BİR TELİF HAKLARI SAVAŞÇISI: ASLI ŞAHİN

MÜNİR KARATAŞ – “Tek niyetimiz daha iyi bir sektörde, daha insani şartlarda, haklarımızı alarak çalışmak. Bir kez daha “Hak verilmez alınır” demeye gerek var mı?”

Aslı Şahin ile yıllar önce Adana Film Festivalinde tanışmıştık. Oyuncu meslek birliği ve sendikanın kuruluşunda aktif rol alarak yoğun çaba gösteriyordu. 

Başlıkta ki  tanımını gerçekten hak eden nadir insanlardandır kendisi. 

Oyuncu meslek birliği ile sendikanın bugün geldiği yer ile oyunculuk mesleği üzerine online bir söyleşi gerçekleştirdik. 

Aslı, birçok sektörde olduğu gibi sahne sanatları alanında çalışan emekçilerin yaşadığı pek çok olumsuzluğa rağmen “umutlu” olmamız gerektiğinin capcanlı kanıtı bana göre. Örnek alınası bir öyküsü var. 

Söyleşiler de  ilk ve son soru hep aynı, ilginç ve ilham verici bir kişiliğin olduğunu düşünüyorum. Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği eğitimi almışsın, tiyatro sanatçısısın, ülkemizde oyuncu sendikası ve oyuncu meslek birliğinin kurucu ekibinde yer alarak sendika ve meslek birliğinde uzun süren yöneticilik deneyimin olmuş, tüm bunların yanı sıra Aerial denilen havada akrobasi gibi çok özel bir hobi/uğraşının da olduğunu biliyorum. Kendini tek cümle ile tanımlamanı  istesem ne söyleyebilirsin?


Hayatın güzelliklerini keşfetmeye ve paylaşmaya çalışan biriyim. 

Eğitimini aldığın alan dışında oyunculuk gibi çok yüksek bir performans gerektiren bir sanatsal uğraşa yönelmenin ve hayatının merkezine almanın motivasyonu neydi? Çocukluktan başlayan bir sürecin doğal sonucu muydu? 

 Ben üniversitedeyken tiyatroya başladığımda zaten “tamam benim olayım bu” demiştim. O günden bu yana da tiyatrosuz bir günüm pek geçmedi. Aslında hayatımın odağına alma hikayem için biraz öncesine gitmek gerekiyor: eğitim sistemini maalesef çok yanlış bulduğum için okul hayatından aşırı sıkılmış biriydim. Sırada üniversite vardı ama bıkmıştım. Lisede fen-matematik öğrencisiydim ve müziği de seviyordum, davul çalıyordum, sesim de iyiydi.  Ama konservatuarda vurmalı çalgılar bölümünde davul bile yok, oyunculuk bölümü için tanıdık gerekir, önden ders almak gerekir gibi gerekçelerle o taraflara adım atamadım. Ve tabi ailem de “Türkiye’de ne olur ne olmaz, meslek altın bileziktir, önce bir altın bileziğin olsun” düşüncesi sebebiyle beni pozitif bilimlere yönlendiriyordu. Sırf bir üniversite tanıtım kitapçığında içinde “müzik ve stüdyo sistemleri” yazdığı için Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği tercihi yapmış ve onu kazanmıştım. Çok da keyifli bir bölümdür ama ikinci sınıfta tiyatroya başlayınca oyuncu olursam istediğim her şey olabileceğimi fark ettim ve asıl ilgim ve derdim oraya kaydı. Aslında motivasyonum buydu sanırım. Roller nedeniyle karakter için yeri gelecek okçuluk öğreneceğim, yeri gelecek şarkı söyleyeceğim, yeri gelecek aklıma gelmemiş şeyler yapacağım diye heyecanlandım. Yani hem elimdekileri kullanacağım hem de üstüne yeni şeyler ekleyeceğim. İnsan hayattan başka ne ister.

Üniversite ikinci sınıfta tiyatroya başladığını söyledin. Peki o nasıl oldu? 

Üniversitedeyken tiyatro kulübüne girmiştim. Sonra dört ülkenin katıldığı UNESCO’dan ödül alan bir projede yer aldık, oyunlar oynadık. Hemen sonrasında İzmit Şehir Tiyatrosu’na girdim. Okul bitince İstanbul’a döndüm. Tarık Akan, Rutkay Aziz, Işık Yenersu, Altan Erkekli gibi birbirinden değerli hocalardan Nazım Hikmet Vakfı’nda eğitim aldım. Sonra da çok önemli isimlerle çalıştım. Tek kişilik orkestra denir ya işte tek kişilik tiyatro diyebileceğim, tiyatronun dekorundan ışığına her alanını çok iyi bilen usta Genco Erkal’ın asistanlığını yaptım. Zekasına hayran olduğum ustam Ferhan Şensoy’un Nöbetçi Tiyatrosu’na girdim ve oyunlar oynadım. Haldun Dormen, Göksel Kortay gibi büyük ustalarla turnelere çıktım. Halit Akçatepe, Sinan Bengier gibi isimlerle çalıştım. Kısacası altın bilezik alındı alınmasına da hiç takılmadı. Zaten altın da hiç sevmem.

