ALMANYA’DAN… Kral çıplak!

Daha önce de duyduğum ama ne yazıkki anlatılanların doğru olduğunu bizzat kendimin de izlediğim bir konuya değinmeden edemeyeceğim. Kimileri benim bu eleştiren satırlarımdan rahatsız olacak, ama bence doğru olanı söylememek Türkiye’ye bir yarar sağlamayacaktır.Türkiye çok uzun süren tartışmalar sonucu bir “Başmüzakereci” bulabildi diye sevinmiştim.Ancak durum pek öyle görünmüyor.

Devlet Bakanı Ali Babacan medyadan takip ettiğim kadarı ile Türkiye’nin IMF ile yürüttüğü müzakerelerde ve buna paralel olarak uygulanan ekonomi politikasında başarılı bir bakan. Ancak AB konusunda sunduğu performans düşündürücü.Hemen belirteyim bu bir “suç” ya da “zaaf” değil. Ekonomide başarılı bir bakanın illa AB uzmanı olması gerekmiyor. Ancak AB ile müzakere masasına Türkiye’yi temsil görevi ile oturması gereken şahsın “AB denilen olayı” iyi tanıması şart.

Ne yazıkki bu işi en iyi şekilde ve Türkiye’nin çıkarları açısından belki de “dört dörtlük” yapabilecek olan Kemal Derviş artık yok. Oysa “önce ülkem sonra partim”  diye düşünülmüş olsaydı, Kemal Derviş en doğru “Başmüzakereci” olacaktı. Hangi kriterlerden yola çıkılarak “zaten işi başından aşkın” bir bakanın bir de bu zor görevi yüklenmesi kararı verildi bilmiyorum. Gördüğüm ve duyduğumdan yola çıkacak olursam gerçek Sayın Babacan’ın AB konusunda oldukça yabancı olduğu bir alanda görev alıyor olması. Bundan önce kısa süreliğine ziyaret ettiği Brüksel’den ayrıldıktan sonra çeşitli çevreler “Türkler’in başmüzakerecisinin AB’nden “bihaber” olduğunu anlattıklarında inanmak istememiştim. Ancak 12 Temmuz 2005 günü AP Dış İşleri Komisyonu’nda iylediğim “Başmüzakereci” beni kaygılandırdı.

İlk önce “Başmüzakereci’nin” parlamenterler önünde yaptığı ilk konuşmayı noktasıyla ve virgülü ile kağıttan okuması onun ne derece kendine güvendiği bir alanda yola çıktığını gözler önüne serdi. Ardından sorular sorulduğunda ise verdiği cevaplar dinleyenleri “her halde sokakta birine de bu sorular sorulsaydı cevabı benzer bir şekilde olurdu” diye düşündürdü. Kendisini dinleyen parlamenterler, diplomatlar, “iyi niyetli” ya da “kötü niyetli” izleyiciler “Türkiye’nin Başmüzakereci’si AB ile nasıl başa çıkacak?” sorusunu sormadan edemediler.Bazı gazeteciler ise bunu “şimdi biz ne yazacağız” şeklinde dile getirdiler.

Tekrar ediyorum. Bu sayın Babacan’a bir eleştiri değil. O AB konusunda uzman olmak zorunda değil. Ama “Başmüzakereci” bu işin “kurdu” olmak zorunda. İşte bu nedenle sanırım Türkiye’nin işi zor olacak. “Başmüzakereci” AB’yi tam anlamı ile tanıyana kadar epey zaman geçeceğe benziyor. Türkiye galiba kendi kalesine “bir gol attı”.

Karşıtlar elbette bu durumu sesizce izliyor ve alkışlamıyorlar. Ama emin olunki gizli gizli seviniyorlar bu gelişmeye. Bir ufak çocuğun annesine “anne bak kral çıplak” diye yüksek sesle yetikinlerin görüp de söylemediğini bağırarak dile getirmesinde fayda var.

***

İnsan’a düşman bu terör

Güzel bir genç kız. Bir Türk kızı. Kısa süreli yaşamakta olduğu kente dil öğrenebilmek ve ardından İstanbul’da iş olanaklarını arttırabilmek için gelmiş. Sabah erkenden kalkmış. Çünkü anne ve babasının  desteği ile ve kendi çalışarak edinebildikleri ile zar zor ödeyebilmekte olduğu dil kursunda hırsla çalışarak sınıf atlamayı başarmış ve bu nedenle bir önceki sınıfından daha erken başlayan bir üst sınıfta devam edecek İngilizce öğrenmeye.

