SANATTAN… ‘Karanlık Çağlar’ın sanatı

‘Karanlık Çağlar’, tarihsel olarak ‘Orta Çağ’ olarak adlandırdığımız dönemin kültürel karakterini tanımlamakta kullanılan bir benzetmedir. Tarihçi Edward Gibbon’ın, “Barbarlığın ve dinin zaferi.” (*) olarak tanımladığı bu dönem, bilime, ilerlemeye, yeni fikirlere düşman, yaratıcılığın şeytani bir kaynaktan geldiği farzedilen, dini hurafelerin toplumu körelttiği, barbarlığın iktidarı olarak belleklerimize kazılmıştır. Bu dönem hakkında çok fazla bilgimiz olmasa da, günümüze kadar gelen bazı terimler, bugün bile bu dönemin gerçekten böyle olduğunu sanki teyit eder. Politikada oyanan oyunlar, hala “Bizans entrikaları”na benzetilir. Değişmeyi reddedenlerin veya yaşama uyup uymadığına aldırmadan bir doktrine sıkı sıkıya sarılanların tavırlarını, “ortodoks” olarak tanımlarız. “İkonakırıcılık”, bugün her ne kadar yerleşik gelenekleri bozmak anlamında kullanılsa da, gerçekte, görüntüye tapınılmasının yasaklanmasıyla birlikte başlayan, ‘yaratı’ya karşı bir yıkım hareketidir.

Bu ‘karanlık’ referanslarından dolayı olsa gerek, Batı perspektifinden yapılan tarih anlatıları da, genellikle, antik dünyanın göz alıcı pırıltılı dünyasından, usa dönüş olan Rönesans çağına atlayıverir. Örneğin, Britanya’daki eğitim sisteminde Antik Yunan medeniyeti, Roma, Tudor veya Elizabeth dönemleri ayrıntılı olarak işlenirken, Bizans’tan kısaca, “karanlık çağlar”dı, deyip geçilir. Oysa geçiştiriverilmek istenen bu dönem, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden, Rönesansa kadar olan dönemi kapsayan 1000 yılı aşkın bir zaman dilimidir. Ve merkezinde de, İstanbuldan, İspanya’nın güneyine, Balkanların büyük kısmı, Yunanistan, İtalya’yı içine alan, oradan, kuzey Afrika’ya, Mısır ve kutsal toprakları kapsayan Bizans İmparatorluğu yer alır.

Bu çağlar gerçekten, politik anlamda barbarlığın hüküm sürdüğü, toplumsal ve kültürel gelişmelerin askıya alındığı, bu anlamda, tarihin “durduğu” bir dönem midir? Böyle olsa bile, tüm bu karanlık noktaların arasında söz etmeye, incelemeye değer, kültürel kıvılcımlar bulmak mümkün müdür?

Bu sorulara yanıt vermek kitaplar dolusu tarih araştırmalarını okumayı gerektirir. ‘Royal Academy’ salonlarında yeni açılan sergi böylesine devasa bir görevi üstlenmiş. Bizans hakkında bu kadar olumsuz kanı varken bu serginin boşuna bir çaba olduğu düşünülebilir. Fakat, sergi küratörleri, yukarıda sorduğum sorulara sadece olumlu yanıt vermekle kalmamış, modern medeniyetin bazı önemli temellerinin de bu dönemde atıldığı iddiasıyla sergiyi düzenlemişler. Bu görüşlerini, ikonlar, mozaikler, freskolar, fildişi ve tahta oyma işlerinden, mücevherlere, el yazması kitaplardan, kaşık, tabak gibi günlük eşyalara kadar uzanan 340 parçalık bir sergiyle tartışmaya sunmuşlar.

