İsveç’e gelme hazırlıklarını sürdürürken arkadaşlar takılıyordu:
“Hadi, hadi köftehor, kadının, kızın gani olduğu bir ülkeye gidiyorsun!”
Safım ya, inanmıştım.Söylenenleri bıyık altından gülümseyerek karşılıyordum.
İsveç’te kim kime, dum dumaydı.Kimse beni tanımaz, bilinçaltımda kalmış bütün “meşum”(uğursuz) isteklerimi karşılayabilirdim.
Kabak çiçeği gibi açılacaktım.
Artık unumu elemiş, eleğimi duvara asmış olarak yaşama başka bir açıdan, biraz da “entel” takılacaktım..
***
1984 yılında,Çavuşoğlu- Kozanoğlu grubunun dünyanın reklamını yaparak çıkardığı Güneş Gazetesi’ne Yaşar Kemal’in önermesiyle girmiştim.Ama,bekar olmama karşın aldığım maaşla geçinemiyordum.
Pera Palas Oteli’ndeki bir kokteyli muhabir olarak izlemeye gitmiştim. Kokteyle katılan Sakıp Sabancı’ya mikrofonu uzattığımda karnımın ağrısından duramıyordum. Altı delik ayakkabılarım gelirken yolda su almış, çoraplarım yapış yapıştı.
Karnımın uğultusunu bastırmak için soru sormak yerine, “Ağam, kitabım çıktı, size de bir tane imzalayıp getirdim” dedim. Aslında, hiç böyle şeyler yapmazdım. Her gün karşılaştığım kız arkadaşlarımdan biri, kitabın çıktığını altı ay sonra bir kitapçı vitrininde görerek öğrenmişti. (Böylece size de duyurmuş oldum).
Kitabı, bir suç işlemişçesine yanaklarım kızararak uzattım. Sayfalarına bir göz atarak cebine koyduktan sonra:
“Bundan 500 tane getir bizim Ali Haydar’a bırak!” dedi, danışmanın adı da Ali Haydar’dı.
Bu sözlerini bana bir “koltuk çıkma” olarak algıladım,
“Elimde o kadar yok, sadece birkaç tane daha bırakabilirim”dedim.
“ Yahu bu kitabı basan matbaası yok mu, oradan getir, parasını ödesinler!”
Saf saf; “500 kitap çok değil mi?” dedim.
“Kardeşim, ben, senin için değil, kendim için istiyorum kitapları. Bizim bir sürü kültür sitemiz var, oradaki kütüphanelere dağıtırlar.”.
Ayrılırken, elini omzuma koydu:
“Sana verdiğim 500 lirayı kaybetme, günün birinde çok değerlenir, benden sonra Sakıp Sabancı müzesine koyarlar belki.” dedi.
Röportajı yaptığımız günlerde üzerini imzalayıp verdiği 500 lirayı, yan yana çektirdiğimiz resimlerin slaytlarıyla birlikte hala saklarım..
Otelin sıcaklığı, aldığım birkaç duble içki midemin ağrısını bastırmıştı.
O yaşa değin ne bir evim olmuştu, ne de yuvam.İstanbul’da da Kavacık’taki Dilber Teyzemin yanında kalıyordum. İkinci köprü henüz yapılmamıştı .Kavacık o yıllarda orman alanıydı. Asfalt yoktu, yollar çamur deryasıydı.
Eve ulaştığımda gece yarısı olmuştu.Teyzem hala uyumamış, beni bekliyordu.
“Oğlum nerde kaldın, merak ettim”dedi.
Üstümü, çoraplarımı değiştirdi, ıhlamur kaynattı. .
Ertesi gün, Yazarlar Çevirmenler Kooperatifi (YAZKO) Başkanı Erol Toy’a telefon ettim:
“Ağabey, Sakıp Sabancı benim kitaptan 500 tane istiyor, gönderebilir misiniz?”
Erol ağabey, telefonda sevincini gizleyemedi:
“İlaç gibi gelecek, bu ay elektrik parasına hala ödeyemedik”
Kooperatifimiz de benim gibi sefilleri oynuyordu.
35 yaşıma gelmiştim, hala evlenememiştim.
Güya çok sevgililerim olmuştu, ama çoğunun eline elim değmemişti.
O kadar da müşkülperest değildim oysa.
Yaşadığım koşullar beni umutsuzluğa düşürmüştü.
Evlenmeyi, çocuk büyütmeyi göze alamıyordum.
***
Büyük kente yoksul bir köy çocuğu olarak gelmiş, tırnaklarımı kanatıncaya kadar çalışarak bir yerlere gelmeye çabalamış, başaramamış, bir baltaya sap olamamıştım.Ya da, yazar arkadaşım Ayten Onayemi’nin deyişiyle, bin baltaya sap olmuştum, ama hiç biri de odun kıramıyordu.
