¨Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer…¨Adam gibi roman: Raziye

¨Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer…¨
Adam gibi roman: Raziye

Melih Cevdet Anday’ın romanını yeniden okumak, roman kıtlığında, sıtmaya ilaç kinin gibi geldi…

Türkçe’de bir deyiş vardır, farkında olmaksızın hemen hepimiz, değişik durumlarda kullanırız: Adam gibi adam, deriz; yahut adama benzer diye vurgularız….
Ben, bu kez, bu deyişi Türk yayımcılığında -raflarda bolluğu, Türk edebiyatında ise yokluğu çekilen romanlar üzerine Melih Cevdet Anday‘ın ilk basımı 1975 yılında yapılmış Raziye başlıklı romanı için kullanmak istiyorum; hak ediyor…
Zira o adam gibi bir romandır: Raziye…
İlk baskısı, o vakitler Dr. Turhan Bozkurt‘un yönetimindeki Altın Kitaplar Yayınevi tarafından titizlikle yapılmıştı. Kitap ardından birkaç baskı daha yaptı, başka başka yayınevlerinde; ancak asıl büyük sükseyi, Memet Fuat‘ın Adam Yayınları’ndan çıkıp 1990 yılında tekrar okura ulaştığında, o zaman edindi.
Zira Adam Yayınları, ben kitabı tekrar, şimdi, yıllar sonra bir kez daha okuduğumda, salt bir yerde matbaa hatasıyla karşılaşmamın dışında hiç göremediğimce bir düzgünlük, titizlik ve özen içinde basmış, arkasında durmuş, rahmetli Melih Cevdet Bey zaten yeterince tanınıyor olmasına karşın kitabı tanıtmak çabası göstermişti; adam gibi iş yapmıştı!
¨Raziye¨, ardı ardına sanıyorum, o dönemde, üç baskı yapmıştır. Şimdi kitabevlerinde bulunabilen son baskısı ise İş Bankası Yayınları’na aittir; ne ki kapak tasarımıyla içeriği arasında bir bağ kurmak şurada dursun, hatta sırf bu kapak yüzünden ¨Bu Raziye diye anlatılan kız herhalde kakavan, acûze bir şey olmalıdır!¨ düşüncesini okurun aklına salıverir.
Raziye’nin filmi de çekilmişti. Yakın zamanlarda vefat etmiş bulunan Türk Sineması’nın değerli yönetmeni Yusuf Kurçenli, 1990’da filme almıştı romanı…

