SANATTAN… Yabancı bir dilde gülmek

Doğduğu coğrafyadan uzakta, ana dilinin konuşulmadığı diyarlarda yaşayanların mizahla ilişkisi biraz farklıdır.

Yabancı bir dili iyi bilseniz, telafuz edilen her kelimeyi tam olarak anlamış olsanız bile yapılan espriyi anlamadığınız, en azından gruptaki diğer yabancılar kadar gülemediğiniz anlar olmuştur. Bu, bir dili iyi bilip bilmemekten çok, onu yaşamak, algılamak ve ortak sezgilerle ilintilidir. Bu da içinde yaşanılan kültüre olan yakınlık, onun dokusuyla olan bağla ilgilidir. Yine de, kültürün en temel yayılma aracı olarak dil, aynı zamanda mizahın da bir taşıyıcısıdır.

Hayward Galeri’de “Yabancı Bir Dilde Gülmek” adlı bir serginin açılacağını duyduğum zaman, yaşamının yarısından fazlasını doğduğu topraklar dışında geçiren biri olarak empatinin ötesinde bir ilgi uyandı içimde. Yabancı bir ülkede yaşayan sıradan bir insanın deneyimleri yanında, konunun bir de sanatsal bir perspektiften yorumlanmış boyutunu izlemek daha da ilginç olmalı diye düşündüm. Evet, çağdaş sanatın mayası biraz komediyle yoğruludur ama bu, yergiden uzak ve daha çok eğlence düzleminde kurulmuş bir mayadır. Çoğu zaman, sorunların, yüzeyde görünen çelişkilerin karikatürüze edilerek işlenmiş, ancak anlık gülümsemelerle karşılanan kitch yorumlarıdır. Ancak 5 kıtada, 22 ayrı ülkeden 30 sanatçının yer aldığı bu sergi, kataloğunda yazdığı gibi, “mizahın, çağdaş sanat içindeki rolü”nü sorgulamayı hedeflediğini iddia ettiğine göre,  küratörün alışılmışın dışında bir tablo yaratmış olduğu beklentisiyle gitmenin hiç de haksızlık olmayacağını düşünüyordum.

Hayward Galeri’nin direktörü bu beklentimi, yine katalogda yazdığı girişte teyit ediyordu:  “Gülmek evrenseldir. Her insan gülme yetisiyle doğar. Ancak bizi neyin güldürdüğü bambaşka bir konudur. Bu, bizi şekillendiren  toplum ve dilin yapısına bağlıdır.” Bu bağlamda serginin amacı, mizahın ancak ortak bir kültür ve tarihi paylaşan insanlar tarafından anlaşılabileceği sorunsalını ya da mizahın, bilinmeyeni ortaya çıkarabilecek bir katalizör olarak kullanılıp kullanılamayacağını sorgulamak olarak belirleniyor.

Bu perspektife bir de küreselleşmenin etkileri eklenirse, bir insan olarak gülmeyle, kültürel bir varlık olarak gülme arasındaki farkların birbirine yakınlaşıp yakınlaşmadığı sorununu da eklemek gerekir. Diğer yandan, son bir iki yıldır yaşadığımız, peygamber karikatürü olayları, çektiği bir film nedeniyle öldürülen Hollandalı sanatçı ve içinde bulunduğumuz günlerde yaşadığımız Wikipedia’da yayınlanan Muhammed tasvirleri sorunları hatırlanırsa, bu iki olgu arasındaki mesafenin küreselleşmeyle birlikte, bazı alanlarda birbiri içine karışırken, bazı noktalarda da derin çelişkilerle birbirinden koptuğuna tanık oluyoruz. Konuyu böylesine geniş ve karmaşık bir düzlemde ortaya koyup sergiye giderseniz, daha baştan söylemeleyim ki,  hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz.

Sanat ve güldürü yanyana geldiğinde genellikle şüpheyle karşılanır. Gülmenin fiziksel bir edim, sanatın ise, daha çok ussal melekelere  seslendiği kabul edilir. Bu nedenle genellikle sanatın ciddi olduğu düşünülür. Oysa sanat ve mizah her zaman birlikte var olmuştur. Duchamp’ın ‘Pisuvar’ı her şeyden önce bir şaka değil midir? Ya da bir Mona Lisa reprodüksiyonu üzerine bıyık yapıp, altına, “sıcacık bir altı vardı.” yazması; Salvador Dali ve diğer sürrealistler, Philip Guston’un resimleri, Claes Oldenburg’un içi doldurulmuş kumaştan yaptığı heykelleri, hepsinde derin bir hiciv vardır. Maurizio Cattelan, Fischli & Weiss gibi çağdaş sanatçılar arasında da bu katagoriye alabileceğimiz sanatçılar vardır. Ancak bu sergide bunların hiç biri yok. Neden olmadığını tam olarak ancak sergiyi gezdikten sonra anlıyoruz. Ama daha baştan bu konuda belirtiler de var.

