Çalgılı, dansözlü, köçekli, rüşvetli bir Topkapı Sarayı romanı: Cinci Hoca

Bazen insan kulağı, başkalarının yaptığı her türden çivisi çıkmış, ıcığına cıcığına kadar pisliğe batıp kirlenmiş olup bittileri duymak ister. Bu istek dedikodu arzusundan öte bir şeydir, sanıyorum…

İnsan bu türden Şeytâni şeyleri dinlerken kendisine bir çeki düzen verir.

Okur dediğimiz meraklı insanlar da, zaten o yüzden, romanları didik didik edecektir.

Okuyan insan, insanlık tarihinin bataklığında bir zerre olsun ayak izi bırakmış KitonyenChthonian (İng.), yeraltına ait kötücül ruhları kitaplar da bulmak ister; edebiyatçılar da bu gereksinmenin farkındadır.

Diyelim siz de maskaralık, rezalet ve kepazelik, terbiyesizlik ve ahlaksızlık, kanun tanımamazlık ve zulüm üzerine bir tarih romanı okuyup ya sabır çekmek istiyor olabilirsiniz.
Üstelik bunca alçalma, hatta alçaklık hâline geldiği kimi hikâyeler okurun kendi kültürüne ait tarihte olup bittiyse, ya sabır da bazen yetmeyebilir.

Zira Rus Çarı’nın dalkavuğu, büyücüsü, köftehoru, birinci adamı olan Papaz Grigori Rasputin‘in yediği herzeler, Türk okuru için salt etkileyicidir; hepsi o kadarla kalacaktır.
Rasputin’in yaptıkları sizin kendi evinizde ola gelmiş değildir, o yüzden ya sabır çekmeniz, okuyup öğrendiklerinize yetişir de artar bile… Lakin şarlatanlığın tümü, eğer Cinci Hoca gibi bir adamın elinden çıkmış, üstelik bunlar, önünden her geçişinizde şanlı Osmanlı tarihi nakaratıyla aktarılan kimi hâmaset- kahramanlık dolu hikâyelerin yaşandığı Topkapı Sarayı‘nda oluvermişse, bunca şeyi hazmetmesi zor olacaktır.

Cinci Hoca adlı tarihî karakter üzerine bir roman çıkaran Mümtaz Turhan Tan, ardında on altı roman, on civarında derleme, inceleme ve fıkra kitapları bırakmış, Osmanlı tarihine gösterdiği ilgiden olacak, Cumhuriyet dönemi edebiyatçıları arasında galiba bu yüzden pek itibar görmemiş, fakat buna karşın kalemiyle ekmeğini kazanan bir basın ve yazı emekçisi olarak 1939’da vefat etmiştir. Cinci Hoca adlı romanının yazılış tarihi tam olarak bilinmiyor, araştırdım ama ilk baskısının hangi ¨kitaphane veya matbaadan¨ yapıldığını bulması kolay olmadığından bu öğrenme çabasından çabucak vaz geçtim.

Fakat, bu araştırma esnasında komik bir şeye rast geldiğimi de yazmalıyım: Cinci Hoca’nın ilk yayın tarihini öğrenmeye çalışırken, www.antoloji.com ‘da karşılaştığım bir değerlendirme yazısı epeyi aydınlatıcı oldu. Tan’ın ölüm tarihi o yazıda verildikten sonra, ¨Kitabın yazılış tarihi hakkında kesin bilgi yoksa da bu tarihten evvel yazıldığı kesindir!¨ deniyordu. (Reyhan Sert, Osmanlı Rasputin’i Cinci Hoca başlıklı yazı)

Cinci Hoca’yı daha sonraki yıllarda İnkilap Kitabevi ve nihayet Çağrı Yayınları gerçek başlığıyla okura ulaştırmıştır. Bu romanı bir zaman evvel Oğlak Yayınevi basıp yaymış ve başlığını da ¨Osmanlı Rasputin’i Cinci Hoca¨ diye kullanmıştır.

