Deniz’lerin dalgasıyım
Ben halkımın kavgasıyım
Yarınların sevdasıyım
Yenilmedim ki….
Köyümüzde okul yoktu. Dedemlerin oturduğu Kayseri`ye bağlı Sarız`in İncemağara Köyü`nde ilkokul dördüncü sınıfa gidiyordum…
Güz soğukları başlamış, dökülen kavak yaprakları ortalığa küflü, tuhaf bir koku yayıyordu.Harmanlar kaldırılmış, un, bulgur öğütülmüş, köyün işsiz,güçsüz erkekleri duvar diplerinde, arada görünen güneşin karşısında ısınmaya çalışıyorlardı.
Radyodan, marşlar çalınıyordu.
Nuri dayım, “Hazırlan, seninle yarin Sarız`a, Cumhuriyet şenliğine gidiyoruz” dedi. Cumhuriyet şenliği nasıl bir şeydi bilmiyordum.Şekerli ve kurbanlı olanlarını saymazsak, bayramlarla ilgili bildiğim tek şey, radyoda çalınan marşlar ve Mustafa Kemal´in, o tiz sesiyle “yurttaşlarım!” diyerek başlayan ve “Ne mutlu Türküm diyene” ile
Hemen içeri koştum, yatak yığınının üzerindeki okul çantamdan defterimi kalemimi aldım. Nereden, nasıl edindim bilmiyorum; ta o günlerden başlayan bir not tutma alışkanlığım vardı. Cumhuriyet şenliğinde olan biteni defterime yazacak, ertesi gün okulda ballandıra ballandıra anlatacak, başka bir köyden geldiğim için beni çekemeyen bu köyün çocuklarını kıskançlıktan çatlatacaktım.
Gece heyecandan doğru dürüst uyuyamadım. Sabah erkenden kalktım, giyindim, elimi, yüzümü kokulu sabunla yıkadım.Güneş doğmak üzereydi, ama Nuri dayım halâ uyuyordu.Yatağının önünde ayaklarımı yere vurarak gürültü yaptım, yalandan öksürdüm, ama uyanmıyordu.Acele etmemiz gerekiyordu, Cumhuriyet şenliğine geç kalabilirdik.Dışarıya koştum, ocağı yakmak için çalı çırpı toplayan ninemi buldum, “ Nene ya, gel bu oğluna bir şey söyle! Kalkmıyor, geç kalıcıyık” diye şikayet ettim. Ninem hışımla geldi, bağıra çağıra ortalığı birbirine kattı.Nuri dayım, söylene söylene kalktı, yüzüne vurdu.Çayla, çökelekle karnımızı acele doyurduk.
Tedarikli bir çocuktum, asfalta doğru giderken birden durdum:
“Dayı, yanımıza bir iki de yağlı dürüm alsa mıydık, orada acıkınca yerdik.”
Dayım eliyle “boş ver!” işareti yaptı,”Gel, orada kebap yeriz.” dedi. Oy!…oy!…oy!…Anam beni Kadir Gecesi’nde doğurmuş herhal.Ben, yağ dürümüne razıyken dayım kebap yedirecek.Önce Cumhuriyet şenliğini izleyecektik.Karnımız acıktığında doğru kebapçıya…Kebabı şöyle iki elimin arasına alırdım, ağzımın kenarından yağları akıta akıta ne yerdim ama! Üzerine bir de baklava…
Keyiflendim, kendi kendime gülümsedim. Dayım gördü:
“ Ne o lan, Cumhuriyet şenliğine gidiyon diye keyiflendin mi?”
“He!” dedim.
Yalan söylemiştim. Aslında ben kebap yiyeceğimiz için keyiflenmiştim.
Hava soğuktu, asfaltın üzerindeki su birikintileri buz tutmuştu. Binboğa Dağları’ndan beriye insanın yüzünü bıçak gibi kesen yaman bir yel esiyordu…
Gözünü sevdiğim Şişko Çelen, cipiyle Hızır gibi yetişti ya, cipte oturacak yer yoktu.Telaşlandım:
“Dayı, cipte yer oturacak yer yok!”
Dayım:
“Meraklanma, Çelen bizi yolda bırakmaz, oğlu asker arkadaşımdır.”
Çelen, gerçekten de bizi yolda bırakmadı. Oturanlardan kimine “biraz ileri”, kimine “biraz geri” dedi, bize oturacak yer açtı. Sonra yüklendi gaza, ver elini Sarız…
İlçenin girişi bayraklarla süslenmişti. Pantolonları ütülü çocuklar, yolun ortasında düzenli sıralar halinde ve uygun adımlarla yürüyorlardı. Ellerindeki uzun çubuklarla davula benzer bir şeye vur ha vur ediyorlardı.O güne dek trampet nedir görmemiştim.Cipin iki büklüm oturmaktan ayaklarımın uyuşmasına aldırmadan dayımın kulağına eğildim:
“Bu şenlik dedikleri düğün gibi bir şey olmalı, baksana davul da var.”
