Ahmet Ümit yeni romanının adını “Aşk köpekliktir” koymuş, 2 aralık akşamı TRT 1’deki Mehmet Barlas’ın Sinerji programında keyifli keyifli aşkı neden köpeklik olarak tanımladığını anlatıyordu. Onu dinlerken farkettim ki, aşk yüzyıllardır her zaman en çok tartışılagelen olgulardan bir tanesi.
TDK sözlüğü arapça kökenli bu kelimenin tanımını “aşırı sevgi ve bağlılık duygusu” olarak veriyor. Şiirlerde, şarkılarda, filmlerde, kısacası her yerde bu “aşırı sevgi ve bağlılık duygusu karşımıza çıkıyor. Tasavvuf şiirinin en önde gelen isimlerinden Yunus Emre’nin “gönlüm düştü bu sevdaya/ Gel gör beni aşk neyledi” dizeleri hepimizin aşina olduğu, aşk konusunda kaleme alınmış en güçlü mısralardandır.
Yine bir başka şiirinde “Aşkın ile aşıklar/ Yansın ya Resullullah/ İçip aşkın şarabını/ Kansın ya Resullullah diyen Yunus Emre ile, “Aşkın beni elden ele gezdirdi / Çok dolandım bulamadım/ Beni candan usandırdı, bezdirdi /Tuzlu imiş yiyemedim aşını” diyen ünlü halk ozanımız Aşık Veysel dizelerinde aynı aşktan söz etmeseler de, anlatılmak istenen yine de “aşk” sonuçta.
Aşk için söyleyecek bir sözü olamamış ya da hiç aşık olmamış kimse var mıdır dünyada, zannetmiyorum…
Tanımında bile bir aşırılık durumundan söz edilen aşk bir anlamda imkansızlıkları içinde barındıran kaotik bir sevgi, bir tutku. İnsanlar aşk için her şeyi göze almış, her türlü acıyı yaşamış yine de vazgeçmemişler bu illetten. Jüliet’i ölüme götüren, Ferhat’a dağları deldiren hep aşk değil mi? Keza İngiltere kralı VII Edward’ı tahtından feragat etmeye götüren Bayan Simpson’a duyduğu aşk değil mi? Aşkın olduğu yerde mantığın, durağanlığın, huzurun varlığından söz etmek mümkün mü ? Hiç sanmıyorum.
En beklenmedik zaman ve yerlerde hep aşkı görüyoruz. Yaşamın tüm güçlükleri, savaşlar, açlık, hastalık, mapusluk hiç bir şey aşk için engel oluşturamamış, oluşturmuyor da. 1930 yılında Nazım Hikmet;” Abe şair/ bizim de bir çift sözümüz var /aşka dair/ O meretten biz de çakarız/biraz” derken bir ömür sürecek yargılanma, mahkumiyet, mapusluk
serüvenine çoktan başlamıştı bile. Ama yaşadığı hiç bir şey onu aştan ve aşık olmaktan koparamadı. Ölümüne dek Piraye’den Vera’ya hep tutkulu aşklar yaşadı.
Yüzyıllardır insanoğlunun kendini kopartamadığı bu en beter illet aşkın hiç iyi tarafı yok mu gerçekten? Bunu yaşayanlara sormak gerek, ancak herkesin aşkı bir diğerine benzemiyecek kadar kendine özgü. Buram buram şehvet, içki, tütün kokan satırlarında aşkın ne menem bir şey olduğunu anlatan Bukowski’nin aşklarını bir başkası yaşayamayacağı gibi, dünya döndükçe her köşesinde başka başka aşkların yaşanmaya devam edeceği kesin.
Ne diyelim ister köpekçesine, ister en ulvi duygularla yaşananı, ne olursa olsun,
aşk, aşk, ah minel aşk…