Melih Cevdet Anday

Romana ¨Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer…¨ diye başlayınca, artık Melih Cevdet ustamızın kalemi ucuna yapışır kalırsınız; o sizi hiç sıkmadan 247 sayfalık romanı bir solukta okutuverir.
İstanbul’da siyasete karışıp, muhtemelen solcu bir üniversiteli genç olan roman kahramanımız, başına dert açacak işler alınca polisten saklanmak üzere, dayısının Güney sahillerindeki ıssız bir yerdeki köy evine gider. Dayı üvey dayıdır, ama dayıdır işte; ona sığınır. Dayı kentlidir aslında, Avrupa görmüştür, seracılık yapmakla köylüye yol yordam göstermek idealizmi uğruna buradadır. O, Yakup Kadri Karaosmanoğlu‘nun ünü dağı tepeyi tutmuş Yaban adlı romanındaki İstanbullu paşa çocuğu Ahmet Celal’dir bir bakıma… Dayı bey aksi, geçimsiz, azıcık tüyü bozuk, ona buna hır çıkaran bir insandır, çabuk parlar, hemen yatışır; ama köylü onu pek sever. Bir yandan da çekinirler… Dayı beyin Spartan bir ruhu vardır, gençlere yapılacak en büyük iyiliğin onları aşktan korumak olduğunu söyler durur (s.122), köyde bir sosyal mühendis olmaya da kalkışır, onlar adında tasarıları vardır: ¨Bir uygarlık merkezi doğacak şuracıkta. Fabrikanın çevresinde okullar, konser salonu, tiyatro, sergievi, halk bunları bekliyor… Aklın egemenliği var gücü ile yaşamı yükseltecek. Sabahları beş köy birden İsveç jimnastiği ile başlayacak işe, öğle paydosundan sonra yarım saat Mozart, yarım saat folklorik müzik. Öğleden sonra bir saat araştırmalar merkezinde teorik ve pratik bilim toplantısı…¨ (s.123)
Üniversiteli yeğen dayısının evinde onun kadınlık çağına gelmiş, güzeller güzeli, evlatlığını ilk gördüğü anda ona vurulur, bunu o an nereden bilsin, ağır ağır damıtarak sonra anlayacaktır. Kızın adı Vedia’dır, eski dilde Tanrı emaneti diye adlanan isim. Vahşi bir güzelliği vardır kızın…
Dayısı onun soylu bir aileden alındığını söyler ikide bir; sanki soylu Çerkes atı alınmış gibi…
Daha ilk tanıştırma ânında dayı Vedia’ya çıkışır, onun odasında kendi başına kapanıp hasır sepet ördüğüne kızmaktadır. Hasır sepeti soylular değil de, gezici Çingeneler ördüğü için midir bu kızgınlığı; anlaşılamaz. Kızı en soylusundan yetiştirmek, bozkırda açmış gül gibi sulamak ister. Ona Beethoven’in 5.Senfonisini dinletir, kitap okutur, Yunan ve Roma edebiyatını aktarır. Kıza duyduğu bir gizli aşkı da hissederiz üvey babasından; belli belirsiz bir merak kırbacı yazarın elindedir ve okurunu bununla satır satır kovalar… Vedia kendisine gösterilen Batılı tarz eğitime karşın, tanımadığımız o sır dolu soyunda olan tavırları mı sergiler, nedir!
Ona gösterilen ihtimama, özen ve dikkate karşın bir başarısızlığın gölgesi Vedia’nın yanında sürekli gezinir. Üvey baba ve evlatlık kızı arasındaki ilişki, hınzır bir okurun başka türlüsünü beklemesi dışında, tamamen bir tür Doolittle Sendromu gibidir.
George Bernard Shaw‘ın My Fair Lady müzikalindeki, zengin ve entelektüel merakları olan snop Prof. Henry Higgins’in kaldırımda bulduğu bir kıza talim terbiye vererek ondan bir sosyete gülü çıkartmak istemesini bize anımsatır. Elizabet Doolittle adlı kızın başarı ve başarısızlığını anlatan bu ilişkiyi, Doolittle Sendromu diye adlandırmaktayız.
Kıbrıslı antik dönem heykeltraşı Pygmalion‘un taştan yontup adını da Galatea koyduğu ve sonra yavaş yavaş âşığı olmaya başladığı mükemmel bir kadını bu romanda bize anıştıran Vedia, işte benzer bir yoldadır sanki… Dayının ellerinde hârika bir kadın olmaya başlayacak mıdır? Dayı ona âdeta âşıktır; yeğeni de sevdalanacaktır, abayı yakar… Gel gelelim Vedia için bunlar bir hiçtir, onun aklı sanki başka yerdedir:
Yalınayak dağlarda yürür, denize girip saatler boyu delice yüzer, akşam sofrasında şaraba bana mısın demez, basit ve yalın konuşur. Öylesine sözcükler sıralar ki onunla konuşmanın neredeyse yolu da yoktur:
-Bu ne?, diye sorulduysa,
-Hangisi ne?, der…
Canım, işte şu!
-Bilmem…
-Nasıl bilmezsin…
-Bilmem işte…
-Peki burada ne arıyor?!
-Arasa ne olacak, arasııın…
-Ama, burada senin odanda…
-Ne, benim odamda mı?
-Evet senin odanda, hasır sepet örmüşsün…
-Ördümse ne çıkar?!…
tarzında, adamı orta yerinden çat diye karpuz gibi çatlatacak konuşmalardır bunlar. Ama bu konuşmaları, Vedia’ya yaptırmakla, Melih Cevdet usta ustaca bir yol seçmiştir. Biz bu konuşmaları okurken, hem o kızı burnundan tutup seni gidi haylaz diye sevmek isteriz, hem öte yandan onun hakkındaki merakımız artış gösterir; kimdir bu kız, nereden gelmiştir, dayının evinde ne arar?!