Dayım:
“Davul değil, ona trampet, derler.Bizim askeriyede de vardı.”
Çelen, kulak kabarttı:
“Ne o çocuğun tuvaleti mi geldi, tamam geldik, sabretsin biraz!”
Dayım:
“Yok bişe Çelen usta, benim yeğen gümbürtüyü görünce keyiflendi,kendi aramızda konuşuyoruz.”
Çelen, ilçe merkezine gelmeden durdu; “Tamam, buraya kadar, yol kapalı, daha fazla gidemeyiz” dedi.Dayımla sokak aralarındaki kestirme yollardan yürüyerek şenlik alanına geldik.Her yana,bayrak ve Ata’nın resimlerini asmışlardı.Orta yere yüksekçe bir kürsü kurmuşlar.Dayım, kürsüdeki göbekli, kabak kafalı adamı göstererek, “Bu yeni kaymakam” dedi. Ardından jandarma komutanı konuştu. Kürsüye iyice yaklaştık.Çocuklar, bağıra- çağıra şiir okuyorlardı. Ben de eli kulağa atıp bir türkü söylemek istesem acaba bırakırlar mıydı? O zamanlar, radyodan yeni öğrendiğim, Nuri Sesigüzel’in türküsünü ne de güzel söylerdim ya:
Ne gecem var ne gündüzün ağlarım
Ana viran oldu benim bağlarım
Ben de bu derdime derman ararım
Ağla anam, ağla gel bu halıma
Köyden kağnıyla armut satmaya gelen bir köylü, kalabalığı görünce kağnıyı kenara çekmiş armutlarını satmaya çalışıyordu.Şenlik gürültülerine arada bir onun ” armuut!” diyen sesi karışıyor, izleyiciler dönüp sesin geldiği tarafa bakıyor, sonra seyirlerine devam ediyorlardı.
Kaymakamın kızı diye tanıttıkları toparlakça bir kız, güz soğuğunda “Akasyalar açarken…” şarkısını söyledi.
Kürsüden,Kayseri Lisesi`nde okuduğu belirtilen bir gencin adı anons edildi.Dayım, kulağıma eğildi,”Bizim Hüseyin bu!” dedi.Esmer, zayıf yüzlü, elmacık kemikleri hafif çıkık bir gençti bu. Ateşli ateşli elini, kolunu sallayarak konuşuyordu.”Mustafa Kemal” diyordu,”Ulusal Kurtuluş Savaşı” diyordu.Cebimden defterimi kalemimi çıkardım, “Kurtuluş Savaşı’nda Kara Fatma’nın sırtında cepheye nasıl mermi taşıdığını anlatıyor.” diye not düştüm. Aslında öyle bir şey söylememişti. Radyodan duyduklarımı bu konuşmanın içine karıştırıyordum.Kürsüdeki genç konuştukça, halk coşkuyla onu alkışlıyordu.
Genç, konuşmasını şimdi anımsayamadığım bir şiirle bitirdi, kürsüden indi. Kalabalığı yararak yanımıza geldi, Nuri dayımın eline eğildi, ama dayım öpmesine izin vermedi..Sonra, beni fark etti, saçlarımı okşadı, elini omuzuma koydu, adıımı sordu,“Sen nasılsın?” dedi.
Nuri Dayım beni tanıtırken:
“Sesi güzeldir, çok güzel türkü söyler” dedi.
Genç ,” Öyle mi?” diyerek gülümsedi.
Onun bütün davranışlarını, konuşmalarını, sesini dikkatle ve hayranlıkla izliyordum.
Bu gencin adı Hüseyin İnan’ dı…
***
O da, benim gibi, Nuri Dayıma “Dayı” diyordu.Kürsüde söylediklerini tam anlamasam da, bu kadar güzel konuşan bir akrabamız olduğu için gurur duyuyordum. O sırada kürsüden törenin bittiği anons edildi. Böylece kürsüden türkü söyleme hevesim de kursağımda kaldı.
Hüseyin:
“Dayı, haydi eve gidelim, karnınız acıkmıştır şimdi” dedi.
Dayımın yanıt vermesini beklemeden,atıldım:
“Yok, biz kebap yemeye gidiciyik!”
“Boş verin kebabı, hadi eve gidiyoruz. Annem şimdi sıcacık yemekler yapmıştır”
Dayımın gözüne baktım, Dayım fazla nazlanmadı, “Hadi, eve gidiyoruz” dedi.