Tabi bu arada ailemin de tiyatroya ilgisini es geçemem. Doktor olan babam Antakya’da şehir tiyatrosunu kurmuş ve birçok oyunda oynamıştı. Keza annem hukuk dünyasından. Bu dünyaya adımını atmış olsa gözlemleriyle, taklitleriyle, sesiyle çok başarılı olurdu. İkisi de sevdiğim işi yapmam konusunda benim arkamda durdular.

Hatta Ferhan Şensoy’a girmemin sebebi bile annemdir diyebilirim. Şöyle ki; bizim için Ferhan Şensoy çok önemliydi. Evde onun esprileri konuşulur, kitapları okunurdu. Sanırım hayatımda izlediğim ilk büyük oyunu da hocanın Antakya turnesine geldiğinde oynadığı Ferhangi Şeyler’di. Küçüktüm ve tabi ki bir şey anlamamıştım. Ama beni çeken bir şey vardı ve insanlarla birlikte ben de gülüyordum. Bir gün annem elinde bir gazete sallayarak heyecanla odama geldi. Gazetede hocanın sınav ilanı vardı ve annem “Aslı bu sınava mutlaka girmelisin, biliyorum kazanacaksın” diyordu. Neyse ki yanılmadı.

Ama asıl ilginç olan şu ki; ben tiyatro aşkının içime gizlice girdiği anı ancak yıllar sonra keşfettim: bir gün Ses Tiyatrosu’nda ustayla prova yaparken oyun afişlerinin ve kitaplarının olduğu dolabın önünde duruyordum. Köhne Bizans Operası oyununun afişini gördüm ve bir anda taşlar yerine oturdu. Küçükken ailemle Ses Tiyatrosu’nda Köhne Bizans Operası’nı izlemeye geldiğimizi ve nasıl büyülendiğimi hatırladım. O heyecanı, o coşkuyu dahası mutluluğu hatırladım. Afişinin yıllar boyu odamın kapısında asılı durduğunu hatırladım. Ve anladım ki oyunculuğa aşkımın tohumu ilk o zaman atılmış.

Hikayen oyuncu olmak isteyen ancak farklı mesleki eğitimleri almış insanlar için örnek alınası.  Peki, oyuncu olmak isteyen insanlara neler söyleyebilirsin? Nereden başlamaları gerek, bu alanda eğitim almak önemli mi? 

Bence yapmak istediğiniz herhangi bir şeyle ilgili eğitim almak önemli tabi. Konu sanatsa illa konvansiyonel bir eğitim olmak zorunda değil elbette. Ama insanın kendini geliştirmesi her yaptığı şeye bir katman daha ekliyor. Oyunculukta enstrümanları iyi kullanmak gerekiyor. Vücudunuza iyi bakmanız, sesinize dikkat etmeniz, kültürünüzü arttırmanız gibi. Uçsuz bucaksız bir öğrenme ve uygulama alanı oyunculuk.

Maalesef günümüzde oyunculuk ünlü olmakla eş tutulur hale geldi. Hatta birçok kurs var ve eğitmen arkadaşlarımdan duyduğum şey; gelen kursiyerlere sorulan “neden oyuncu olmak istiyorsunuz” sorusunun cevabının “ünlü olmak” olması. Dışarıdaki insanların işin sadece “pırıltılı dünya” tarafını gördükleri için bunu söylemeleri biraz hüzünlü geliyor bana. Çünkü sonuçta bu bir meslek ve öyle ya da böyle çok zor şartları var. Hatta setler tehlikeli işyeri sınıfında kabul ediliyor. Yakın zamanda bir iş için makyajım yapılırken bir fotoğraf paylaştığımda “ooo şaşaalı hayatlar” gibi bir yorum gelmişti. Üzerimde straplez bluz ve altımda etekle yağmurlu havada dışarıda donarak iş yaptığımızı bilmiyor tabi.

Bence hedefi ya da niyeti doğru koymak gerekiyor. İyi bir oyuncu olmakla ünlü olmak eş şeyler değil. Ünlü olmak başarmak değil. Aslında bir yandan da ünlü olmak çok kolay ama ünlü kalabilmek o kadar kolay değil ve onun da çok zor tarafları var maalesef. 

Benim niyetim ve hedefim iyi bir oyuncu olmak ve değerli işler yapabilmek.

Tiyatro, sinema, TV dizileri, reklam filmlerinde oyunculuk deneyimin var. Halen de İstanbul Şehir Tiyatrolarında sahnelenen iki oyunda rol alıyorsun. Yurt içi ve dışı birçok festivalde ön jüri, jüri, danışma kurulu üyesi gibi görevler de üstlendin. Ülkemizde oyuncu olmak, yaşamını bu alanda devam ettirmek, üstelik kadın bir oyuncu olmak nasıl bir duygu, görüşlerini paylaşır mısın?

Aslında her ülkede zor olan bir meslekten bahsediyoruz. Uluslararası festivallerde sektörden bir çok yabancı ile tanışma imkanı buluyorum. Ve hepimiz üç aşağı beş yukarı aynı dertlerden mustaribiz aslında. Türkiye özelinde ise sorun henüz sektör olamamamızdan kaynaklanıyor. Tüketim toplumu ve kapitalizm bizim alanımızı da çok ciddi vuruyor. Ucuz iş gücü olsun derken işi bilmeyenlerle çalışmak maalesef sorunları arttırıyor. İnsanların iyi niyeti üzerinden bir sistem kuruluyor ama bu da kendini tüketen bir şeye dönüşüyor. Yıllar içinde örgütlenmenin de etkisiyle bazı şeyler bir düzene sokuldu elbet. En azından setlerde kaldırım kenarına taşa oturup sandviç yemiyoruz artık. Daha insani şartlara kavuştuk. Ama tabi oyunculuğun bir meslek olarak görülmesi bile daha yeni yeni olan bir şey. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde aslında sanatı ne kadar beslerseniz gelişiminiz de o kadar hızlanır. Fakat günlük olarak ekmek derdi olan bir yaşamda bu algıyı yaratmak maalesef pek kolay değil.

