İNGİLTERE’DEN… Bir yerel seçimin düşündürdükleri

2 Mayıs günü Londra bir kabusla uyandı. Bir gün öncesinde, İstanbul’da işçi ve emekçiler, iktidar istemiyle değil,  sadece “ben varım” diyebilmek amacıyla, cop ve tazyikli sular ve biber gazları altında Taksim’e girmeye çalışırken, biz Londra’da, yerel seçimler için düzenli kuyruklarda yerimizi almış, demokratik bir hakkımızı kullanmak üzere güler yüzlü görevlilerden aldığımız seçim pusulalarına sabit kalemlerle çarpılar atıp sandıklara doğru yöneliyorduk.

İstanbul’da işçiler, copları, panzer ve silahlarıyla  kendilerini nasıl bir kabusun beklediğini önceden biliyorlardı. Biz ise, yaklaşan kabustan henüz haberimiz yoktu. Oyların sayılıp sonuçların açıklanmasını bekleyecektik.

Londra Belediye Başkanlığı seçimi öncesinde yapılan araştırmalar, Muhafazakar Parti adayı Baris Johson’ın önde gittiğini öngörmüştü, ama yine de Boris’in belediye başkanı seçileceğine ihtimal verilmiyordu. Araştırmalar ilk defa yanılmış olmayacaktı ki. Bu kanı öylesine hakimdi ki, Muhafazakar Parti saflarındaki milletvekilleri, hatta muhalefet lideri David Cameron’un bile yakın çevresinde Boris’in seçileceğini ummadığını söylediği, hatta seçilmesini de istemediği basına sızdı. Çünkü Boris, gerçek bir muhafazakar (Tory) değildi. Liberal görüşleri olan, başına buyruk, ağzına geleni düşünmeden söyleyen, bu nedenle de sürekli birilerinden özür dilemek zorunda kalan tehlikeli bir politikacıydı. Muhafazakarların beklenen genel seçim başarılarına ket vurabilirdi.

O takdirde Muhafazakarlar neden onu aday seçmişlerdi, diye sorulabilir. Yanıt gayet kısa: Kimse aday olmak istemediği gibi, teklif ettikleri birkaç kişi de adaylığı reddetmişti. Boris, son çare, ‘wild card’dı.

Palyaço, soytarı, komedyen, maskara sıfatları, Boris Johnson’ı tanımlamak için, ona karşı olanların değil, parlamentoda aynı sırada oturduğu milletvekili arkadaşlarının, temsil ettiği partinin üye ve taraftarlarının sık sık kullandığı benzetmelerdi. Her ağzını açtığında bir gaf yapan, komedi programlarının müdavimi, kendisiyle görüşme yapan gazetecilerin bile onun karşısında ciddiyetini beş dakikadan fazla sürdüremediği, soruları yanıtlayamadığı yerde fıkra anlatan, sanal bir kişilikti Boris Johnson. İngiltere’nin politik tarihinde, milletvekili olmasına rağmen, onun kadar politikayı umursamayan ve de bilmeyen, gayri ciddi bir politikacı olmadığını ileri sürsem, belki bu benim İngiltere tarihini yeteri kadar bilmediğimi gösterebilir, ama hiç de bir abartma olmaz.

Bu gerçeğe rağmen 2 Mayıs günü Londra, üzerinde şu sorunun ağırlığıyla uyandı: Seçim öncesi günlerde hissedilen, ama gerçekten seçilebileceğine ihtimal verilmeyen bu “soytarı” nasıl oldu da Londra belediye başkanı seçildi? Kim, neden ona oy vermişti? Bu bir şaka mıydı?

Adaylığının ilk günlerinde, kendisinin bile seçileceğine inanmadığı için, kampanya süresinde biraz eğlenmek, ilgi merkezinde kalmak, sık sık televizyonda görünebilmek için aday olan Boris’in, gerçekten seçildiğini öğrendiği anda yüzünü görebilmek için ona oy vermiş olabilirler miydi? Yeni İşçi Partisini protesto etmek, iç politikada son aylarda aldığı kararlar nedeniyle hükümeti cezalandırmak için  oy vermiş de olabilirlerdi. Yoksa, 8 yıldır başkan olan Ken’in artık gitme zamanı geldiğine mi karar vermişlerdi? Son aylarda Muhafazakar Parti ve onun çevresindeki medyanın (özellikle Evening Standart gazetesinin) Ken’e karşı uyguladıkları, temelsiz ve tamamen çamur atma tarzında yürüttükleri yoğun karalama kampanyası etkili olmuş olabilir miydi? Livingston çevresindeki danışmanlar hakkında ileri sürülen bir takım yolsuzluk iddaları –ki, hiç biri kanıtlanmadı- seçmenleri Ken’e oy vermekten alıkoymuş da  olabilirdi.