Akrabalarında kalıyor. Sabah erkenden kursa koşturuyor. Kurs sonrası biraz kenti gezip ardından gene evde ders çalışıyor. Amacı Londra’da kaldığı süreyi en iyi şekilde değerlendirebilmek. Sevdiği tüm insanları bu uğurda İstanbul’da bırakmış. Annesini, babasını, erkek kardeşini ve o çok sevdiği ama Londra’ya yola çıkmadan bir kıskançlık krizi nedeniyle terk ettiği erkek arkadaşını. Aslında biliyormuş onu haksız yere suçladığını. Ve ilk geldiği günden beri hep eli telefona gidiyor ama bir türlü arayamıyormuş onu.

O sabah erkenden kalkmış. Duşunu almış, hızla bir şeyler atıştırmış ve bakmış ki az bir vakti var, pc’sinin başına oturmuş ve o çok sevdiği ama çok sevdiği için de çok kıskandığı ve kıskandıkça da kavga edip terk ettiği çocuğa Can Yücel’in yardımı ile “seni seviyorum” diyebilmek imiç amacı:

“Anladım…
Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını,
kendimi bulduğumda anladım.
Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış.
Kendi yolumu çizdiğimde anladım.
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş; hayat, okuyarak, dinleyerek değil.
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım.
Yüreğinde aşk olmadan geçen hergün kayıpmış
Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım.
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı; gelmezmiş gözlerden,
Neden hiç ağlamadığını anladım.
Ağlayanı güldürebilmek, ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,
Gözyaşımı kahkaya çevirdiğinde anladım.
Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir tek en çok sevdiği acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım.
Fakat, hakedermiş; sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım.
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlemekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım.
“Sana ihtiyacım var, gel!” diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana “git” dediğimde anladım.
Sana sevgim şımarık bir çocukmuş, her düştüğünde zırıl, zırıl ağlayan,
Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım.
Özür dilemek değil, “affet beni” diye haykırmak istemekmiş pişman olmak,
Gerçekten pişman olduğumda anladım.
Ve gurur, kaybedenlerin, acizlerin maskesiymiş
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım.
Ölürcesine isteyen, beklemez, sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,
Beni affetmeni ölürcesine istediğimde anladım.
Sevgi emekmiş
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş.”

Şiirin son mısralarını yazmış ve çocuğa yollamış. Gözü saatine gitmiş. Hemen fırlamış. Yazarken zamanı unutmuş. Metroya yetişmesi gerek. Hemen kitaplarını kapıp dışarı çıkmış. Evin iki yüz metre uzağındaki istasyona koşturmuş. Kalabalık olan yürüyen merdiven yerine yanındaki normal merdivenden basamakları ikişer ikişer atlayarak inmiş perona ve tam kapıları kapanmak üzere olan metroya son dakikada binivermiş.

Metro her zamanki gibi dolu. Tıklım, tıklım.  Biraz ötesinde başları türbanla örtülü, sadece kocaman güzel kara gözleri görünen tüm kapalılıklarına rağmen yaşam dolu tavırları türbanlarının kenarlarından dışa taşan kızlar sohbet etmekteler. Onların yanında bir anne sımsıkı tuttuğu çocuk arabasındaki iki yaşındaki oğlunun saçını düzeltmeye çalışmakta. İki yaşındaki çocuk ise Freud’un tüm tezlerini kanıtlarcasına genç kıza çapkın, çapkın bakmakta. Siyah – beyaz, kısa – uzun, zayıf – şişman, yaşlı – genç her tür insan metroda her sabah olduğu gibi ya gazetelerini okuyarak ya da çevrelerindekileri seyrederek gitmekteler.

Genç kız metroya binen kadınların genel bir alışkanlık haline getirdiği şekilde metronun camında kendini süzmüş “alıcı gözüyle”. “Keşke saçımı tarasaymışım çıkmadan” diye hayıflanmış. Aklı gene İstanbul’daki sevdiğine gitmiş. “Eminim bu şiiri okuduğunda beni arayacaktır.’ diye düşünürken metroda hızla gitmekteymiş.

Çeşme’de durağın yanında beklemekteymiş bir genç sevdiği kızı. Onu daha çok yeni tanımış. Tatile gelmiş yurtdışından. Tuncelili. Daha doğrusu Ovacıklı imiş beklediği güzel. Güzeller güzeli bir Kürt kızı. Hani o Yaşar Kemal’in romanlarında anlatıla, anlatıla bitirilemeyen o gizemli Kürt güzeli.
Plajda tanışmışlar. İsveç’te yaşamaktaymış yanında güneşlenirken tesadüfen tanıştığı kız. Annesi ve babası vakti zamanında göçmüşler Tunceli’nin Ovacığı’nın bir köyünden İsveç’e.

