Ayaklar, başlar, kollar, yenler…

Halk türkülerinin işaret ettiği insanlık durumları her zaman aşk, hasret ve kavuşamamadan ibaret değildir.

Ayva gömdüm samana
Gel dolana dolana
Annem beni verecek
Taksi süren oğlana

Bu Isparta türküsünde gıptayla anılan taksi süren oğlan, 50’li, 60’lı yılların yarattığı toplumsal kalkınma ve refah söyleminin, her mahalleye bir milyoner hayallerinin körüklediği sosyal zemin üzerinde arz-ı endam etmeye başlayan yeni yetme türedi zenginlerin yaratmaya başladığı sınıfın prototipine işaret eder. Kasabalı kızların hayallerini süsleyen yeni hayat biçimi artık kenttedir ve Amerikan malı taksileri süren oğlanların yaşadığı kent; Batılılaşma yolunda gelinen noktanın yaşam bulduğu yerleşim yerinin adıdır. “Yeni” sözcüğü, adeta vahyedilmiş tanrısal bir buyruk gibi her şeyin önüne eklenen büyülü bir kelimedir bu yıllarda. Sigaradan, gazoza, mahalle/ köy adlarından, iş yerlerine kadar adının önüne “yeni” eklenen her türlü “şey” dolaşıma giriyor, yenilik tanrısı tarafından kutsanıyor ve koşulsuz kabul görüyordu.

Kasabalı kızlar, anneleri tarafından taksi süren oğlanlara verildiler ve hep birlikte modernizmin değirmeninde dolana dolana öğütüldüler; eriyip gittiler… Taksi süren oğlanlar kamusal alanın yeni aktörleriydiler ve aynı sınıftan gelmelerine karşın tek farkları modernleşme (!) trenine daha önce binmiş olmalarından dolayı, kendi halkının kadınları üzerinde tahakküm kurmakta tereddüt etmediler. Bunu, bazen dini referanslarla, bazen milli hamasetle, bazen de laisizm soslu bir snoplukla yaptılar… Çoğunlukla da açıkça paranın gücüne dayanarak!

Aynı dönemin ruhuna işaret eden bir diğer türküdeyse; “Ben varmam inekliye/ Yoğurdu sinekliye/ Allah Nasip eylesin/ Omuzu tüfekliye” cümleleri eşliğinde bu kez işaret edilen sınıf askerlerdir. Zeytin yağlı yiyemeyip basma fistan giyemeyenlerin oluşturduğu toplumsal fonda, cehaletten efendiliğe giden yol hep çıkmaz sokaklarda son bulur. Toplumsal yargılar basit ama işaret ettiği yeni değerler açısından son derece açık sözlüdür. Yüzlerce yıldır egemen kültürün baskısı altında yaşamını sürdüren bu sosyal doku, kendini ve değerlerini açığa çıkarmadan, bir anlamda niyetinin üstünü örterek yaşamını sürdürdü. İnancını, kültürünü, âdetini, ibadetini gizli ya da koşullu yapmak zorunda kaldı. Zamanla zorunluluk olmaktan çıkan ve içine girdiği kabın şeklini alan bir yapıya bürünenler, asimile olanlar  oldu. İnançlar ve kültürler; küreselleşmenin devasa törpülerinden geçip birer birer açığa çıktıkça, özlerini, varlık nedenlerini yitirip, dolaşıma sokulan yüzeysel birer iletişim nesnesi halini aldı.

Sözü uzatmayalım; bu topraklardaki egemen kültürün, boyunduruğu altındaki kültürlere ve inançlara  karşı  ortaya  koyduğu  iki yüzlü siyasi tavır, bu kültür ve inanç mensuplarında zamanla davranışa, giderek de geleneğe dönüşen edilgen bir sosyal psikoloji halini almıştır.

Eğer meramımı bir yanlış anlaşılmaya meydan vermeden anlatmayı becerebilirsem, üzerimden büyük bir yükü de atmış olacağım…

“Şalvarı şaltak Osmanlı. Eğeri  kaltak  Osmanlı. Ekende yoğ biçende yoğ. Yiyende ortak Osmanlı” sözleriyle devletle kurduğu ilişkinin niteliğini ortaya koyan Türkmen geleneğine karşın, kendisine zulüm uygulayan, ezen, boyunduruğa vuran güç kullanıcısına içten içe hayranlık besleyen bir yapının, Osmanlı’dan Cumhuriyete evrilerek varlığını  bugün de sürdürmesi, güce tapınmanın, en azından koşullu boyun eğmenin  bir işareti sayılsa da aynı zamanda sınıfsal olarak evrimini tamamlamamış toplumsal koşullarda ortaya çıkan olağan bir sonuçtur. Buna göre, jandarmadan it gibi korkulur ama gizliden gizliye hayranlık da duyulur. Tahsildardan nefret edilir ama kızını ona vermek, geleceğini garanti altına almak; sınıf atlamanın en kolay eşiklerinden biridir.