Bu nedenler çoğaltılabilir. Bu nedenlerin birisi, bir kaçı ya da hepsi birden Ken Livingston’a oy vermemek için iyi ve geçerli bir neden de olabilirdi. Ancak, hiç bir neden, bir çizgi film karakterinden daha gerçek olmayan Boris Johnson’ın seçilmesi için bir neden olamazdı.

Aşırı sağcı, ırkçı parti BNP’nin, 25 üyeli Londra Belediye Meclisi’ne ilk kez bir üye sokmasını açıklamak hiç de zor değil. Ama ‘Bojo’nun (Toriler arasındaki bir diğer lakabı) seçilmesine bir anlam vermek kolay değil.

1 Mayıs’daki seçimler, ‘pop-idol’ ya da popülarite yarışması değildi. İngiltere’nin başkenti Londra’nın büyük şehir belediye başkanlığı ve belediye meclis üyeleri seçimiydi. Başkentin, başbakandan sonra en yetkili, devasa bir bütçeye sahip, her ne kadar sınırlı olsa da Londra’nın yaşamıyla (Ulaşım, belediye vergileri, eğitim, iskan, polis vb.) ilgili çok önemli kararlar alma yetkisi olan bir kişi, belediye başkanı. Zaten bu nedenle, Yeni İşçi Partisi’nin tüm saldırı ve karalama kampanyalarına rağmen, bağımsız olarak girdiği 2000 yılında Londra Belediye Başkanı seçilen Livingston, 2004 yılında partiye geri alınmış ve daha önce, “Ken, Londra için tam bir felaket olur.” diyen Tony Blair,  büyük bir yüzsüzlükle Livingston’ı İşçi Partisi’nden aday göstermişti.

Boris’e oy veren Londralıların eğilimini anlayabilmek için bir adım geri çekilip büyük resme bakmak, dünyada ve özellikle de Batı’da siyasetin, sosyalist dünyanın çökmesi ve 2001 sonrası aldığı yeni karaktere göz atmakta yarar var.

Londra’dakine benzer bir manzara İtalya’da genel ve Roma belediye başkanlığı seçimlerinde görüldü. Roma Belediye Meclis’ine girmek için porno star Milly D’Abbraccio, ‘Bu popoya oy verin’ sloganıyla kampanya yaparken, politikacılarla arasındaki farkı da şöyle dile getiriyordu: “Benim popom asla yalan söylemez. Kesinlikle birçok politikacının yüzünden de daha temizdir.” Genel seçimler de ise, Sosyalist Parti’nin adayı, üzerlerinde “Oyundan zevk al.” yazılı 100 bin kondom dağıtıyordu. D’Abbraccio’ya katılmamak elde değil. Ama sorun, bu ‘politikacı’ları üreten siyasi atmosfer ve seçmenlerin bundan etkilenmeleri.

Berlusconi’yi 13-14 Nisan’da üçüncü kez seçenlerin en azından, Boris’e oy verenlerin iddia edebileceği gibi, “Daha önceki(ler) hiç bir gelişme yaratamadı, bir de bunu deneyelim” gibi bir mazareti de yoktu. İtalyayı, ekonomik olarak ‘Batı Avrupanın hasta adamı’ yapan, devleti mafya yöntemleriyle yöneten, hakkında yolsuzluk davaları hala süren Berlusconi’yi  üçüncü defa seçiyorlardı.