Cinci Hoca bir popüler tarih romanı olduğundan hiç kuşkusuz konusu, teması ve hikâyenin tamamı gerçekle bire bir örtüşmekte bulunduğu için aynı isim altında başka yapıtların görülmesi de kaçınılmazdır. Nitekim, Turhan Bey’den hemen sonra, Cinci Hoca romanının ¨ziyadesiyle sürüm eylediğini¨ gören bazı yazarlar benzer şeyler yapmaya kalkışmıştı; birçoğu gazete tefrikası olarak geride kaldı, değersizce…

Fakat Cinci Hoca’yı, en az elimizdeki roman kadar iyi anlatan bir başka tarih yazarı daha vardır: Ziya Şakir Soku… Şimdi ancak sahaflarda varsa bulunur bu eser, Ziya Bey’in Cinci Hocası, 1935’de Muallim Fuat Matbaası tarafından ¨neşredilmiştir¨, yayımlanmıştır.

Cinci Hoca’nın sonradan farkına varan senaryo yazarı, rahmetli Melih Başar‘ın kaleminden çıkan bir film yapıtını ise yönetmen Suavi Tedü beyazperdeye aktarmış, 1953 yapımı Yeşilçam filmi o vakitler kapalı gişe oynamıştı.

Cinci Hoca’nın devlet malı deniz yemeyen domuz diye Topkapı Sarayı’na dayanıp kirli aksatalar çevirdiği zamanın deli padişahı I.İbrahim üzerine, değerli oyun yazarımız Turhan Oflazoğlu 1963’de Deli İbrahim başlıklı bir oyun dizelemiştir ki bununla Türk Dil Kurumu Ödülü‘nü de alın teri ve göz nûruyla hak etmiştir. Oflazoğlu’nun Deli İbrahimi hâlen sahnelenmektedir.

Böylesine canlı bir konuyu tarihin karanlık odalarından alıp çıkaran, Türk edebiyatı ve sanatına taşıyan, işte, ilk kez Turhan Tan olmuştu.

Kısaca, ağabeyi zalim sultan VI.Murat’ın ölümüyle silsile takip eden Osmanlı soyu iktidarı için, o güne kadar kapatıldığı saraydaki kafesinden yirmi yıldan fazla zaman kaldıktan sonra gün yüzüne çıkarılan I.İbrahim’in delilikleriyle romana başlarız. Turhan Tan kaleminden lezzet damlaları akıtan bir yazardır, bize zevkle okutur bu başlangıcı…

Deli İbrahim diye anılan on sekizinci padişahın bir kadıncıl olduğu romanda ısrarla belirtilir; açıkçası bu kadıncıl sözcüğünü bugüne dek niye kullanmadım, akıl etmedim diye beni hayıflandırmıştır.

¨Cıl ve cil malûm olduğu üzere¨ diye dipnotu koyar yazarımız, ¨düşmanlık, yeyicilik, yerine göre de alışkınlık, yakınlık ve sebebiyet ifade eden bir edat olup isimlere eklenir. Adamcıl, tavşancıl, ölümcül gibi…¨ sözleriyle durumu açıklar.

Deli İbrahim, evet, bir kadıncıldır.

Ağabeyi, zulüm sever VI.Murat’ın hışmından korka korka, istemeye istemeye kafesinden çıkar, ona zorlukla kardeşinin öldüğü kanıtlanır. Buna bir kez inandıktan sonra bütün kadıncıllığını ortaya koyacaktır. Korfu’dan gelme Rum kökenli annesi Valide Kösem Sultan‘ın yardımı, göz yumması ve hırslarıyla iktidarını sırf kadınlar arasında 9 yıl kadar sürdürür; Topkapı Sarayı’nda… Nâima, Peçevî ve Hammer tarihlerinde Deli İbrahim, ballandırılarak anlatılan kısımlar hâlinde uzun uzun yer almaktadır.

Deli İbrahim’in bu tarih kitaplarından anlaşıldığı, halk arasındaki dedikodularla beslendiği ve Turhan Tan’ın romanında yarı-belgesel olarak aktardığına bakılırsa, Topkapı Sarayı bir açık kadın pazarı hâline onun zamanında getirilmiş idi. İmparatorluğun her yerinde el değmemiş bakire kızlardan, dilerse güzelliğini duyduğu paşa karılarına ve kızlarına kadar kadın bırakmayan Deli İbrahim, bunların tamamı binlerce sayıya ulaştığında, Topkapı Sarayı’nda bir kadın enflasyonu baş gösterecekti.