Bu noktada işler konusunda seçici olabilmek için bir B planınızın olması sizin de işinizi kolaylaştırıyor tabi. Yani her zaman kullanacak olmasanız da aslında bir altın bilezik daha olması işinize yarar. Hele bizimki gibi sanatın yeteri kadar desteklenmediği ülkelerde bu neredeyse bir şart haline geliyor denebilir. 

Kadın oyuncu olmaya dair farklı bir durum yaşadım mı bilemiyorum. Dış mekanda çalışırken ciddi bir tuvalet sorunu yaşardık. Kadınlar olarak temiz tuvaletlere daha çok ihtiyacımız oluyor. Şimdi setlere tuvalet karavanı geliyor neyse ki. Onun dışında genel olarak erkek egemen toplumun sorunları var. O da bizim sektöre has bir şey değil.

Oyuncular sendikası ve oyuncular meslek birliği kurucusu olmanın yanısıra sendikanın geçici yönetim kurulunda ve meslek birliğinin on dört yıl boyunca yönetim kurulunda bulundun. Meslek birliğinin kuruluş hikayelerini anlatır mısın? Nasıl bir araya geldiniz?

Benim yolculuğum Sinema Emekçileri Sendikası SİNE-SEN ile  başladı. O zaman otuz yaşında olan SİNE-SEN Türkiye’de seksen darbesinden sonra her sendikanın tattığını tatmış ve belki kapanmamış ama tabela örgüt konumuna düşmüştü. Ardından tekrar canlanmak üzere çalışmalara başlamıştı. Ben de o süreçte dahil oldum. Gönüllü olarak elimden geldiğince bir şeyler yapmaya çalıştım.

Çalışma koşullarını nasıl iyileştirebileceğimiz üzerine kafa yorarken bir yandan da telif hakları üzerine düşünmeye başlamıştık. Telif hakları Türkiye’de yasa gereği, birçok ülkede de olduğu gibi, sendika değil ancak meslek birlikleri eli ile yürütülebilir. Bunun üzerine bir meslek birliği kurma fikri ortaya çıktı. O dönemde iki ayrı koldan daha bu fikrin yeşerdiğini öğrendim ve tek koldan daha güçlü yürümesi için onları da davet ederek Güven Kıraç, Zafer Algöz, Müfit Aytekin, Atilla Engin gibi isimlerle SİNE-SEN’in üst katında bir toplantı gerçekleştirdik. Atilla Engin zaten bakanlık nezdinde bazı görüşmeler yapmıştı. Bakanlık yetkilileri sektördeki hak sahiplerine özel kopyalama harçlarının verilebilmesi için oyuncuların da bir meslek birliği olmasının gerekliliğini iletmişti. Sonrasında süreç hızlandı ve Sinema Oyuncuları Meslek Birliği, BİROY’u bu şekilde bir araya gelerek kurduk. 

Sanıyorum Oyuncular Sendikası da aynı dönemlerde kuruldu, o süreçten de söz edebilir misin? 

Sendikanın kuruluşu da yine SİNE-SEN’de olan Murat Muslu’nun oyunculara dair çalışmaları devam ettirmesi ile filizlendi. SİNE-SEN genel kurulundan sonra çalışmalar hız kesmişti. Ama Murat bu konuyu bırakmadı. Biz o dönem daha çok meslek birliği ile uğraşıyorduk çünkü yeni kurulmuştu. Bir de o dönemde fark ettiğimiz şey; sektörde kamera arkası ile önünün birçok ortak sorunu olmasının yanı sıra ayrı ayrı sorunlarının da olmasıydı. Ayrıca oyuncular olarak yalnızca kamera önünde çalışmıyor, tiyatro ya da dublaj stüdyolarında da çeşitli sorunlarla karşılaşıyorduk. Haliyle SİNE-SEN’den ayrı bir yapı gerekiyordu. Bir tür büyüme/çoğalma olarak gördük bunu. 

Sendikayı kurma yolunda ilerlerken kullanılan jargona bile dikkat ettik. Seksen darbesinin üzerinden tır gibi geçtiği bir alanda “örgüt” demek bile insanları rahatsız ediyordu. Hatta sendika bile başlı başına şüpheyle yaklaşılan bir olguydu. Göz önünde bulundurmamız gereken çok şey vardı. Bu sebeple önce Oyuncular Sendikası Girişimi olarak yola çıktık. Nasıl bir dil ve yaklaşım kullanacağımıza dair çok çalıştık. 29 Kasım 2010’da 550 oyuncuyla dev bir buluşma gerçekleştirdik. Bu buluşmada ortaya çıkan konsensusla Oyuncular Sendikası kurulmasına karar verildi. Ve tabi sonra daha da çok çalıştık. Geçici Yönetim Kurulu’nu seçtik, komisyonlar kurduk. Bağımsız bir sendika olmak önemli bir karardı. Tüzük yazdık. Ben sendikanın yönetim kurulunda Uluslararası İlişkiler Sorumluluğu’nu üstlendim. Aslında daha sendikayı kurma niyetimiz varken bile Amerika’yı yeniden keşfetmeyelim diyerek uluslararası araştırmalara ağırlık verelim demiştik. 