İtalya’yı öylesine bir uçuruma getirmişti ki, Martin Jacques Guardian’da (16 Nisan 2008) “İtalya gerçekten bir demokrasi midir?” diye soruyordu. Berlusconi sandıktan çıkmıştı, ama İtalya’nın en güçlü medya baronunun propaganda araçları göz önüne alındığında, halkın farklı öneri ve düşüncelere objektif ve eşit bir şekilde ulaşma imkanı bulduğu söylenebilir miydi? İtalya’daki Berlusconi hükümetleri döneminde (1994-1995 ve 2001-2006) yolsuzluk en üst boyutuna çıkmış, devleti özel çıkarlarının bir aletine dönüştürmüştü. İtalyanlar yine de, Jacques’in düşüncesine göre, “Berlusconi’yi devleti şahsi amaçları için kullanmasına rağmen değil, kullandığından dolayı destekliyor.”du. AMA NEDEN? Jacques de yazısında bunun yanıtını veremiyor.

Boris’in, Berlusconi gibi bir ekonomik yaptırım gücü yok. Zaten benim bu iki örnekle vurgulamaya çalıştığım günümüzdeki politikacıların karakterleri, yani ‘devrin adamı’ politikacıların özellikleri. Bu bağlamda baktığımızda, Berlusconi’yle Boris’in politik kişiliklerindeki benzerlikler çarpıcı. Berlusconi 11 Eylül’den sonra Batı medeniyetinin Doğudan daha üstün olduğunu ilan etmiş, sağcı kadınların, solcu kadınlardan daha seksi olduğunu, vergi yasalarının adaletsiz olması nedeniyle büyük şirketlerin vergi kaçırmasının haklı görülmesini ifade etmiş, hakkında dava açan savcıların da, akıl sağlığı kontrolünden geçirilmesini istemişti. Seçim kampanyası da benzer şaka ve tahrikler üzerine kurulmuştu.

Nasıl ki, kendini ‘İsa’ ilan eden, yarı deli Berlusconi’nin üçüncü defa başbakanlık koltuğuna oturtulmasını açıklamak zorsa,  gerçek yaşamdan kopuk, elitist Boris’in belediye başkanı olmasını da geleneksel politik terminolojiyle açıklayabilmek kolay değil.

Berlusconi’den sonra Boris’in seçilmesi günümüzde, Zizek’in deyimiyle, ‘post-politika’ (*) çağında siyasetin ve politikacıların yeni karakterinin paradigmalarını sergiledi.

‘Terörle savaş’ çağında dünyanın, ‘onlar’ ve ‘biz’ olarak ikiye ayrılması,  uluslararası kurum ve yasaların etkisini yitirmesi, tüm dünyanın, bir anlamda, ‘olağanüstü hal bölgesi’ ilan edilmesi, demokrasilerin askıya alınmasını getirdi. İnsan hak ve özgürlüklerin varlığıyla övünen Batı demokrasileri, bir avuç ulus ötesi tekelin ve onun  ‘korporatist’ sözcülerinin aracına dönüştü. Kalın çigilerle tanımladığım bu dünyada bireylerin demokrasiye bakışı ve güveni de temelden değişti. Bu yeni düzende devletin rolünün gerilemesi, kolektif yapının zayıflaması, sanıldığı gibi bireyin özgürlüğünü getirmedi, tersine onu, kırılgan ve güvensiz, bencil ve korunmaya muhtaç yaptı.

Yalıtlanan bireyin toplum yaşamına aktif katılımında isteksizliği kronik bir hal aldı. Londra Belediye Başkanlığı seçimlerinde oy kullanma oranı bu defa, bir rekor kırlmasına rağmen ancak yüzde 45’di. Bunu aşabilmek amacıyla çabalar sarfediliyor. Örneğin İngiltere’de halkı, en azından oy kullanmaya teşvik etmek için, posta ve email yoluyla oy kullanma yöntemleri yanında şimdi de, seçim sandıklarını süpermarketlere yerleştirmek, seçim günlerini Cumartesiye almak gibi uygulamalar üzerinde düşünülmeye başlandı. Halkın bu apatisiyle ilgili bir çok gerekçe gösterilebilir. Ancak en önemlisi, bireyin, gerçek bir değişiklik yapılamayacağı, bu bağlamda da, hiç bir adayın kendilerini nasıl olsa temsil etmediği inancıdır. Bu nedenle demokrasi, oy pusulalarına atılan bir çarpı işaretine indirgenmiştir.