Saraya gelen giden kadınların seçeresi bugün dahi belli değildir. Deli İbrahim’in bir üfürükçü hocaya ihtiyaç duyduğu, erkek-damızlık azgınlığının düşüş gösterdiği birgün, o zamana kadar süflî ve sefil yaşayan Cinci Hoca adıyla maruf Molla Hüseyin adlı gençten, Safranbolu kazasından İstanbul’a gelme bir şarlatan işe karışacaktır. Cinci Hoca, Deli İbrahim’in damarından geçen kanın tansiyonunu bir bakışta ölçecek kadar ona yakın olmaya başlar, padişahın zaten azmaya teşne ruhuna bol bol kadın bulur, bunları dualarla ve üfürüklerle cinler âleminden getirdiğine onu inandırıp koynuna sokar. Topkapı’nın bir bakıma üstü örtülü sadrazamı, hatta erkek sineğin girmesi olanaksız harem dairelerinde hadım kızlarağası gibi caka satarak dolaşan tek kişi olur. Kösem Sultan gibi önünde takla atılamaz bir Valide Sultan’ın kulağına kadar eğilip sıcak nefesiyle yıllardır dulluk çeken kadını baştan çıkaracak dereceye varır cesareti… Bütün bunların başı sonu hep paraya dayanmaz mı, elbette öyle olacak, zaten rüşvet ve iltimasla inleyen koca imparatorluğun altın akçe musluğuna Cinci Hoca da dudaklarını dayayacaktır. Roman sonundaki beklenen idamı yaşanırken açıklanacağı gibi saraya ve padişaha yakınlığı sayesinde elde ettiği paralar, iki milyon Osmanlı altınına ulaşmış, İstanbul dahil birçok yerde han hamam, saray benzeri kâşane, arazi ve emlak almıştır. Ulema sınıfından bir hoca efendinin kızını nikâhlamakla vaziyeti düzelttiğini ahvale gösteren Cinci Hoca, bir yandan padişaha sunduğu kadınları da arada bir haremine alıyor, üfürüklüyordur. Hatta, padişahın dinî nikâhlı hanımlarıyla da düşüp kalktığı bu romanda üstü örtülü ihsas edilmiş, okura hissettirilmiştir.

Deli İbrahim tencere ise Cinci Hoca kapağıdır; tencere yuvarlanır kapağını bulur misalidir onlar…

Deli padişahın yaptıklarını sabırla okuyacak okuru bekleyen Cinci Hoca romanında dünya düzeni kendi deresine su akıtmaya devam eder ve hırsıza, arsıza, rüşvetçiye, sahtekâra, zalime, eşkıyaya verilen hükümdarlığın da sonu gelecektir. Osmanlı’nın Bektaşî Ocaklı Yeniçerileri, bugünkü anlamda bir askerî darbeye, coup d’etat’ya kalkışır, kazan kaldırır. Deli’yi annesi Kösem Sultan’ın sevinçten şıkır şıkır göbek attığı sırada tahtından indirip önce kafese kapar, sonra canını meşhûr cellat Kara Ali‘ye teslim eder. Deli İbrahim yerine de onun oğlu olan VI.Avcı Mehmet‘i yedi yaşındayken elleri ayakları öpülerek tahta oturturlar. Bu arada birçok kafalar kesilir, canlar alınır, o güne kadar Deli İbrahim sayesinde vur patlasın çal oynasın yaşayanların kaderi tecelli eder, yani işin eğrisi doğrusunu bulmuştur.

Lakin, Turhan Tan’ın buradaki ağır ithamına, suçlamasına kulak vermek gerekir: Osmanlı soyunun bu ve başka deli padişahları yüzünden hasıl olmuş bozuk kanından imal olunan öteki sultanlar yüzünden yine benzeri şeyleri Osmanlı yaşayacaktır. (s.272)

Cinci Hoca’ya bu arada ne olmuştur, merak edenlere romanın sonunu hemen ele verelim: Habeşistan sınırındaki bir Osmanlı livâsına kaymakam mertebesinde tayin görür, yani biraz onu kollarlar… Ama o uslu durmayacak, kaybettiği milyonlar değerindeki serveti ve itibarını geri almak üzere, daha sürgün yolundayken Tatar Hanı olan Giray’a mektuplar yazıp Osmanlı’yı şikayet edecektir. Sonu, başını yağlı ilmeğe uzatmak olur; sürgün yolunda, Bilecik’e gönderilen bir cellata kendini teslim ederek…

Turhan Tan’ın yer yer edebî cümlelerinin, güzel bir İstanbul ve Osmanlı Türkçesinin eşliğinde yazdığı romanı Çağrı Yayınları ve onun adı nezâketinden gölgede kalmış ama Türk yayıncılığına emeği geçen kurucusu Şaban Kurt’un dikkati altında hazırlandığı belli olan bu baskısı, bana kalırsa mutlaka alınıp okunası, tiz okunmaklığı gereken bir kitaptır.