Böylece kebap yeme hayallerim de suya düştü.Bizi evlerine davet eden bu gence bir yandan sempati duyuyor, bir yandan da kebap yememizi engellediği için kızıyordum.
Evlerine ana caddeden batıya doğru dar bir sokaktan gidiliyordu.
Tek katlı, üzeri toprakla örtülü evlerinin önündeki bahçenin bir köşesinde kocaman bir salkımsöğüt vardı.Giriş kapısından sonraki geniş koridor oturma odası olarak kullanılıyordu.Hüseyin’in odasına ise koridora açılan bir kapıdan giriliyordu.Odanın penceresi dar sokağa bakıyordu.
Hüseyin’in babası Hıdır ile amcası Kamil İnan,Sarız’da konfeksiyonculuk yapıyorlardı.Dedemlerle aynı soydan geliyorlardı, karmaşık bir akrabalık ilişkileri vardı.Eskisine ilave olarak yeni akraba da olmuştuk.Kan Davasından öldürülen amcamın eşi Zülfü ,Hüseyin’in amcası Kamil İnan’la evlenmişti.
Hıdır ve Kamil İnan,kalabalığın şenlik alanına toplanmasından sonra,ortalıkta kimse kalmayınca dükkanlarını erkenden kapatarak eve gelmişlerdi. Hüseyin’i dinlemeyi bile beklememişlerdi.
Nuri dayım, Hüseyin’in Cumhuriyet şenliğinde yaptığı konuşmayı anlattı.Konuşmanın çok alkışlandığını söyledi. Ama hiç ilgilenmediler.
Hıdır amca, Hüseyin’den yakınıyordu.Dükkanı emanet edip iki dakika bir yere gidemiyormuş. Yokluğunda, Hüseyin, dükkana gelen Sarız’ın götü boklu köylülerinin çoğundan para almıyormuş. Hıdır Amca’ya göre, nutuk atmak karın doyurmazdı. Bir işin ucundan tutmak gerekti. Babanın sepetindeki beş yumurtayı sekize, ona çıkarabiliyor musun, ben evlat diye ona derim” diyordu.
Yemekten sonra,Hüseyin,bu tepkilerin hiç birine yanıt vermeden odasına çekildi…
Kapı aralığından ikide bir burnumu uzatarak komiklikler yapıyor, Hüseyin’in ilgisini çekmeye çalışıyordum. Sonunda Hüseyin:
“Gel bakalım!”dedi.
Odanın duvarlarındaki raflar tavana dek kitaplarla doluydu.
Ağzım açık kalmıştı.Elimi duvarlardaki, masanın üzerindeki kitapların üzerinde gezdirdim, şaşkınlıkla :
“Bunların hepsini okudun mu?” diye sordum.
Gülümsedi…
Resimli bir kitap aldım, yanındaki sandalyeye oturdum. Hüseyin, beni unuttu, önündeki kitaba daldı gitti..
Dayımın
“Haydi, gidiyoruz” sesiyle kendime geldim.
Hıdır ve Kamil amcalar, gece orada kalmamızı istediler.Ben de istekliydim, ama Dayım:
”Akşam oldu, davar, mal zamanıdır, anam yaşlı, idare edemez” dedi.
Yola çıktık. Kamyona mı bindik, cipe mi, köye nasıl döndük anımsamıyordum. Cumhuriyet şenliğini unutmuş, aklım, fikrim Hüseyin’in kitaplarındaydı. Evde, uyumadan önce geç saatlere dek, Hüseyin’in kitaplarıyla ilgili izlenimlerimi yazdım. Az kalsın Cumhuriyet şenliğinden söz etmeyi unutuyordum…
Ertesi gün, kara tahtanın önünde Cumhuriyet şenliği izlenimlerimi anlatırken tıpkı Hüseyin gibi elimi, kolumu sallıyor, bazı yerlerde ses tonumu yükseltiyordum:
Öğretmen:
“Sakin ol, heyecanlanmadan anlat!” dedi.
Cumhuriyet şenliğinden çok Hüseyin’i anlatıyordum:
“Şimidicik, bizim orda bir de akrabamız vardı, o da orda konuştu. Yani bu akrabamızın adı Hüseyin İnan. Anne tarafımdan akraba gelir.Bir de ölen amcamın karısı vardı. O da onun amcasıyla evlendi.Bir de öyle akrabayız.”
Öğretmen:
“Oğlum, bırak hikaye anlatmayı, akrabalığı, Cumhuriyet Bayramı’nı anlat!”