Batı demokrasilerinde politik görüş ve projeler yerine, kişiliklerin yarıştırılmasının seçimlerin ana hedefi  olması, dolayısıyla da seçim kampanyalarının özel yaşamlar ve skandallar üzerinde kurulması da aynı nedenledir. Londra Belediye Başkanlığı seçimleri de farklı olmadı. Boris’in seçim kampanyasında kendini sunumu da, aynen seçmenlerin içinde bulunduğu kayıtsızlığın bir aynasıydı. Muhafazakar Parti adayı olmasına rağmen, onlarla arasında belli bir mesafe koyması, hatta çevre, ulaşım gibi bazı konularda görüşlerinin çelişmesi, (Kyoto Antlaşmasına karşıydı) liberal bir kişilik olarak görünmesine rağmen aslında bunun, daha çok onun hedonist yaşam tarzından kaynaklanması, (Irak savaşını destekledi) sorunlara karşı ilgisizliği, Londra’nın ihtiyaçlarından bir haber olması, bir sorunu fomüle edip, düşünce üretme ya da konuşma yeteneğinin olmaması ve bunu genellikle saldırgan bir üslupla geçiştirmesi.. seçmenin onu kendisiyle tanımlamasına yol açan etmenler oldu. İşte sonunda kendileri gibi, dünyadan kopuk, bencil, ama onları güldüren bir komedyen bulmuşlardı.

Yukarıda tasvir ettiğim bireyin diğer bir özelliği de, her sorunda başka birini ya da bir şeyi suçlamasıdır: Genleri, çocukluk yılları, ailesi, eğitimi, işlevsiz ilişkileri, işi… Elbette insan yaşamında tüm bunların etkisi vardır. Benim altını çizmek istediğim, bu gerekçelerle, toplumun ana yapıtaşı olan otonom bireyin ortadan kalkması ve yavaş yavaş kamu hayatından çekilmesidir. İngiltere’de ‘mağdurluk’, yaşamınızı üzerinde kurabileceğiniz, toplum içinde kendinize yer açabileceğiniz sosyal bir statüdür. Edebi bir haklılık sağlayabilir mağdurluk. Mağdurun söyledikleri, yaptıkları doğru-yanlış kriterleriyle değerlendirilmez; onun söyledikleri, yaptıkları daha baştan ‘gerekli’ olduğu kabul edilir ve bir hak olarak görülür. Bunu iyi bilen Boris ve onun PR guruları, normalde aleyhine işlemesi gereken zayıflıklarını bir mağdurluk belirtisi olarak lanse etmesini de bildi. ‘Soytarı’, ‘beceriksiz’ sıfatlarını, kifayetsizliğini tedavisi olmayan bir hastalıkmışcasına lehine çevirmeyi başardı. Yabancı düşmanı ve ırkçı olmasına rağmen, soyunun Türklerden geldiğini hatırlatması da bu mağdur karakterin bir cilasıydı. Tuttuda.

Bu seçimlerin gösterdiği diğer bir nokta da, dış politikada siyah-beyaz (manichean) yaklaşımın iç politikaya yansımasıdır. Siyasetin etki alanları azalırken, politikaların hitap ettiği zümreler de küçüldü. Londra yerel seçimlerine katılan aday ve partiler bunun bölgesel de olsa, bir örneğini oluşturdu. Aşırı sağcı BNP, “Londra’lıların yerlilerine” yani  İngilizlere seslendi. Aziz George gününün bayram olmasını istedi. ‘UK-İndependence’ göçmenleri her sorunun kaynağı ilan etti, buna göre çözümler önerdi. “Biz solcu ya da sağcı değiliz, İngiliziz.” diyen ‘English Democrats’lar İskoçlara takmıştı. ‘Christian Choice’un tek hedefi görüldüğü kadarıyla, West Ham’da planlanan caminin inşasını durdurmaktı. Soldaki ‘Respect’ ve ‘left List’ de oy potansiyeli olarak Müslüman azınlığı gözüne kestirmişti. Hepsinin ortak noktası ise, gittikçe kabileleşen topluma, mikro politikalar üretmeye çalışmalarıydı.

Şüphesiz en önemli nokta, bu seçimlerden solun çıkaracağı derslerdir. Ama yine sorabilirsiniz: “Hangi sol?”

—————————————————————————–
(*) The Ticklish Subject: The Absent Centre of Political Ontology, 2000, Slavoj Zizek

1632490cookie-checkİNGİLTERE’DEN… Bir yerel seçimin düşündürdükleri

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.