Ben gece gündüz yabancı kaynakları okuyor, örgütlenmeye dair Türkiye’de nasıl hızlı ilerleyebileceğimizi çözmeye çalışıyordum. Sendikanın şu an artık yönetim kurulunda olduğu Uluslararası Aktörler Federasyonu FIA’nın Avrupa Kolu ile irtibata geçmiştim. Hatta henüz yeni kurulmuş ve daha geçici yönetim kurulu olarak görev yapıyorken yılda yalnız iki kez yaptıkları uluslararası toplantıya davet etmişlerdi. Avrupa’daki tüm sanatçı sendikalarının katıldığı Berlin’deki bu toplantıda sendikayı tanıtmış, kurma yolundaki sürecimizden ve hedeflerimizden bahsetmiş, kendilerinden ciddi bir destek sözüyle dönmüştüm. Bu da bizim için önemli bir motivasyon olmuştu. 

Sonrasında yurtdışından sendika başkanları, genel sekreterleriyle çalışma toplantıları gerçekleştirdim. FIA’nın Yürütücü Kurul Toplantısında Fransa ve Avustralya’nın temsilcileri tarafından bizimle ilgili bir rapor sunuldu.

Zor ve meşakkatli bir süreç gerçekten.  Bugün o günleri nasıl hatırlıyorsun? 

O günleri nasıl hatırlıyorsun derseniz size simit ve İngilizce derim sanırım. Günlerim saatlerce süren toplantılarda yediğimiz artık bağımlılık yapan simit-çay ikilisi ve sabahlara kadar İngilizce kaynak okumakla geçiyordu.

Bir çok olumsuzlukla mücadele ettiğinizi anlıyorum. Karşılaştığınız olumsuzluklar neler di? Sorunları nasıl aştınız?

Bu tarz hak arayışlarına girdiğinizde yolun çetrefilli ve uzun olacağını biliyorsunuz. Bu zaten beklediğimiz bir şeydi fakat bizi en çok zorlayan ve yıllar içinde de devam eden şey; kendileri için hak mücadelesi verdiğimiz bazı kişilerin yaklaşımları olmuştu diyebilirim. Çoğu kişinin kendi hakkından bile haberdar olmadığı bir alanda siz hakları tesis etmeye çalışıyorsunuz, düşünsenize… Sektörde bulunan bazı kişiler kuruma üye olup, toplantılara katılıp destek olmadıkları gibi dışarıdan yıkıcı eleştirilerde bulunuyorlardı. Oysa herhangi bir örgüt, kurum, birlik ancak sen varsan vardır. Sen katkı sunarsan gelişir. Ayrıca içinde olmadığın şeyi nasıl eleştirebilirsin ki. Bu bana garip geliyor. Düşünsene şikayet ediyorsun, düzeltmek için önemli bir oluşum da var ama sen içine girip destek olmuyor ve şikayet etmeye devam ediyorsun. 

Oysa hak arayan kurumlar birilerinin tekelinde değil, ancak hepimiz sahiplenirsek bir yerlere gelebiliriz. Brecht’in söylediği gibi: kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz… 

Sendikayı kurarken daha önce dediğim gibi kullandığımız jargona bile dikkat ederek, ince ince işleyerek yol aldık. Tek bir yöntemle değil, çeşitli kollardan aynı hedefe doğru gitmeye çalıştık. Yurtdışı ile arşiv çalışmalarını, örgütlenmeyle, kaynak geliştirmeyi bir arada yürütmeye çalıştık. Hep daha önceki deneyimleri de önümüze koyarak ilerlemeye çalıştık. Arama toplantıları yaptık, dışardan profesyonellere danıştık, önceki örgütlerde deneyimleri olanlarla konuştuk. 

Biz yola çıkarken karşımıza engeller çıkacağını, sıfır noktasından başlayacağımızı biliyorduk. Beni şaşırtan şey sıfır değil çok daha eksilerden başladığımızı fark ettiğim an oldu. Oyunculuğun tanımının bile olmaması buna bir örnek. Kendi meslektaşlarımızın haklarını bilmemesi sıfır noktası olurdu ama öyle bile değildi ve birçoğu bazı yapımcıların öğrettikleri şekliyle kendi haklarını yanlış biliyordu ki bu da eksi noktasıydı. Örgüte örgüt demek bile insanları rahatsız ediyordu ve bu da yine eksiydi. 

Biz BİROY’u 296 kurucu üye ile kurduk. Bu zaten ciddi bir iradeydi. Tabandan örgütlenme yerine derdimizin yasanın düzeltilmesi ve uygulanması için siyasi iradenin ortaya konması gerekliliğinin farkındaydık ki buna rağmen güçlü bir başlangıç yaptık. O sebeple daha çok Ankara ile ilişkileri geliştirmek üzerine bir stratejimiz vardı. Takdir edersiniz ki hiçbir geliri olmayan yepyeni bir kurumun Ankara’ya gidiş geliş masrafları bile bir engel olarak karşısına çıkıyor. Daha trajikomiği ise bize özel kopyalama harcını vermek için acilen kurulmamız gerektiğini söyleyen bakanlık 14 senedir o harçları vermiyor.

