık Mahsuni Şerif, Neşet Ertaş ve ardılları; milyonluk plak ve kaset satışlarıyla yetmişli yılların göç vurgunu yemiş kitlelerinin sesi ve vicdanı oldular. Amerikan ordusu ve siyasetinin tahakkümüne karşı, Mahsuni “ Katil Amerika!” diyerek meydanları inletiyordu.
Kent meydanlarından taşranın yoksulluk kokan tozlu sokaklarına kadar yankılanan Mahsuni’nin yanık sesi Anadolu coğrafyasında umudun melodisine dönüşürken, Muhlis Akarsu; yobazlığa, faşizan uygulamalara ve mezhep ayrımcılığına karşı sazı ve sözünü milyonlara siper ederek kavruk yüzlü Alevilerin ve yeni kentlilerin “toplumsal taleplerini” dillendiriyor, “ demokrasi nerede ise ordayız ” türküsüyle toplumu yönetenlere kitlesel bir gönderme yapıyordu;
Bizim ölülerimiz geri dirilmez
İnsanlara boş fetvalar verilmez
Bizde sınıf bölücülük görülmez
Demokrasi nerede ise ordayız
Meydanlar, dernekler, sendikalar… Herkesin rengi, inancı, umudu belliydi. Türkiye’de kendine özgü koşullarıyla birlikte gelişen sol dalga, kitlelere ‘gelecek güzel günleri’ muştuluyordu.
Kentlerde yaşanan bu müthiş buluşmayla birlikte ortaya çıkan siyasi hava kuvveden fiile de geçecek, Ecevit’in CHP’si 1973 seçimlerinde aldığı %33’lük oy oranıyla görüp göreceği en büyük rahmeti görecekti.
Bir kez daha bu emsalde bir yükseliş görülmeyecek, sol artık meydanlardan, sendikalardan ve meclisten uzaklaşıp; salonlarda, barlarda, lobilerde hayatı seyreden seçkinlerin entelektüel çözümlemelerine analizler üreten bir araç haline gelecekti.
Türkiye ve sol üzerine 12 Eylül odaklı tahliller yapmanın bıktırırcasına yinelendiği doksanlı yıların ardından, yetmişlerde kendini halkın içinde çıkan kimliklerle ifade eden sol geleneğin yerini medyanın ucube yarışmalarla şöhret ettiği kimlikler aldı. Cem Karaca, Muhlis Akarsu ve Mahsuni türkülerini ‘Cover’layıp tüketim çarklarına arz eden “enformatik cehalet”, izletilenin izleyen üzerinde denetim kurduğu medya çağında en çok ‘soldan’ vurdu kitlelere. Değerlerin bir gecede alaşağı edildiği bu vahşi arenada, yetmişlerde dünyanın her hangi bir yerine Amerikan tankları girdiğinde “Katil Amerika!” diye bağıran Mahsuni’nin ‘Cover’larını dinleyen insanlar, burnumuzun dibinde, Irak’ta her gün yüzlerce insan ölürken yalnızca izlediler.
Muhlis Akarsu’nun “ İnancımız demokrasi” diye haykırdığı yılların ardından, 14 yıl önce Sivas’ta Akarsu’nun da aralarında bulunduğu 36 canı acımasızca ateşe verenlerin ardılları, bu gün en iflah olmaz “demokrasi havarisi” kesildiler.
Dün Cem Karaca’yla, Erkin Koray’la dünyayı dönüştürme aşkıyla meydanları dolduranların çocukları, bu gün gösteri dünyasının ‘iyi fotoğraf veren’ yıldızlarıyla avutularak dönüşümün özneleri oldular. Gerçeği gizleyenlerin coğrafyasında, imitasyon kahramanlarla sınıfsal vurgular yapılmaya başlandı.
***
Bunca tespiti aslında son haftanın şu iki acı olayının toplumsal yansımaları üzerine yapmak istedim. Geçen hafta toplumun ortak hafızasından iki değeri sonsuzluğa uğurladı Türkiye. Birini hemen anımsadınız tabii; Barış Akarsu…
Allah rahmet eylesin, toprağı bol olsun, ışıklar içinde yatsın. Kalanlarına sabır dileyelim… Ancak hepsi bu. Yapmayın lütfen! Onu kendi güzellikleri ve hayalleriyle birlikte uğurlayın. Barış Akarsu’dan toplumsal fenomen yaratmaya kalkmayın. ÖDP’nin ve başka siyasi geleneklerin, hele de “Karadenizlilik” vurgusu üzerinden alaka kurarak ikinci bir Kazım Koyuncu yaratma çabalarına ne demeli?
Peki geçen hafta yitirdiğimiz diğer değerli insanı anımsayan var mı? Doğal olarak yok! Çünkü medyada bu minvalde bir bilgi geçidi görmedik.
Zehra Bilir desek, kimse bilmez!
“Türkü Ana” desek…
Eh, yaşı hallice olanlar elinde ipek mendil, ayağında şalvarla Anadolu’yu Türkülerle sallayan asırlık çınarı, bu inanılmaz kadını anımsarlar belki.
Peki 28 Haziran’da ölen Zehra Bilir hayata gözlerini nerede yumdu bilen var mı?
İstanbul’da Çocuk Esirgeme Kurumuna bağlı bir huzurevinde öldü Zehra Bilir!
Televizyonlarda, gazetelerde yaşamıyla ilgili bir ayrıntı; çocuklarını, kardeşlerini, aşklarını duydunuz mu?
Medyanın yarattığı kült kimliklerin hayatı “Cover’lamasına” sol gelenek de dahil oldu. Barış’la Cem Karaca’dan alınma cover şarkılar ve Muhlis Akarsu’nun soyadını eklemleyerek kurdukları alakayla, zihinsel bir “jetlag” yaşayan kitleler izletilenin peşinden koşup, gizleneni üstü örtüleni unuttular.