Yeni sınıfa dâhil olmak için kültürel ve inanç varlığının feda edilmesi pahasına kendi değerlerini onun varlığına armağan etmekten çekinilmez. Abartarak söylersek, egemen sınıfın/ erkin ‘devletlü’ varlığını sürdürebilmesi için, serfin toprağı, malı, mülkü ve bedeni hiç çekinmeden feda edilebilir. Bu, feodalizmin yarattığı bir toplumsal örgütlenme biçiminin doğal sonucuydu diyebiliriz. Ve bu durumu tarihsel olarak olağanlaştırabiliriz. Üstelik bu gün sanayi devrimi, modernleşme, sendikal haklar, demokrasi ve insan hakları gibi kavramlarla bu yapının görünür yanında göreceli ama büyük değişimler ortaya çıktı. Kentleşme, sosyal devlet, yurttaşlık kavramı, demokratikleşme vs. bunları da bu dizgeye ekleyebilir. Ancak yüzlerce yılın insan zihnine kazıdığı bu ezber,  içsel  olarak  kolay  kolay  çözülmedi. Bunu göz ardı ederek yapacağımız her türlü derlendirme bir yanıyla eksik kalacaktır. Modernizmin yarattığı savlanan toplumsal refah, adil bölüşümden uzak insanlık düşmanı neoliberal politikalarla tuzla buz oldu. Bunun en acı yanı da insan bedeninin artık kendine ait olmaktan hızla uzaklaşmasıydı. Artık bedenlerimiz ruhumuzun evi değil, vahşi kapitalizmin yarattığı küçük tanrıların kamusal alanıydı. Ve bu yeni tanrılar yüksek egolarını şişirmek için her gün yeni kurbanlar istediler. Sahip oldukları temelsiz imtiyazları sayesinde, halk çocuklarının bedenleri üstünde “ego sörfü” yapmaktan da geri durmadılar.

Soru şu: ‘bir ideolojiye, düşünceye ve inanca bağlı olmak ve bu aidiyetlik aracılığıyla ülkeye, kente ve mahalleye hizmet ediyor olmak, öyle görünmek;  yapılan ahlaksızlığın görmezden gelinmesi için yeter şart mıdır?

Geçtiğimiz haftaya damgasını vuran  ve her yanıyla toplumsal ikiyüzlülüğe dair önemli veriler ortaya koyan 78 yaşındaki Vakit yazarı Hüseyin Üzmez’in, 14 yaşındaki bir kıza tecavüzden cezaevine konulması olayı,  bir yanıyla da gücü o an için elinde bulunduranların kendi sınıfından gelen yoksulların üzerinde nasıl bir denetim kurduğunu, kurmaya çalıştığını  ortaya koydu. Bu her yanıyla mide bulandırıcı olayın bize işaret ettiği toplumsal hastalıklarımızla yüzleşmeden bu ülkede ne bir çocuğu kucağımıza alıp dürüstçe sevebiliriz, ne adam gibi âşık olabiliriz, ne de bir kadının/erkeğin gözlerine yüksek bir ahlak duygusuyla bakabiliriz.

Şimdi yukarıda sorduğumuz sorunun yanıtını arayalım. Üzmez’in  tecavüz ettiği 14 yaşındaki kızın, daha doğrusu çocuğun anne ve babasının yaptığı açıklamalar ve durumun bizzat kendisi acilen kendimize yeniden bakmamızı gerekli kılıyor. Kredi kartları, nüfuz alanları, torpil rüyaları, kolay gelecek hesapları, parasal ilişkiler, ev, arsa, fatura, borç; elektrik, su ve ekmek!
 
Sahip olduğu ideoloji ve inanç taşıyıcısının en güçlüsüne boyun eğen, bedenini onun kamusal alanına dâhil eden ve kendi bedeni üzerindeki tüm özlük haklarından feragat eden sosyal yapının ortaya koyduğu görüntüyü iyi analiz etmeliyiz. Şimdilerde 70’li yıllarda Münir Özkul’un canlandırdığı Yaşar Usta karakteri üzerinden kendisiyle yüzleşiyor toplum. İnternet forumları, Yaşar Usta’lı anılar, replikler, ayrıntılar ve dönemin ruhunu yansıtan işaretlerle dolup taşıyor. Dün küçümsediğimiz, utana sıkıla aidiyet kurmaktan kaçtığımız sıradan ama önemli değerleri bugün bu denli baş tacı edecek kadar neyimizi yitirdik?