Hak hukuk diyince yargıya güvenebileceğinizi düşünüyorsunuz ama inanılmaz bir olay anlatacağım size: BİROY olarak icracı sanatçılar adına bir dava açmak için başvuruda bulunduk. Bize “oyuncu icracı sanatçı” değildir dediler ve davamız geri döndü! Bunu düşününce bana annen kadın değildir demişler gibi geliyor. O kadar saçma çünkü. 

Bu arada her iki kurumun kuruluşunda ÇASOD’un desteği yadsınamaz. Başkan Rutkay Aziz başta olmak üzere ve ofis koordinatörü sevgili Zerrin Güven’in BİROY’un dosya düzenlemesine kadar varan emeği de unutulmaz. 

Bu tarz kurumlarda olanlar gibi biz de yıllarca hatta zaman zaman cebimizden para vererek emek verdik. Size komik bir şey anlatayım: benim FIA toplantısında sendikayı tanıtmak için Berlin’e gitmem için küçük bir bütçe ayarlamıştık. Ben o parayı bile minimal harcayıp kalan kısmını dönüşte sendikaya iade etmiştim. Herhalde Türkiye’nin sendikal tarihinde böyle bir örnek pek yoktur. Çünkü o paranın iadesini nasıl muhasebeleştireceğimizi sorduğumuzda kimse bir yanıt verememişti. 

Sonuçta tek niyetimiz daha iyi bir sektörde, daha insani şartlarda, haklarımızı alarak çalışmak. Bunun için de bir arada durmaya ihtiyaç var.  

Aynı zorlanma ve süreç bu hafta yirminci yılına ulaşan benim de içinde olduğum Sinema ve Televizyon Eserleri Meslek Birliği  (SETEM) in kuruluşunda da yaşandı. Bu işlere kalkışanların ülkemizde ortak sorunu bu değil mi?

Sanırım öyle. Bizde kervan bir yerden düzülmüş ve öyle devam ediyor. Oysa haklarımız var. Birçok insan telif yasası çıkmalı diyor. Oysa yasamız var. Hem de 1952’den beri var.  Evet güncellenmesi ve düzenlenmesi gereken maddeler var, ki zaman zaman bunlar da yapıldı ama var. Ya da oyuncuların çalışma biçimi bakımından bağlı çalışan olduklarını sektöre de tekrar anlatmak gerekiyor. Yeşilçam’da maalesef bu algı değiştirilmiş. Aslında baktığınızda teknik olarak oyuncular fabrika işçisinden bile daha da işverene bağlı çalışıyorlar. Yapımcı izin vermezse kilo bile alamaz/veremezsin mesela. Saçını bile kestiremezsin. Onun dediği zamanda, onun dediği yerde olacak ve hatta onun sana verdiği sözleri söyleyeceksin. Daha ne kadar bağlı olunabilir ki!

Kısacası hem hak sahiplerine hakları olduğunu anlatmanız gerekiyor hem sektörü birlikte çalışmak konusunda ikna etmek gerekiyor. Bunu da hep birlikte yapmak gerekiyor. 

Meslek birliğiniz BİROY’un yönetiminde olduğun süre içinde uluslararası ilişkilerden sorumluydun. Gelişmiş ülkelerle ülkemizi bu alanda karşılaştırmanı da merak ediyorum.  Farklılıklar var mı? Varsa neler? Hayatını oyuncu olarak devam ettiren bireyler açısından ve diğer açılardan.

BİROY’un 14 sene yönetim kurulundayım. Bunun 12 senesinde Başkan Yardımcılığı, yıllar içine dağılan çeşitli dönemlerde de Uluslararası İlişkiler Sorumlusu görevlerini yerine

getirdim. Kimi zaman Derya Durmaz ile birlikte yürüttük. Kimi zaman tek başımıza yürüttük. 

Gelişmiş ülkelerle aramızda en başta mantalite farkı var. Çok ilginç bir örnek vereceğim. Biz 2012 senesinde Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürü Abdurrahman Çelik ve bakanlıktan uzmanlarla birlikte önce Brüksel’de uluslararası bir toplantıya katıldık ve ardından İspanya’da bir çalışma gezisi gerçekleştirdik. İspanyol İcracı Sanatçılar Telif Birliği AISGE ile toplantılar yaptık, sistemlerini yerinde inceledik. Çok meşakkatli ama inanılmaz hakkaniyetli, eserlerin ve haliyle emeğin saniyesine kadar dikkat ettikleri bir sistem kurmuşlar. 

Oradayken bizim de bazı işlerimizin İspanya’da televizyonlarda ya da sinemalarda gösterildiğini öğrenmiştik. Aralarında bizim üyelerimiz olan oyuncuların da olduğu ortaya çıkınca AISGE yetkilileri bunun karşılığı olan telif bedellerini bize derhal vermek istemişlerdi. Bu, Türkiye tarihinde oyuncular için meslek birliği eliyle alınan ilk telif olacaktı. Ve biz bu ödemeyi nasıl alacağımızı, hangi hesaba ne şekilde yatırılması gerektiğini bilmiyorduk. Böyle bir şey hiç yapılmamıştı. Bunun için kendilerinden zaman istedik. Alıp alamayacağımızı ya da nasıl alacağımızı bilmediğimizi söylediğimizde gözlerindeki korkuyu görmeniz lazımdı. Bize “bu sizin hakkınız, bizde kalamaz” dediler.

Şimdi dönelim kendi ülkemize, kul hakkı yemenin günah olduğu ülkemize… Burada yasada belirtilmiş hakkımızı bile yasanın etrafından dolaşıp, orasını burasını çekiştirerek ya da çalışanları yanıltarak vermemeye çalışanlarla uğraşıyoruz. Gözümüzün içine bakarak yalan söylüyorlar. Bense İspanyolların gözündeki “ya hakkınız bizde kalırsa” korkusunu hatırlıyorum. 

Tabi ki kapitalist dünyada herkes daha az iş yapıp daha çok kazanmanın peşinde ama herkesin hakkını aldığı, hakkının yenmediğini bildiği bir düzende daha huzurlu, istekli ve haliyle verimli çalışacağını da unutmamak gerekiyor. 

Bir diğer konu da yurtdışında kültür sanat alanında çalışanların sosyal haklarının daha iyi tanımlanmış olması. Bizim özellikle emeklilik sorunumuz oluyor, çünkü hem sigortasız çalıştırılıyoruz hem de devamlı çalışamıyoruz. Çünkü işin mahiyeti öyle değil. 

Ayrıca dayanışmanın da diğer ülkelerde daha çok olduğunu görebiliyorum. Oysa belki en çok bizim ihtiyacımız var. Oyuncular Sendikamızın sloganı gibi “Artık, başrol dayanışmanın” olmalı. 

Gelişmiş ülkeler için bizim durumumuz şaşırtıcı gerçekten, ben de yurt dışındaki birçok festivalde aynı durumla karşılaşıyorum. Merak ettim, İspanya’dan ısrarla ödemek istedikleri telif gelirlerini alabildiniz mi?

Aldık tabi. 2012 senesinden beri de alıyoruz. Her yıl biraz daha artıyor aslında çünkü hem oralarda gösterilen işlerimiz arttı hem de buradaki teliflerin hesaplanması için biz de üstümüze düşenleri zaman içerisinde öğrendik ve tamamlamaya başladık. Mesela eserlerdeki oyuncuların isimlerinin rollerine göre sınıflandırılarak gönderilmesi gerekiyordu ki İspanyol paydaşlarımız da bu kişilere düşen telif ücretini hesaplayabilsinler. Bu listeleme ve sınıflandırma ciddi bir iş yükü. Yeterli gelirimiz olmadığı için süreç yavaş gelişti. Normalde onlarca kişinin yapacağı şeyi kendimiz yaptık. 

Tabi bu arada özellikle İspanya’daki meslek birliği ile çok yoğun çalıştık. Bize birçok konuda önderlik ettiler ya da fikir ve bilgi verdiler. İspanya’nın bağlantıları olan tüm ülkelerde bizim de haklarımızı takip etmeleri için 3 sene kadar onlarla görüşme yürüttüm. İmza aşamasına geldiğimizde yönetim kurulumuz değişti. Yeni yönetim kurulunun görev süresinin sonuna doğru kendileriyle bu bağlamda bir sözleşme imzaladık. 

 vet fazlasıyla aldık. Darısı ülkemizde de hak ettiğimiz telif gelirlerin Söylediklerine katılmamak elde değil. Hayatımızı tümden etkileyen bir de pandemi süreci var, bu dönemle ilgili neler söyleyebilirsin? 

Bizim anayasamızda sanatı ve sanatçıyı koruma maddesi olmasına rağmen maalesef siyasi irade bu konuda bir ilerleme göstermiyor. Bunu özellikle pandemide çok yakından ve çok acı bir şekilde de tecrübe ettik. Battığını ilan eden Yunanistan’ın bile tüm vatandaşlarına direkt nakit para vermesini geçtim, bizim gibi ekonomik olarak uçtuğu söylenen bir ülkede kültür sanat alanında birçok insanın sektörü bırakmış ve hatta intihar etmiş olması ülkece kaybımız ve gerilememizdir. Pandemi olmasa dahi işsizlik döneminde sanatçıların hayatta kalma korkuları olmadığı sistemler, örnekler birden çok. Biz neden bunu yapamıyoruz? Oysa elimizde anayasaya var. Anayasamıza uyarsak ülkece daha çok ve hızlı kalkınırız. Demek ki irade göstermek gerekiyor. Onun da yolu örgütlenmekten geçiyor. Çünkü malumunuz: hak verilmez, alınır. 

Sendikanın ve meslek birliğinizin kuruluşundan bugüne oyuncuların hayatlarında neler değişti, başlangıcınızla bugün gelinen yer arasında neler oldu? Hedeflerinizin ne kadarını gerçekleştirebildiniz? Başarılı olamadığınızı düşündüğünüz alanlarda sorun neydi? Niye aşamadınız?

Sendika çalışma şartlarını, Meslek Birliği de telif haklarını düzenlemekle yükümlü. 

Meslek Birliğinin meslek siyaseti adına da görevi var. Yurtdışından birçok yerden telif alınmaya başlandı. Sinema Yasası’nda düzenlemeye gidildi. Telif yasasında talepler bakanlığa defalarca bildirildi. 

Başarı konusu ilginç bir konu. Sıfırın üstüne bir şeyler inşa etmeyi düşünürken eksilerden başlayınca neye başarı diyeceğinizi de tam bilemiyorsunuz. 

Size anlattığım BİROY’un açmak istediği davada “oyuncu icracı değildir” diye olmadık bir sebeple reddedilmemizle yargıdakilerin de bu konuda ciddi eksikleri olduğu ortaya çıktı. Nasıl olmasın ki, yıllardır bu konu üzerinde bir düzenleme, bir şikayet ya da bir dava yok. Ya da yeterince yok. O zaman oradaki eksikliklerin giderilmesi için bakanlıkla görüşmelere başladık, çeşitli platformlarda, toplantılarda bunu dile getirdik. Sonunda eğitimler verildi, çalıştaylar, projeler yapıldı. 

Oyunculuğun resmi bir tanımı olmaması işimizi zorlaştırıyordu. Metin Akpınar’ın anlattığı oyunculara vesika verilmesini hatırlarsınız. Bunun çok üstüne çıkmamız gereken zamanlardayız. Sendika tarafında Mesleki Yeterlilik Kurumu ile uzun süren çalışmalar sonucunda Oyuncu’nun tanımı yapıldı ve bir resmiyet kazandı. Şehir tiyatrosunda yevmiyeli çalışmaya son verildi. Çocuk oyuncularla ilgili düzenleme için çalışma yapıldı. Kadınların tacize uğramalarıyla ilgili sendika ciddi bir destek veriyor. Daha birçok olumlu gelişme var. 

Tahmin edebileceğiniz gibi bir yanda yapılmış, başarılmış çok şey var. Pandemide sektörün tüm bileşenleri tarafından sağlıklı çalışma için kitapçık hazırlandı. Buna Sendika ve Biroy da katkı sundu. 

Telif konusunda ise maalesef hala yurtiçinde bu sistem işletilemiyor. Sinema-TV alanında kimse bir kuruş telif almadı bugüne kadar.  Pandemi zamanı bu gasp iyice ayyuka çıktı biliyorsunuz. TV’lerde eski işler gösterilip, reklamlarla hala üzerinden para kazanılırken o işleri yaratanlar işsiz evdelerdi ve telif hakları da verilmiyordu. Bu herkesin ayıbı. 

En sevindiğim olay ise kamera arkasının da ciddi bir biçimde örgütlenmeye başlamış olması. Sinema –TV Sendikası kuruldu. Kamera arkasında çalışanlar aklınıza gelebilecek neredeyse her alanda platformlar, dernekler kurdular ya da Sinema-TV Sendikası altında bir araya geldiler. Bu da sektöre zaman içerisinde bir düzen getirmeye başladı.

Sine-sen’deki günlerden bu yana sektörde liyakat konusu hep gündemde olmuştur. İşini iyi yapanların artması hedeflenirken gittikçe tanıdıklarla dönen, kalitesi düşen bir pazara düşmüştük. Şimdi Sinema-TV Sendikası’nın da eklenmesi ve kamera arkası birimlerin de tek tek örgütlenmesi ile bu durum aşılıyor. 

Henüz işin başındayız. Amerika’nın çok önce çözmüş olduğu dertlerin henüz ilk adımlarını atıyoruz belki ama atıyoruz artık. Söylenme değil harekete geçme zamanı.

Hayatını oyunculuk yaparak idame ettiren bir kadın sanatçı olarak kendini beş yıl sonra nerede görüyorsun? Ya da nerede görmek istersin, kişisel hedeflerin neler?

Ben açıkçası bu beş yıl sonrası on yıl sonrası sorularını hiçbir zaman anlayamadım. Ne cevap verebilirim gerçekten bilmiyorum. Hayatın akışını ancak yönlendirebiliriz belki ama başımıza ne geleceğini de asla bilemeyiz.

Bir hedef mi koymalı bilmiyorum. Koysam ne kadar gerçekçi olur ki. Çünkü benim yaptığım iş kolektif bir iş. Tek başıma hadi ben şunu yazıyorum, sonra da çekiyorum ya da şimdi de kendime ödül veriyorum diyemem. Bir hedefe yürümek önemli bir şey belki ama yürürken keyif almak, yanlış şeyler yapmamak da bence bir o kadar önemli. Benim yolum hayattan keyif almayı kaçırmadan düzgün ve iyi işler yapmak. Umarım beş yıl sonra da bunu yapıyor olurum. 

Şimdi de pek bilinmeyen bir özelliğinden söz etmek istiyorum.  Aerial akrobasi denen “havada dans” gibi çok özel bir uğraşın var. Aynı zaman da çok tehlikeli geliyor bana. Bu alanda eğitimler de veriyorsun. Tam olarak havada dans etmek ne demek? Bir hobi olarak mı başladı bu sürecin, nasıl gelişti? Türkiye’de senden başka kaç kişi var bu gösteri sanatını icra eden?

Aerial yani yüksekte akrobasi denince herkese en tanıdık gelebilecek şey sanırım sirklerde gördüğümüz trapez. Bunun gibi çember ve daha zor olan kumaş akrobasisi de var. Kısacası bu işi yüksekte bu aletlerle akrobasi yapmak diye tanımlayabiliriz. 