Galeri direktörü Ralph Rugoff’un katalogda açıkladığı “ciddi” niyetlerine rağmen aslında serginin tam da yukarıda bahsettiğim eğlence temelinde bir küratörlük anlayışıyla hazırlandığını şu cümleyle ele veriyor: “Mizahın çağdaş sanat içindeki yaygınlaşan rolü arkasında bir dizi faktör vardır, ancak, bunların en başında Modernizme duyulan alerjik tepkiyi yansıtmasıdır.” Gerçekte bu yaklaşım Hayward’ın yeni  küratörü Mami Kataoka’nın bakış açısını da özetliyor. Kültürler arası alış verişte, karşılıklı tercümelerde farklılıklardan doğan yanlış anlamalar konu edilmesine rağmen, serginin Batının merkeze yerleştirildiği bir konumdan düşünüldüğü açık. Bu açıdan da bazen banal egzotizm, bazen de İsviçreli sanatçı Olaf Breuning’in Yeni Gine, Gana gibi ülkelerde çektiği videolarda görüldüğü gibi, yerel kültürü aşağılayıcı hatta ırkçı boyutlara varan noktalara kadar gidiyor.

“Lost in Translation” (sanırım Türkiye’de “Bir Konuşabilse” adıyla oynadı) adlı filmde başroldeki iki Amerikalı, Bob (Bill Murray) ve Charlotte (Scarlett Johansson) Japonya’da bir otelde tesadüfen bir araya gelir. Kendilerinin Japon dili ve kültürüne olan yabancılıkları, çevrelerinde İngilizce bilen insanlar olmasına rağmen onlarla anlaşamamaları sonucu aralarında doğan yakınlaşma, romantik bir “aşk”a dönüşür. Ancak bu aşk birbirlerini insan olarak çekici bulmalarından değil, kültürel olarak birbirlerini yansıtmalarından kaynaklanır. Aynı kültürden gelenlerin yabancı bir coğrafyada birbirlerine duydukları cinselliktir onlarınki. Yani kendi kültürlerine olan aşklarıdır onları birbirlerine yakınlaştıran. Bu bağlamda sergiye bakarsak, küratörün böyle bir aşkla konusuna yaklaştığını görüyoruz.

Sergide yer alan sanatçıların geldikleri ülkeleri Batıdan Doğuya doğru sıraladığınızda, sergi temasını algılamalarında da aynı yönde ilerleyen bir algılama farklılığı hissediyorsunuz. ABD ve İngiliz sanatçılar kültürel farklılıklardan doğan anlaşmazlıkları daha çok komedi yönünden, bir tür eğlence olarak işlerinde ele alırken, diğerlerinin konuya daha traji-komik, bazende dramatik bir açıdan yaklaştıklarını görüyoruz. Bu elbette, toplumsal bir varlık olarak sanatçının bireysel karakterinin sanatsal ifadesine yansımasıdır. Örneğin, ABD’li Doug Fishbone, duvarlara astığı, üzerindeki düğmeye bastığınızda fıkralar anlatan şaka makineleri ve Amerikan toplumunda aç gözlülüğü, kayıtsızlığı, obesiteye varan toplumsal hastalıkları nükteli bir dille anlatan videosuyla, Türkiyeden Kutlu Ataman’ın, Batının Türkiye’ye basmakalıp bakış açısını eleştiren dansöz kılığında yaptığı göbek dansı videosunu karşılaştırırsak, bu sanatçıları hiç tanımasak bile, kültürel varlıklar olarak bu iki sanatçının geldiği coğrafyalar hakkında bir fikir edinmiş oluyoruz.

Bazen bu kültürel uçurumlar aynı coğrafyada, fakat farklı dünyalarda yaşayan insanlar arasında da izlenebiliyor. Bunları, İngiliz Marcus Coates, Sibiryalıların şamanistik ritüellerinden derlediği performansını Liverpool’da belediye sitelerinde yaşayanlara sergilerken, onu anlamsız bakışlarla seyreden yoksul yaşlıların yüzlerinde, Batıda yaşamasına rağmen Kamerunlu sanatçı Barthélémy Toguo’nun, siyah bir Afrikalının sınır geçişlerinde yaşadığı ayrımcılıklardan yola çıkarak gerçekleştirdiği performansların fotoğraflarında izleyebiliyoruz. Diğer bir deyişle, Batılı sanatçıların daha çok eğlence peşinde, Doğuya doğru gidildikçe sanatçıların gülmeceye, daha çok taşlama ve yergi noktalarından baktıkları hissediliyor.

İşte tam bu noktada, yani farklı coğrafyalardan gelen sanatçıların, farklı karakterlerinin çakıştığı yerde, küratörün, mizah, hiciv, güldürü, komik gibi kavram ve sözcükleri de birbirine karıştırdığını ya da buların hepsini aynı anlamda, yani eğlence olarak gördüğünü ve tüm eserleri bu temelde değerlendirdiğini hissediyorum. Temasına bakıldığında küratör, mizahın bir yapıbozum malzemesi olarak kullanıldığı ya da kültürel yanlış anlaşılmalara hicivle yanıt veren bir sergi, hatta mizahın, sanat pazarının aynılaştırdığı üretime karşı bir savunma aracı olarak kullanıldığı bir açıdan yaklaşan bir sergi de yaratabilirdi. Ancak Kataoka, kendi belirlediği konuya odaklanacağı yerde, hepsinden birer nokta ödünç alarak oluşturduğu sergide, gerçekte oldukça ilginç bir konuyu sıradan bir sergiye dönüştürmeyi başarmış.

Mizah, insanın doğasında vardır. Henri Bergson’a (*) göre gülmek, beklenmeyen, alışılmadık durumlar karşısında duyulan rahatsızlığı hafifletmek amacıyla gösterilen ussal  bir tepkidir ve bu yanıyla da toplumsal bir yanı vardır. Bu denemesinin üzerinden yüz yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, “gülmek, makineleşme çağında insanlığımızı korumamıza yardımcı olur.” derken günümüzden hiç de uzakta değildir aslında. Bu bağlamda, iyi bir sanat eserinin ille de bir hiciv taşıması gerekmediği ama, mizaha hiç yer vermeyen sanatın da insanlıktan biraz uzaklaşmış olduğu söylenebilir. Eğlence ve mizahın yarattığı gülümsemeler arasındaki farkı da buraya yerleştirebiliriz: Yüz kaslarının oynamasıyla, içten gelen bir coşkunun yarattığı ruh haliyle aydınlanan yüz arasına.

İşte sorun tam da buradadır: Mizahla eğlence, güldürüyle yergi, sulu komediyle (farce) nükte arasında yaratılan kafa karışıklığında. Bergson yine aynı denemesinde “ifade edilen” komediyle, “dille yaratılan” komedi arasında bir ayrım yapar. İfade edilenin, daha çok fiziksel öğelere dayandığı için bir anlamda da evrensel olanın bir şekilde tercüme edilebileceğini ancak, dille yaratılan komedinin, cümle kuruluşuna, seçilen sözcüklere bağlı olması nedeniyle çevrilmesinin çok zor olduğundan bahseder. İmgeler doğaları gereği, dile göre daha geniş bir boyutta yer aldığına göre, evrensel boyuta daha yakındır denebilir. Bu açıdan da, bir imgenin her kültürde tanınmasınıın, anlaşılmasının yani iletişiminin daha kolay olduğu sonucuna varılabilir. O zaman, bu sergide de izlediğimiz gibi, kendini imgelerle ifade eden sanatçıların çok daha kolay iletişim kurmaları gerekirdi. Eğer olmuyorsa bu, izleyicinin de kendini şekillendiren kültür yapısı dışından bir  bakış açısı yaratamadığı gerçeğini ortaya çıkarır. Belki de bu serginin bilince çıkarttığı tam da bu nokta: İngilizcedeki deyimle söylersek, başkasının ayakkabıları içine girip o noktadan düşünmek.

İkinci bir nokta da, gülmenin dil ve kültüre bağlı olarak yerel karakterini aşıp evrensel boyuta geçip geçemeyeceği sorunsalı. Burada, yine Bergson’un komedinin insana özgü sınırların dışında var olamayacağını hatırlatan, “bir hayvana onda ancak insani bir davranış gördüğün için gülebilirsin.” sözü geliyor akla.  Bu görüşü tersinden alırsak, hayvanların kendi aralarında evrensel bir karakteri olduğu söylenebilir. Örneğin, aralarında koca bir okyanus bulunan Kongo ve Borneo’daki maymunlar aynı şekilde gülmez. O zaman sorabilirim: İnsanın yerelden aldığı özellikler temelinde kurduğu farklılıklar mıdır, gülmeceyi yaratan?


(*) Laughter: An Essay on the Meaning of the Comic, Henri Bergson, 1899

“Laughing in a Foreign Language” 13 Nisan 2008 tarihine kadar ‘Southbank Centre’, Hayward Galeri’de.

1632400cookie-checkSANATTAN… Yabancı bir dilde gülmek

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.