Sergi, 330 yılında Roma İmparatoru Konstantin’in Boğazın kıyılarında Hristiyanlığı kabul etmesi ve ardından Konstantinopol’u kurmasından, 29 Mayıs 1453 yılında şehrin düşmesine kadar olan dönem içinde Bizans sanatının gelişmesine atıfla kısaca, “Byzantium: 330-1453” olarak adlandırılmış. Şüphesiz bu dönem, Roma’nın son yıllarını ve Rönesansın ilk yıllarını da içine alıyor. Ancak, sergi, Bizans’ın Hiristiyanlığın etkisiyle birlikte geliştirdiği sanat üzerinde odaklanmış. Bizans’ın bin yıllık sanat hikayesi, yedi ayrı konu başlığı altında anlatılmış. Bunlar arasında, ‘Konstantin Dönemi’, ‘İkonkırıcılık’ ve ‘İkonlar’ gibi başlıklar var.

Sergi, Ayasofya’da asılı avizeden daha büyük bir avizenin sarktığı, Bizans’ın tarihiyle ilgili bilgi ve haritaların yer aldığı bir salonda başlıyor. Sonra, neredeyse mum ışığıyla aydınlatılmış kadar ölgün bir atmosferde, Konstantin ve Justinyen dönemlerine ait nesnelerin bulunduğu diğer salonlara geçiyorsunuz. Bunlar arasında, Hazareti İsa’nın son akşam yemeğinde kullandığı rivayet edilen ‘kutsal kase’ de var.

İkonlar bölümüne kadar, küratörlerin altını çizmek istediği, Bizans kültürünün sanıldığından çok daha ince ve gelişmiş bir sanata sahip olduğu iddiasının ete kemiğe büründüğünü söylemek gerçekten zor. Nereden baksanız, konumuz bin yıllık bir medeniyet. Bu beklentiyle olsa gerek izleyiciler bu bölümleri daha hızlı geçip, ikonaların bulunduğu bölüme doğru seyirtiyor. Bizans dönemi ikonların en iyi örneklerinin bulunduğu salona gelmezden önce ‘ikonkırıcılık’ başlıklı salona giriyorsunuz. Belki de, ikonları anlayabilmek için, ilk önce, ikonların ardındaki düşünsel temeli, ikon ressamlığının  geçirdiği bunalımları anlamak gerekiyor.

Bu da, III. Leon’un 730 yılında, Hazreti İsa, Meryem ve azizlerin yer aldığı görüntüleri yasaklaması ve böylece ikon sanatının öncesi ve sonrası olarak iki ayrı döneme ayrılmasıyla, kısaca özetlenebilir sanırım. Bundan sonrası malum; yasakla birlikte ikon ressamları tatile çıkmak zorunda kaldığı gibi, o zamana kadar yapılan ikonlar da parçalanmış veya üzerleri beyaz boyayla kapanmış. Neden böyle yapılmış? Serginin küratörüne sorarsanız, tarihsel olarak bu konuda bir konsensus yok,.  Dini bir tepki olarak, o tarihlerde  yükselen İslamı örnek alıp, görüntüye tapılmasının önüne geçmek olabilir. Veya, kilisenin artan gücü karşısında otoritesini yitirmeye başlayan imparator, kontrolün kimin elinde olduğunu hatırlatmak için başlatmış olabilir. Yani, tamamen politik nedenlerle.

Ne ki, İslamın tersine, 843 yılında ikonkırıcılığın, Ortodoks-Hristiyanlık değerlerine karşı olduğu ilan edilir ve Bizans imgelerine geri döner. Bir ikon patlaması olur, doğal olarak.

İkonlar salonu, bir Ortodoks kilisesi kadar karanlık. Bazı eserleri görmekte zorlanıyorsunuz. Özellikle, mikro-mozaik denilen, mozaik tekniğiyle küçük boyutlarda, Seurat’nın (Goerges Seurat, 1859-91) noktalama tekniğini andıran bir üslupla boyanmış ikonların ayrıntılarına ulaşmak neredeyse imkansız. Genel tarz olarak ise, Bizans sanatı, daha doğrusu Ortodoks Hiristiyanlığın düşünsel temeli üzerinde şekillenen sanat, kendinden önceki kültürlerden ödünç almakta, onu geliştirmekte çekinmemiş. Çok tanrılı bir dünya olmasına rağmen, antik dünyanın naturalistik tarzını, dini sanatlarına adapte ederek, abartıdan uzakta bir tarz geliştirmişler. Kutsal konular işlenmesine rağmen, İsa, Meryem ve azizler daha sonraki dini resimlerde, özellikle Batının dini resimlerinde gördüğümüz abartılı betimlemelerden uzak, adeta yoldan geçen adam ve kadın basitliğinde tasvir edilmiş.