Bir yandan anlatıyor, bir yandan da yan gözle yabancı bir köyden geldiğim için beni çekemeyen bu köyün sıpalarına bakıyordum. Kıskançlıktan yüzleri kıpkırmızı olmuştu.
Hüseyin’in anlattıklarını bitirdim, sıra radyodan dinleyerek ezberlediğim kendi uydurmalarıma geldi:
“Kurtuluş Savaşı’nda Yunan’ı denize döktük.İcap ederse yine dökeriz…Kıbrıs’tan bir adım dahi geri atılamaz. Kıbırıs Türk’tür, Türk kalacaktır…”
Öğretmen:
“Oğlum sen ne anlatıyorsun, bunların Cumhuriyet Bayramı’yla ne ilgisi var, geç otur yerine haydi!” dedi.
Teneffüste dışarı çıktığımızda köyün benden yaşça büyük iri gövdeli iki, üç çocuğu etrafımı sardı:
“Derste ne öyle elini kolunu sallayarak konuşuyordun lan, başka köyden gelip bize hava mı atıyorsun?”
Üstüme doğru geliyorlardı. Geri çekildim. Sırtım duvara geldi, artık gidecek yer kalmamıştı.
Elimi cebime attım:
“Yaklaşmayın lan, yakarım hepinizi!”
Birden durdular…
Durmalarından cesaretlendim:
“Gelmeyin üstüme, ananızdan doğduğunuza pişman ederim!”
Bir tanesi safça:
“Bıçak mı var elinde?”
Elimi cebimden çıkarmıyordum:
“Gelirseniz görürsünüz ne olduğunu”
İyice inandılar:
“Ana, cebinde bıçak taşıyor lan!”
Bir tanesi sınıfa doğru konuştu, öğretmenle birlikte geri geldi.
Diğerleri:
“Öğretmenim bu yabanın dölü bize bıçak çekti, hepinizin kanını yere dökerim, dedi; cebinde bıçak var öğretmenim!”
Öğretmen:
“Ver o bıçağı!” dedi.
Elimi cebimden çıkardım. Bıçak mıçak yoktu. Öğretemen geldi, cebimi yokladı. Cebimde sadece küçücük bir taş parçası vardı…
Yaptığım numarayla bu kez de dayak yemekten kurtulmuştum…
***
O kış, esas köyümüzün bulunduğu Adana’nın Tufanbeyli ilçesindeki baba tarafından dedem ölmüştü.Geleneklere göre, her yıl mayıs ve haziran “mezar ayları” ydı.Ölenlerin mezar taşları bu aylarda dikilir.O günlerde hemen her köyde mezar töreni düzenlenir, uzak yakın bütün akrabalar törene davet edilirdi.
1965 yılının Haziran ayıydı.Cumhuriyet şenliğinden yedi- sekiz ay sonra,Hüseyin’ in amcasıyla evli eski gelinimizi mezar törenine davet etmek için yine Sarız’ a gitmiştim.
Zülfü teyze, çocuklarıyla birlikte, ilçeden üç- dört saat uzaklıktaki Binboğa yaylasına gitmişti. Araçların çıkamadığı yaylaya atla , ya da yaya gitmek gerekiyordu. Hüseyin’in bisikleti vardı. Gidebildiği yere dek bisikletle gidecek,sonrasını yürüyecekti.Yaylaya gitmesi,Zülfü teyzeyle birlikte geri dönmesi öğle saatlerini buldu.Hüseyin, giderken bisikletten düşmüş, elleri, diz kapakları kan içindeydi.
Acele etmeliydik.Güneş batmadan mezar işlemlerinin tamamlanması gerekiyordu.Hüseyin de bizimle birlikte köye geldi.Sonra,Zülfü teyze ile geri döneceklerdi.Gömüt töreni biter bitmez, yemek bile yemeden ciple gittiler…..
Bu son görüşmemizdi, Hüseyin’ i bir daha hiç görmedim…
***
12 Mart’tan sonra, idam edildiklerinde Ankara Atatürk Lisesi’nin birinci sınıfında okuyordum. Cumhuriyet, ellinci yılına hazırlanırken bir zamanlar kendisi için övgüler dizen gencin ve iki arkadaşının boynuna yağlı ipi geçirivermişti…O gün, hava kurşun gibi ağırdı. Okula gitmedim. Sıhhıye’de, Orduevi’nin yanındaki küçük parka oturdum, için için ağladım. Sınıf arkadaşım Mürsel Alptekin yanıma geldi,elini omuzuma koyarak beni sakinleştirmeye çalıştı.Baktı olmuyor, az ötedeki Orduevi’ni göstererek;
“Oturacak başka yer mi bulamadın be! Ağlayacaksan, git başka yerde ağla, kalk haydi!” dedi…