Turhan Bey, romanına kurgusal bir anlatım boyutu vererek başlamakta ancak sonlara doğru hem romanın uzaması, hem daha anlatılacak şeylerin çokça olması yüzünden anlatımı farkında olmaksızın edebiyat dilinden tarih yazarlığına çevirmektedir; tek kusuru, eğer kusur sayılırsa elbette, budur… Sonlara doğru romanda hızlanan olaylar, isimler, gelişmeler ve tarihî açıklamalarla karşılaşan okurun en başta bulduğu roman tadı gide gide ve yer yer bir kronolojiye dönüşür. Bu rahatsız edici değildir, ama roman temposunu değiştirmektedir.

Üzerinden birkaç kez geçerek okuduğum Cinci Hoca’da en eğlentili bulduğum, hatta kendimi salıp ufarak bir kahkaha dahi saldığım satırlar ise Deli İbrahim’in sadrazamı Kara Mustafa Paşa’nın hünkârın önüne devlet meselelerini anlatmak üzere geldiği saray odasındaki sahnedir. Sadrazam Kara Mustafa etek öpmeye gelmeden evvel Deli İbrahim, elli santimlik boyuyla ona arkadaşlık eden bir erkek cücesini kucağına almış, öpüp okşamakta, gıdıklayıp eğlenmektedir. Sadrazamın âni çıkıp gelişinde füturunu bozmayan Deli İbrahim, cüceye ¨Sadrazam gidene kadar sen samur kürküm içine gir, göbeğimin üzerinde otur bekle¨ der, onu saklar. Kara Mustafa Paşa ciddiye binmiş Girit, Venedikliler, Bosna meselelerini anlatırken sıcaktan kürk altında ter döküp havasız kalan cüce daha fazla dayanamaz, başını padişahın kürkünden dışarı çıkarır. Birden Kara Mustafa Paşa’yla göz göze gelirler, cüce oyunbazdır ve padişahın bu kadar yakını olduğu için ona güvenerek Sadrazam’a minimini dilini çıkarıp selam verir. Kara Mustafa Paşa cücenin tersine, devden bozma bir adamdır ki tek başına bir öküzü yere devirdiği, bir oturuşta iki kuzu yediği söylenir. Sadrazam yerinden kalkar, padişahın koynunda saklanan başı ve pembe dili dışarda kalmış cüceyi alır çıkarır, Topkapı Sarayı’nın Sarayburnu’na bakan pencerelerinden birisini açıp denize fırlatır. Deli İbrahim’in nutku tutulmuştur; hem sadrazamından korkusuyla hem ecel korkusuyla… Cüceme ne yaptın gibi tutuk itirazlarla karşı çıkınca, Kara Mustafa Paşa, ¨Ben senin vekilinim, seni temsil ediyorum, devlet meselesi konuşulan yerde dil çıkarmış cüceyi göbeğinde gezdiriyorsan işte mühür işte kellem…¨ diye karşılık verir.

Turhan Tan’ın yer yer fıkralara, günlük dedikodulara kadar uzanan ama tarih belgelerine dayanmış Cinci Hoca romanı, cüce hikâyesi gibi daha niceleriyle günümüz okuruna ya sabır çektirecek, durup düşündürecek, hatta bugüne değin yaşanmış ve hâlen yaşanmakta olan nice siyasi olayın ardındaki kepazelikleri de hatırlatacak bir yapıttır.

Dememiz o ki, bu yazımızın alt başlığına, ¨Şanlı Osmanlı Tarihi¨nin kepazelikleri inci inci dizelenmiştir, bu kitapta…¨ diye lafı döşemiştik, şuncacığını da buraya ilave edelim: ¨Okuyalım da ibret alalım, ama önce gidip kitabı satın alalım…¨

__________________

[email protected]

Cinci Hoca,
Tarihî Roman
Mümtaz Turhan TAN,
Çağrı Yayınları
1.Baskı, 2010, İstanbul
286 sayfa

718030cookie-checkÇalgılı, dansözlü, köçekli, rüşvetli bir Topkapı Sarayı romanı: Cinci Hoca

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.