Bugün, bir sanat eserinin ‘ikonik’liğinden bahsettiğimiz zaman, onu diğerlerinden ayıran, döneme damgasını vuran özeliklerine vurgu yapmış oluruz. O günkü ikonlar ise, İncilin öğretisini yayması için basit bir piktoryal tarz ve teknikle yapılmış olması gerekiyordu. Hz. İsa, sadece tanrının yeryüzündeki sözcüsü değil, onun görüntüsüydü aynı zamanda. Bu bağlamda, ikon ressamı, tanrıya, iki boyutlu da olsa bir beden vermek durumundaydı, ki mümin, bu görüntü aracılığıyla tanrıyla ilişkiye geçsin.

Bu nedenle, ikon ressamının uymak zorunda olduğu kurallar vardı;  kendi özgün ifadesini yansıtamazdı, hatta imzalayamazdı eserlerini. (İlk imzalı ikonlar 14. yüzyılın sonunda başlıyor.) Buna rağmen, veya tam da bu nedenle, burada gördüğümüz ikonlarda, naif  bir “ekspresyonist” tarz hissediliyor bile denebilir. Örneğin, bu sergide en ilginç resimlerden biri olan, Aziz John’un cennete dayanmış merdiven tasviri, tanrı katına ulaşmanın ancak bu kadar grafik anlatımı olabilir dedirtecek kadar basit günlük bir görsel dille tasvir edilmiş. Resmin sol alt köşesinden, sağ üst köşesine doğru diyagonal olarak uzanan bir merdiven üzerinde rahipler basamakları tırmanmak için bir uğraş içindedir. Bu arada, yoldan çıkıp düşenleri, tırmıklarına geçirip cehenneme götürmek üzere cinler aşağıda beklemektedir.  Merdivenin en üst basamağında ise, tanrı, elini kendisine ulaşabilenlere uzatır.

Bu tarzın, bazı kurallarla belirlendiğini, İstanbul’da yapılanlarla, Kiev ya da Belgrad’tan gelen ikonların da neredeyse aynı elden çıkmış gibi durmasından anlıyoruz. Diğer bir belirti de, renk kullanımı. Geldiği coğrafyadan bağımsız olarak ikonlardaki İsa ve azizlerin yüzleri donuk ve cansız bir kahverenginin tonlarından oluşmuş. O dönem sanatçıların ten rengini elde etmeyi bilmediğini düşünemiyorum. Bunu Giritli ressam Angelos Akotantos’un (1425-50) biraz kırmaya çalıştığını farkediyoruz. O, sadece ikonlarına imza atmakla kalmamış, figürlerin ayak ve ellerini doğal ten renginde boyamış. Ama o da, fazla ileri gitmeye cesaret edememiş olsa gerek; çünkü, yüzlere gelince, yine o cansız kahverengiye daldırmış fırçasını.

Güzelliğin tanımı, zaman, coğrafya ve kültürlere göre değişir. Her yere ve zamana uyan nesnel bir güzellik tanımı yapmak imkansızdır. Yine de, güzelliği belirleyen, onun farkına varmamızı sağlayan olgu, kıyaslama edimidir. Kıyaslanarak bir şeyin güzel olup olmadığı söyleyenebilir. Daha öncesinde bir eşi, benzeri olmayan bir şey ancak güzel olabilir. -Ya da güzel ve çirkin kavramlarının ötesinde yer alır.-  Çünkü, görece çirkin olabilmesi için, onu kıyaslayacağımız bir benzerine ihtiyacımız vardır. Ay ışığını, güneşin batışını herkes güzel bulur. Eğer dünyamızın çevresinde iki ay –veya güneş- olsaydı şüphesiz tercihler de değişecekti. Bu bağlamda, Bizans dönemi sanatına baktığımda, en azından bu sergi kapsamında, bu eserleri o günün dünyasından soyutlayarak değerlendirmenin kolay olmadığını görüyorum. Bellek ister istemez, daha önceki bilgilere ulaşmaya çalışıyor. Başka yer ve kültürden imgeleri çıkarıp bunların yanına koyuveriyor.