Aerial benim hayatıma hobi olarak girdi. Ben hep aktif biriydim. Yıllar süren eğitim hayatı, sonrasında turnelerle geçen yıllarda sporsuzluk beni zorluyordu ama tahmin edebileceğiniz gibi öyle spor salonuna gideyim, aynalarda kaslarına bakan tiplerle kapalı bir alanda bir hareketi on kere yüz kere yapayım gibi bir şey bana göre değil. Ufak ufak  jonglörlük üzerine çalışırken Türkiye Jonglörlük Festivali’nde aerial rope (halat) deneme fırsatı buldum ve bu işe aşık oldum. Tek sıkıntı Türkiye’de öğreten ve hatta yapan kimse yoktu. Bildiğim tek kişi Antalya’da yaşıyordu ve bu işi de bırakıyordu. Yurtdışına defalarca gidip gelerek, buralarda ilgisi olan arkadaşımla üzerine birlikte çalışarak, birkaç kişi bir araya gelip kondisyon tutarak hobimi canlı tutmaya çalıştım. Tabi ki turnelerle, çekimlerle bölünüp duruyordu ama illa ki geri dönüyordum. Yıllar süren emek de beni profesyonelliğe kadar getirdi. Bu işi yapan bir elin parmakları kadar kişiyiz. Çember nispeten daha kolay olduğu için biraz daha yayıldı. 

Biz atölyelere ilk başladığımızda paylaşım üzerinden gidiyorduk. Bildiklerimizi paylaşalım hep birlikte ilerleyelim şeklindeydi. Bu mantığı hala devam ettirmeye çalışıyorum. Öğrencilerimden biri gösteriye çıktığında ya da aerial yapmış olmak ona başka bir yol açtığında çok mutlu oluyorum.

Yoğun uğraşların arasında vakit ayırdığın için çok teşekkür ederim. Evet son sorum. Son olarak izlediğin film, okuduğun kitap, dinlediğin müzik albümü ya da müzik parçası hangileri?

Okumakta çok gecikmiş olmakla birlikte, en son Atatürk’ün de önerdiği Finlandiya’nın kuruluş hikayesi olan ve bir ülkenin nasıl kalkınabileceğine dair el kitabı sayılabilecek Grigori Petrov’un yazdığı Beyaz Zambaklar Ülkesinde‘yi okudum.

Ben farklı tarzlarda müzik dinliyorum. Metalden türkülere kadar bir yelpazem var. Hatta dinlemediklerimi saymak daha kolay olabilir sanıyorum. Yakın zamanda İsrailli müzisyen bir arkadaşımın önerdiği Derya Türkan’ı keşfettim. Çok mutlu oldum. Bir de Tool ve  A Perfect Circle’a takıldım son zamanlarda. Döndürüp döndürüp onları dinliyorum.

En son izlediğim film Norveç, İsveç yapımı olan Kristoffer Borgli’nin çektiği İlgi Manyağı

_____________________

[email protected]

Aslı Şahin

 

2767980cookie-checkBİR TELİF HAKLARI SAVAŞÇISI: ASLI ŞAHİN
Önceki haberOrman arazilerinde 10 yılda 109 bin hektar maden izni verildi
Sonraki haberAbdullah Zeydan’a mazbatası verildi
MÜNİR KARATAŞ
Münir Karataş1962 yılında Eskişehir’ de doğdu. Öğrencilik yılllarında Türk Haberler Ajansı Eskişehir Bürosu’nda muhabir olarak çalıştı. Çeşitli gazete ve dergilerde yüzün üzerinde haberi yayınlandı.Yönetmen olmak için İstanbul’a göç etti. Free-lance yönetmen olarak game show’lar, TV dizileri, TV Show’ları, reklam filmleri, video klipler ve belgeseller çekti.Hobby olarak Sony Müzik Türkiye için onbir adet Etnik Müzik albümünün prodüktörlüğünü yaptı. Albümler Sony – Colombia & Mor etiketiyle 2000 yılında satışa sunuldu.2001 yılında tek merkezden çoklu noktalarda reklam yönetmek ve yaratmak için kullanılabilecek alanındaki ilk yerli yazılım olan MorSoft’un yazılım mimarisini Nurcan Güzel ile birlikte oluşturdu.Türkiye’ye iki binli yılların ilk çeyreğinde Almanya’dan ilk Daylight Screen’i, Amerika’dan da 3D Holografik Screen’i getirdi.TÜBİTAK-UZAY Teknolojileri Enstitüsü ile yedi yıllık sürede ortaklaşa geliştirilen yüksek teknoloji ürünü ses ve görüntü tanıyan, analiz eden yazılımların mimarilerini dizayn eden onbir kişilik akademisyen ekip içerisinde Proje/Telif hakları sahibi sıfatı ile görev aldı.Süreç içerisinde gerçekleştirmek amacıyla; Sinema Filmleri, TV dizi senaryolarını yazdı.2012 yılından bu yana Türkiye’ye ithal ettikleri sinema filmlerinden oluşturdukları kataloğu işletmeye devam ederken, ilk romanı üzerinde çalışıyor ve Nurcan Güzel’in film sektörü için ¨Blok Zincir¨ altyapısında geliştirdiği özgün projesinin kurucu ekibinde yer alıyor.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.