Özal’la başlayan “ben kazananı severim” anlayışı,  bu  ülkeyi  kaybedenler açısından cehenneme çevirdi. Onuruyla kaybetmenin erdemini bile yaşayamadan, “yenildim ama ezilmedim” duygusuyla kendini motive edemeden  toplumsal  alanın dışına itilen insanımız, bedeniyle geleceği arasına gerdiği  sırat  köprüsünden  hızla ve geriye bakmadan geçerek  bir gecede kazanabilmeyi, tutunmanın önkoşulu saydı.

AKP iktidarıyla birlikte semirtilen türedi zenginliğin ürettiği yaşam biçimi, Tekbir Giyim’in defileleriyle toplumun üzerine kusulurken, Tekbir Giyim’in sahibi Mustafa Karaduman’ın üç “karılı” sürdürdüğü yaşamı, Hüseyin Üzmez’in  sübyancılığa  kadar indirgediği cinsel saldırganlıkla birleşince toplum olarak her zamanki kolaycılık anlayışımızla bütün kötülüklerimizi bu alana kaydırarak vicdani boşalım yoluna gittik. Hüseyin Üzmez,  buzdağının görünen yüzü. Ona “İslamcı işte, zaten bunlar dokuz karı alıyor vs” deme lüksümüz yok. Abuk ve iç dünyasını yansıtan  suratıyla yaptığı eylem arasında paralellik kurup vicdanımızı rahatlattığımız Üzmez’in,  içimizdeki suçlama güdüsüne karşılık gelmesi bir çeşit piyangoydu diyelim hadi. Ya çağdaş görünümlü, İndiana Jones kılıklı Hüseyin Üzmez’leri nereye koyacağız. Toplumun her kesiminin “kol kırılır yen içinde kalır”  misali kendi içinde barındırdığı açığa çıkmamış Hüseyin Üzmez’lerle yüzleşmesi gerekiyor. Bu gün kentlerinde 100 kontör karşılığı bedenini satan gencecik kızların yaşadığı bir ülkemiz var. Her iktidar döneminde ortaya çıkan ve sınıfsal ve bedensel iktidarlarını toplumun muhtaç kadınları üzerine dayatan andropoz adamlarının müptezellikleriyle hesaplaşmak zorundayız.

Osmanlıya takiye yaparak varlığını sürdüren  toplumsal  hastalık,  bu toprakları hiç terk etmemişçesine her gün bir yurt köşesinde hortluyor. Derebeylik döneminde yaşanan “ilk gece hakkı” gibi ilkel saçmalıkların modern karşılıkları yaratılıyor. İslamcılar, laikler, milliyetçiler ya da liberaller… Her ideolojik topluluğun içinde barınan ahlaksızlığın birer birer açığa çıkmasıyla sarsılan toplumsal yapı kendisiyle yüzleşmeden bu cerahatten kurtulma şansımız yok! Bu ahlaksızlığı kendi mahallemizden birileri yaptığında olumlama, yok sayma şansımız yok. Mahallemizdeki pisliğin üzerini örtme ahlaksızlığına verilecek pirimimiz yok.

Bütün bunların üstünü örte örte, bedeni üzerinde tahakküm kurmaya çalışan kelli felli adamların ahlaksız teklifleri karşısında, kadınların, “Ülkeye, ideolojiye, mahalleye, ‘hizmet’e hizmet eden birisi için bu  kadarcık kusur normal, olağan karşılıyorum” diyebildiği günlere geldik. Kadın bedeni ve ruhu üzerinde derin yaralar açan bu erksel saldırganlığın yumuşak motiflerle sürmesi kadın bedeninin kıta sahanlığını daralttı. Kadınlar kendi karasularına hapsoldu. Kadınlar kendi varlıklarını, ideoloji ve inançlarının bayraktarlığını yapan adamların varlığına armağan ettiler.

Oryantalizmin görüş alanından birbirine seslenen toplumlarda, alt sınıfların ve kültürlerin egemen ideoloji ve onun mensupları tarafından “dişil” olarak görülmesi, bir sömürgecilik geleneğidir. Okullar, fabrikalar, hastaneler, kamu daireleri ve bakanlıklar… Clinton sendromuna tutulmuş binlerce yönetici ve statü sahibi eril kişi, kendi ülkesinin kadınlarının bedenine sömürgeci muamelesi yapıyor. Kışkırmış zavallılığın “bedensel iktidar” hırsları uğruna toplumsal ruh sağlığının depresifleştirilmesine göz yumuluyor. Kadınların kamusal alanda varolabilme uğruna çıktıkları bu uzun yolda verdikleri sessiz ve pasif direnişin yarattığı “bunlar normal” anlayışı, giderek toplumsal ahlakın kurallarından birine dönüşüyor. Bedenlerini “ideolojik kamusal alanın” görünmeyen yüzüne kurban eden kadınların ürettiği normalleşme süreci, toplumsal yapıyı uysallaştırdığı gibi aynı zamanda edilgen kıldı. Değerler adına yapılan bu saldırganlığın sınıfsal sonuçlarını 1 Mayıs’ta Taksim meydanında gördük. Ayaktakımının arasından gelenler, baş olduklarında geldikleri takımın ayaklarını kamusal alanında kırmaktan çekinmediler. Kadın ya da erkek fark etmiyor, egemen söylemin bakış açısında bedenin cinsiyetinin yalnızca tek bir anlamı var: “bana aitsin” Başların bekası uğruna ayaklar kırılabilir. Ayaklara yapılan muamelenin, yen içinde kırılan kollara yapılan muameleden farkı yoktu.  Dün kasabalı annelerin kızlarını verdiği taksi süren oğlanların yarattığı sınıfsal hastalık, kasabalı kadın bedenlerini tedarik sağlanan bir rezerv haline getirdi.