12 Eylül’den sonra uzun süre işsiz kaldıktan sonra köye gittiğimde babam kaç kez söylemişti:
“Oğlum, bırak gel oraları. Ziraat Bankası’ndan borçlanarak bir traktör alalım.500 koyun alalım. Hiç olmazsa kafan rahat olur. Çekme oraların o rezilliğini,bırak gel. Altınoba’da Sülü Bey’in cıncık gibi bir torunu var Ahır süpürmesini bilir, koyun sağmasını bilir; hem şehire, hem köye ayak uydurur. Yap beş-altı çocuk. Birini kuzuya gönder, birini nahıra(sığıra), birini ekine gönder, birini oduna..Hem baba yurdunu şenlendir, hem de otur yer.Geride kimimiz kaldı. Her yıl,güzün erkek tokluları (kuzu) satsan onların vereceği paradan daha fazlasını kazanırsın.Köyün havası temiz, suyu temiz.Yediğini bilirsin, içtiğini bilirsin.Dirliği batsın şehrin…”
Köyde yaşayamıyordum.
Şehirde barınamıyordum.
Mesleğimde, herkesin işine yarayabilecek bir adam olamamıştım.
“Maaşıma zam yapın!” diyemeyecek kadar utangaçtım.
Diyebilsem de bunun bir yararı olacağını sanmıyordum.
O yıllarda Sevda Kaynar’i da tamımıyordum ki reklamcı olaydım..
***
İsveç’e de sınıf atlamak için gelmedim. Zaten buralarda insan sınıf atlayamıyor, sınıf ve yükselti (irtifa) kaybediyor
Şimdi, şeker, gazete sattığım küçücük dükkanımda kimseye muhtaç olmadan yaşayıp gidiyoruz.
Zengin olmak gibi bir tutkum olmadı.
Kendi işimde, ailemle,çocuklarımla ve sizlerleyim. Bu da beni mutlu etmeye yetiyor.
Yaşam dediğiniz zaten nedir ki…
Gelirken hiç öyle büyük beklentilerim, ideallerim yoktu. Doğacak çocuklarımın altı delik ayakkabılarla okula gitmelerini istemiyordum.“Baba, bana çizme al!” dediklerinde, “yavrum, idare et!” demek istemiyordum. Hepsi bu. Bu da insani bir duygu olsa gerekti..
***
İsveç’te ilk acemilik günlerimi atlattıktan sonra, gelirken arkadaşlarımın söylediklerini anımsadım.
Yolda karşılaştığım kızlara sırıtarak yaklaşıyor, gözlerinin içine onları yiyecekmişim gibi bakıyordum.
Onlar ise bana hiç yüz vermiyorlardı.
Yüzüme bile bakmıyorlardı.
Hani, İsveç’te kadın, kız gani gibi, diyorlardı?…
Memo’nun hikayesini anımsıyor, kendi kendime gülüyordum:
İstanbul’da inşaatlarda çalışmaya giden Memo’yu arkadaşları uyarmış:
“Ulan Memo, bu İstanbul denen yerde canının hangi kadını isterse gidip onunla yatabilirsin. Git , gözüne kestirdiğinin kapısını çal, gerisi tamam…”
Memo, bir süre çalıştıktan sonra arkadaşlarının sözlerini anımsamış, gitmiş karşı balkonda gözüne kestirdiği kadının zilini çalmış.
Kadın kapıyı açmış:
“Ne var, ne istiyorsun?”
Memıo, bıyıklarını sıvazlayarak sırıtmış:
“Buralara kadar gelmişken bir yapak!(yapalım) hele!” demiş.
***
Bir gün Konya’lı İzzet telefon etti:
“Gel seni bir arkadaşın duruşmasına götüreyim!”
İsteksizlenerek,“Ne duruşması?” dedim.
“Bizim bir arkadaşı, İsveç’li bir kadına zorla saldırmaya çalışmış, yakalayıp hapse atmışlar, bugün mahkemesi var.”
Dumanımın hala üzerimde olduğu günlerdi:
“Bırak kardeşim, ne mahkemesi? Zaten poliste, mahkemede imanımız gevremiş, bir de burada karşımıza çıkarma!”
Nazlanarak gittim:
Mahkemedeki İsveç’çe konuşmalar çevirmen aracılığıyla anında Türkçe’ye çevriliyordu:
Önce, kadın ifade verdi:
“Gece klübüne gitmiştim. Bu adam yanıma geldi, bana bira ısmarlamak istediğini söyledi. Bedava bira içeceğim için kabul ettim. Sonra birkaç tane daha ısmarladı. Klüpten çıkıp eve giderken benimle gelmek istedi. Evim klübe çok yakındı. Ona borçlu kalmamak için evimde bir kahve ısmarlamak istedim. Kahveyi içtikten sonra benimle yatmak istediğini söyledi. Kabul etmedim ve hemen gitmesini söyledim. Ben o biraları sana boşuna mı ısmarladım, diyerek üzerime saldırdı, bana tecavüz etmek istedi. İmdaaat! diye bağırdım. Komşular sesimi duyarak polise haber verdiler. İsteseydim onunla birlikte olurdum. Ama, evime götürürken kesinlikle onunla birlikte olmayı düşünmüyordum. Niyetim sadece baş başa kahve içmekti…”
Sonra, söz sırası bizimkine geldi:
“Şimdi hakim bey, bu kadın içmeye gece tek başına gitmiş mi, gitmiş… Ben de buna bira ısmarlamış mıyım, ısmarlamışım… Sonra beni alıp evine de götürmüş mü, götürmüş… Birlikte kahve de içmiş miyiz, içmişiz…”
İçinde diş kalmamış avurtlarını sonuna kadar açarak sırıttı:
“Eee, geriye daha ne kalıyor?..”
***
8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN!