Londra’daki bizim işçilerden söz etmeden önce Karl Marx’ın “Sermayenin hafif piyadeleri” diye tanımladığı göçmen işçiler konusundaki araştırmaları sohbet dilinde özetlemek istiyorum…
Göçmen işçiler ekonomi dalında pek çok araştırmacının konusu olmuş ve bu konuda kuramlar geliştirilmiş… Öncelikle göçmen işçilerin 19’uncu yy’dan günümüze ucuz ve uysal görüntüsü hiç değişmemiş.
Liberal kuramcılar emeğin göçünü kapitalist mantığın bir parçası olarak ücretlerin ve refahın daha iyi olduğu bölgelere akış olarak yorumlasalar da sosyalist ekonomistler göçün öyle kolay olmadığını belirterek mutlaka bir çatışmanın neden olduğunu öne sürmüşler. Emeğin göç edebilmesi için bu çatışmanın yanı sıra maddi ve sosyal sermaye gereklidir. “Çatışma” yoksulluk gibi sosyolojik ya da sevgiliden ayrılma gibi psikolojik de olabiliyor. “Maddi sermaye”, yolculuk ve gidilen ülkede masrafları bir süre karşılayacak parasal destek, “sosyal sermaye” ise gidelecek ülkede barınma, tutunabilme ve iş bulma gibi konularda destek olabilecek bir tanıdık ya da kurum bilgisi sayılıyor…
19’uncu yüzyılda ulus devletlerin sınır kontrolları getirmesinden sonra emeğin izinsiz (vizesiz) göçü “kaçak” olarak tanımlanması yine Marksist ekonomistlerce eleştirilmiştir. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) 1999’daki “Uluslararası Göç Sempozyumu’nda “kaçak göç / göçmen” tanımlanmasını içinde suç fikrini barındırdığı için “düzensiz göç/göçmen” tanımıyla yumuşattığı görülür. Marksist bakış açısına göre hiç bir insan yasadığı değildir, onu yasadışı ilan edenler karşıt sınıfın egemenlerin koyduğu kurallardır. Emeğin yasadışı ilan edilip kaçak görülmesi daha çok sömürme kaygısındandır…
Marx, 19’uncu yy’da göçmen işçileri sermayenin yedek işgücü olarak görmüştür. Günümüzde de bir emekçinin bebeklikten yetişkinliğe ülkeye sıfır maliyetle getirilerek çalıştırılması, hem yerli emeğin gücünü zayıflatmakta hem de (kaçak konumdaysa katlanarak) daha çok artı değer yaratmakta. Bu haliyle göçmen işçi yerli emekten daha kazançlıdır. Kapitalizm “ekonominin hem motoru hem de yakıtı olarak tanımlanan” göçmen emeğini her zaman örgütlü emeğin gücünü kıracak ucuz ve uysal emek olarak görür. Bu tanımlar ve “sıfır göç politikasının yararsızlığı”nın AB komisyonları, OECD, Dünya Ticaret Örgütü gibi kapitalist kurumların raporlarında da yer aldığını belirtmeliyiz.
Göçmen işçilerdeki doğurganlık oranının yüksek olması, sanayileşmiş ülkelerdeki nüfus azalmasına da çare olarak görülmekte. Sanayileşmiş ülkelerde bir süre sonra ülke ekonomisinin yoğunlukla emekli maaşlarını ödemek için döneceğinden kaygılanılmakta.
Ulus devletler yabancı işgücü kaynağında musluğu her zaman kendi çıkarlarına göre açıp kapatmıştır. İşine yarayan nitelikli işgücünü içeri alırken fazlasını dışarı atmıştır. İktidarlar göçmen karşıtlığı döneminde iç politikada yabancı emeğe karşı “ülkenin demografik yapısını bozuyorlar”, “işsizlik yaratıyorlar”, “sosyal yatırımlarımıza ortak oluyorlar” ya da “suç oranları çok yüksek” gibi ırkçı söylemleri fütürsuzca kullanmaktan da çekinmemiştir.
Liberal ekonomistler göçmen emeğine getirinin götürüsünden fazla olduğu süreçte yeşil ışık yakılmasını, yalnızca işe yarayacak emekçilerin içeri alınmasını savunurken pek çok bilimsel araştırma göçmenlerin getirisinin ötürüsünden çok daha fazla olduğunu ortaya koymuştur. Unutmamalı ki göçmenler sömürülerek ürettikleri değerlerin önemli bir bölümünü yine geldikleri ülkede kendi yaşam standartları için tüketerek ülke ekonomisine katkı sunmakta…
Önümüzdeki hafta Londra’daki bizim işçilerin tarihini anlatmaya başlıyoruz…