Kadınlar, adına toplum dediğimiz devasa vücudun elleri, ayakları ve kollarıdır. Kırılıp kırılıp her zaman yen içinde kalan. Üzerimizi örten “yen” o kadar büyük ki, içinde sessizce kırılan milyonlarca kolun çıkardığı ses kulaklarımızı sağır ediyor. Yine de kollarımız neden balçık gibi ağır anlayamıyoruz…

1195770cookie-checkAyaklar, başlar, kollar, yenler…
Önceki haberBaykal: 1 Mayıs TBMM’de tartışılmalı
Sonraki haberGül: Tankerler Türkiye için endişe kaynağı
YUSUF YAVUZ
YUSUF YAVUZ (GAZETECİ-YAZAR) Isparta, Sütçüler'de doğdu. 1990’da edebiyatla ilgilenmeye başladı. Deneme ve inceleme tarzındaki ilk yazıları 1996 yılında 'Atatürkçü Ses' Dergisi’nde yayımlandı. Aynı yıl yerel ölçekte yayın yapan kanallarda 'Dönence' başlıklı radyo ve televizyon programları hazırlayıp sundu. 1999 yılında Antalya'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nde yazmaya başladı. 2001’de Gazete Müdafaa-i Hukuk’ta Muhabir-Temsilci olarak görev aldı. Daha sonra adı 'Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk' olan dergiyle bağını temsilci-yazar olarak sürdürdü. 2001-2007 yılları arasında Kaş Kitap Şenliğini organize ederek başta çocuklar ve gençler olmak üzere yöre insanının kültür, sanat ve edebiyat çevreleriyle buluşmasını sağladı. 2005 yılında Muğla ve Antalya arasındaki sahil bandında yaşanan yabancılara toprak satışına ilişkin yaptığı araştırmalar önemli etkiler yarattı. Deneme, inceleme, röportaj, düz yazı, haber ve yorumları; Cumhuriyet Akdeniz, Odatv, Yeni Harman, Edebiyat ve Eleştiri, Yolculuk, Evrensel, Atlas, Magma, Aydınlık, Birgün, Açık Gazete gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. Antalya merkezli VTV Televizyonunda, Pelin Gel Ağan'la birlikte 'İki Ağaç İçin' adıyla 16 bölümden oluşan bir program hazırlayıp ve sundu. Kanal V Televizyonunda, Biyomühendis Çağlar İnce ile birlikte, Yörük kültürünü ve tarihsel köklerini ele alan 'Islak Çarıklar' adlı belgesel haber programı hazırlayıp sundu. Araştırma yazılarından bazıları, 'Yer Bize Çimen Verdi' ve 'Darağacına Takılan Düşler' adıyla belgesel filmlere de konu olan Yavuz, şu sıralar 'Islak Çarıklar' adlı bir belgesel haber programı için çalışmalarını sürdürüyor. Ağırlıklı olarak arkeoloji, çevre, kentsel dönüşüm ve tarım konularını ele alan çalışmalar yapmayı yazılı ve görsel medyada sürdüren Yavuz, yıkım politikalarıyla tarımdan hayvancılığa, kültürden mimariye kırsal yaşamın dönüşümünü ele alan araştırma yazılarıyla tanınıyor. Ziraat Mühendisleri Odası Basın Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Belgesel ödülü, Türkiye Ziraatçılar Derneği Tarım ödülü, Kubaba Derneği kültür hizmeti ödülü'nün yanı sıra Türkiye Ormancılar Derneği gibi çeşitli meslek odası, kurum ve kuruluşlar tarafından ödüle layık görülen Gazeteci Yusuf Yavuz, Likya'dan Teke yöresine uzanan coğrafyadaki su kültürüne ilişkin uluslararası bir sanat projesinin de danışmanlığını ve metin yazarlığını üstleniyor.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.