Kız orada doğmuş. Oralı olmuş. Ama hala “buram,buram” Türkiyeli. Onun için de Türkiye’de tatilde. Türkçesi iyi değil. Çoçuğu tanıdığında çok zorluk çekmiş baştan. Çocuk temiz Türkçesi ile bir şeyler söylediğinde kız İngilizce cevap vermeyi tercih etmiş, hata yapmamak için. Beraber bir yerlerde oturmuşlar, gezmişler ve farkına varmışlar ki birbirlerini çekmekteler. Çocuk ona Çeşme’den bunaldığını, planlarını anlatmış. Ve Can Yücel’den okumuş:

“Bugünlerde herkes gitmek istiyor. Küçük bir sahil kasabasına, bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara. Hayatından memnun olan yok. Kiminle konuşsam aynı şey. Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği. Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok. Bir kendisi. Bu yeter zaten. Her şeyi, herkesi götürdün demektir. Keşke kendini bırakıp gidebilse insan. Ama olmuyor. Hadi kendimize razıyız diyelim. Öteki de olmuyor. Yani her şeyi yüzüstü bırakmak göze alınamıyor. Böyle gidiyor işte.

Bir yanımız “kalk gidelim”, öbür yanımız “otur” diyor. “Otur” diyen kazanıyor. O yan kalabalık zira. İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile, güvende olma duygusu… En kötüsü alışkanlık. Alışkanlığın verdiği rahatlık, monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor. Kalıyoruz.
Kuş olup uçmak isterken ağaç olup kök salıyoruz. Evlenmeler…Bir çocuk daha doğurmalar…Borçlara girmeler…İşi büyütmeler…Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben…Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum. Değil bu şehirden gitmek, iki sokak öteye taşınamıyorum. Alıp götürsem gelmezki…Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında. Herkes onu, o herkesi seviyor. Hangi birimizle gitsin?

“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır. Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin. Kendi imalatımız küfeler. Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada. Ölüm var zira. Ölüme inat tutunmak lazım. İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek. Var tabii yapanlar. Ama az. Sadece kaymak tabakası. Hepimiz kaçabilsek. Bütçe, zaman, keyif. Denk olsa. Gün içinde mesela. Küçücük gitmeler yapabilsek. Ne mümkün. Sabah 09.00, akşam 18.00. Sonra başka mecburiyetler. Sıkışıp kaldık. Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz. Bir ömür karşılığı bir ömür yani. Ne saçma. Bahar mıdır bizi bu hale getiren? Galiba. Ben her bahar aşık olmam ama her bahar gitmek isterim.

Gittiğim hiç olmadı hiç. Ama olsun. İstemek de güzel.”

Kız farkına varmış güzel olanın. Hiç bir İsveçli ile örneğin bir Can Yücel’in tadına varılamayacağının. Bu nedenle daha çok görür olmuş çocuğu. Ve o gün her zamanki gibi Çeşme’de her zamanki yerde buluşmak üzere sözleşmişler. Çoçuk beklemekte onu. Biraz ötesinde bir kaç çocuk bir simitçinin yanında simit almaktalar. Simitçi Çeşmeli değil. Vartolu. Göçmüş o diyarlardan.

Ve bomba patladığında ve o patlayış metronun içinde yankılandığı anda genç kızın belki son kez gördüğü gözler olmuş o iki çift korku dolu ama dünyayı anlayamayan gözleri türbanlı kızlardan birinin. O bombanın karanlığı yutmuş hepsini.

Ve bomba patladığında en son gördüğü simitlerin havada uçuştuğu olmuş. Vartolu simitçinin simitleri düşmüşler yerde yatan çocukların ve simitçilerin üstüne.

İşte böyle Londra’da Russell Square’de kayboluvermiş genç güzel bir Türk kızı, sevdiğine dönmek istediği gün. Bir kalleş bomba alıp götürmüş onu ve onunla birlikte türbanlı kızları, bir anneyi iki yaşındaki oğluyla. Ve daha kimleri. İngiltere’nin Irak’ta ya da Afganistan’da savaşa katılmasına karşı olan gençler de ölmüşler.
İğrenç ve kahpe bir düşman “müslümanlar” adına cezalandırmış aralarında müslümanların da olduğu masum insanları.

Ve Çeçme’de yine aynı iğrenç ve kahpe düşman yaralamış Vartolu bir simitçiyi, Ovacıklı kız arkadaşını bekleyen delikanlıyı ve de çocukları “Kürtler” adına.

İkisinin de birbirlerinden hiç bir farkları yok. Ne müslümanlar ne de Kürtler ister masum insanların katledilmesini. Ufak ama kendileri için “büyük” rüyalarla dolu masum insanları katletmeye hiç bir kimsenin “hiç bir şey” adına hakkı olamaz.

Bunları yapanlara karşı insanlık adına ortak tavır almalıyız ve teröre karşı mücadeleye destek olmalıyız. İnsanlık, insanlar ve kendimiz için.

1614360cookie-checkALMANYA’DAN… Kral çıplak!

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.