Küratörlerin başlangıçtaki endişeleri de işte tam bu noktada, izleyicilerin ‘karanlık çağlar’ olarak bilinen bu döneme önyargıyla yaklaşmalarıydı. Haklı olarak bizden bu yargılarımızı bir tarafa bırakıp sergiye girmemizi istiyorlardı. Çünkü, ancak böyle yaparak, önümüze koydukları sanat nesnelerini, eşi benzeri olmayan nesneler gibi değerlendirebileceğimizi biliyorlardı. Ancak buradaki “yargı”nın kaynağı, daha önce duyduğumuz olumsuz yorumlardan çok, estetik anlamda, ‘kıyas’tır.

Batı, karanlık çağları yaşarken, Bertrand Russel’ın ** da altını çizdiği gibi, Doğunun altın çağlarını yaşadığı gerçeğini göz önüne alırsak, doğal olarak, Bizans sanatını, Perslerden, Hindistana kadar uzanan dönemin Doğu uygarlıklarının yaratılarıyla karşılaştırmak durumunda kalacağız; o kadar uzağa gitmeden, örneğin, Bizansla iç içe yaşayan İslam sanatıyla.

Konumuz estetik olması nedeniyle, militan ateizmi bir kenara bırakıp, dinleri bir ‘anlatı’ olarak ele alırsak, Bizans ikonlarındaki şematik görsellik ve teknik zayıflıkları, Doğunun, aynı dönemde yapılmış geometri ve matematik çözümlemeler kullanılarak yaratılmış sofistike ve kompleks süslemeleri, soyutun sınırına gelmiş doğa betimlemeleri ve minyatürlerdeki imgelem zenginliğiyle karşılaştırdığımızda, teleolojik bir çıkarım ötesinde bir sonuca varıyoruz. Yani iki farklı dinin nihai amaçlarının belirlediği ifade tarzının ötesinde bir estetik mukayeseye zorluyor bizi. Şüphesiz bunun da, estetikle ilgili subjektif bilgiler üzerinden bir çıkarım olacağı ileri sürülebilir. İronik olan, elbette bugünkü bakış açısından, bu kıyaslamanın, İslam sanatının seküler ve evrensel yanını ortaya çıkarmasıdır. Kant’ın, iki zıt sözcüğü yanyana kullanarak subjektif-evrensel yargı olarak adlandırdığı perspektiften İslam sanatına bakarsak, bu yargının, geometrinin evrenselliğinde ve tüm sanat biçemlerinin, matematik ve bilimin de gerçekte allahın yaratısı olduğu, insanın bunları sadece “keşfettiği” inanışında yan yana bulmak mümkün.

Buradan ontolojik bir sonuca varmaya çalışmıyorum. Sadece, sanat ve daha geniş anlamıyla kültürün (ve de dinin) politikayla ilişkisini açığa vurmaya çalışıyorum. Ki, serginin ana amaçlarından biri zaten budur; yani dinin, politika üzerindeki etkisi ve  dini değerlerin toplumsal yaşamın her alanına nasıl nüfuz ettiğinin görselleştirilmesi.

Bu bağlamda, bugünkü deneyimlerimiz açışından, ‘karanlık çağlar’dan öğrenecek çok şey olduğu kesin. En azından, Batının bu karanlıktan çıkıp Rönesansa ulaşmayı başarırken, İslamın, tersine, karanlıklara gömülmesinin ardındaki nedenler açısından. Belki de, bu soruların yanıtları, dünün Bizansında değil de, bugünün İstanbul’unda saklı.

______________

Sergi 22 Mart 2009’a kadar Royal Academy salonlarında.

*  “The History of the Decline and Fall of the Roman Empire”, Edward Gibbon, 1776-1788 yılları arasında 6 cilt olarak basıldı.
** “History of Western Philosophy, London, 1948”, Bertrand Russel

1632630cookie-checkSANATTAN… ‘Karanlık Çağlar’ın sanatı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.