Seracılığı, domuz avcılığını köylüye öğretmek idealizminde direnen dayının başı bir yandan da köyde Ermiş Yusuf adıyla tanınan yarı deli, divâne bir adamla beladadır. Ermiş Yusuf zaman zaman uçtuğunu söylemekte, köylü de buna inanmaktadır. Külden başka bir şey yemeyen, o yüzden zafiyet geçirmiş gibi ipincecik kalmış Yusuf’un uçmadığına köylüyü inandırırsa, belki sera işine, domuz eti meselesine de bir çözüm bulacağını düşünen, gelip gelip işleri buraya dayanmış dayı Ermiş’le kozlarını paylaşmak ister. Uçtuğunu herkesin önünde kanıtlasın diye iddiaya kalkışır, o uçarsa her şeyi bırakıp kızıyla bu köyden gitmeye yemin edecektir. Bu gerilim içinde dayının bir gözü köydeki olan bitenlerdeyse, ötekisi dağlarda dolaşan Çingene obalarındadır. Bir yere mi gidiyor, yeğenine ¨Vedia sana emanet, göz kulak ol, sakın dağlara çıkmasın, orada Çingeneler var, kaçırırlar!¨ diye sıkı sıkı tembih eder; o tembihledikçe biz okurların Vedia’yı bu denli korumasına bir anlam veremeyiz, merakımız artar.
Çingenelerin bu dağlardan kovalanması gerektiğini de köylüye anlatır durur, onların göçebe olması yüzünden uygarlaşamadığını söyler ve sürekli dikkati dağlardadır. Bu yanıyla, İtalyan yazarı Dino Buzzati‘nin Kuzey’den birgün gelecek olduklarına inanılmış barbar kavimlerin korkusuyla sınır ucunda kale bekleyen askerlerin romanı, Tatar Çölü‘nü bana hissettirmiştir.
Vedia’nın serbestisi akıllara durgunluk verir, İstanbullu yeğen delikanlının da aklını başından alır. Melih Cevdet, Yunan mitolojisindeki Daphne‘yi romanına taşımıştır; kendisini elde edeceği sırada defne ağacına dönüşerek iffetini Tanrı Apollo‘nun elinden kurtulan Daphne…
Bir farkla ki Vedia kaçmaz, cinsel ilişkiye hazır bir kızdır, ayrıca belli ki, satır aralarında yazarın serpiştirdiğince, o dilerse yakışıklı bir balıkçıyla yatar kalkar, belki Ermiş Yusuf’la da beraber olmuştur; bunları bilmemiz gerekmez, sadece hissederiz.
Vedia, dayısının titizlenmesine karşın, bu serbestliğiyle yeğeninin koynuna girer, defalarca beraber olurlar. Melih Cevdet, Türk edebiyatında erotizmi en dengeli biçimiyle aktaran yazarların, bence, başında gelir; okurken buna dikkat kesildim. Erotizmi ne aşırıya ve kabalığa gider, ne gizli kalır, ne eksik..
Bütün çabalara karşın köydeki işler diledikleri gibi gitmez, bir takım aksiliklerin peşinde dolaşan dayı Vedia’yı yeğenine emanet edip evden ayrılır; o gidince, Vedia anında yeğenin koynuna giriverir.
Dayı bu emanet edişlerinde, asma merdiveni kaldırmadan uyumamalarını tembihleyecektir… ¨Asma merdiven¨ mi, evet ev bir asma merdivenle girilip çıkılan evdir; tıpkı Ortaçağ kalelerine girilir gibi her akşam kapılar kapanır, merdiven kaldırılır. Dayı bey bir korunak yaratmıştır kendisine, Melih Cevdet bey onunla bir fantazya yapmaktadır.
İşte bu geceleri kaldırılan merdiven dahil her türden korunağa karşın, Raziye buradan kaçacak, geldiği yere, dağlardaki Çingene obasına gidecektir.
Raziye, Vedia’nın gerçek adıdır…
Raziye, dayının Çingene obasından satın alıp evlatlık edindiği güzel kızdır.
Raziye, bana, Yahudi Kabalası’nda yer alan ve Tevrat’a girmiş Raziel‘i anımsatıyor.
Raziel sırların kadını anlamındadır, sır küpüdür, o Tanrı’nın sır meleği olmuş ve Adem ile Havva’nın sırlarını dahi paylaşmıştır. Zaten, Havva’nın sonradan Raziel olduğu da iddia edilir.
Raziye, romandaki erkekleri öyle ya da böyle baştan çıkartan Havva mıdır?!
İsimlerin kökleri üzerine bir iddiam yoktur elbette, ama bana kalırsa Raziye ismi İslam kültürüne Musevîlikten geçmiş olmalıdır.
Öyle değilse bile işte ben yakıştırıyorum şimdi: Melih Cevdet’in Raziyesi bir sır küpüdür ve sonunda öğreniriz kim olduğunu…
Çingeneliğini örtmek için hem kendisine hem herkese yalan söyleyen dayı, onu ne yapsa evcilleştiremeyecek, başarısız kalacaktır.
Rahmetli Melih Bey böyle düşünmüş müydü, bilmesi olanaksız ama ben şimdi, Raziye’nin bu kadir kıymet bilmez ama insan doğasında kendiliğinden bulunan güyâ ihanetini bir yerden hatırlıyorum. Dokuz yüzyıl evvel yaşamış İranlı ozan Şirazlı Sâdi‘nin Gülistan adlı klasik yapıtında, Çingenelerden alınıp kısır bir Sultan’a evlatlık verilen bir çocuğun, günün birinde, bir savaş ânında babasını, yani Sultan’ı öldürmeye kalkışması mes’eline gönderme yapılır. Çocuk savaş arbedesinde babasını arkasından hançerleyip tahta oturmak istemiştir.
Edebiyat dili güçlü bir yazardan roman okumak ırmakta yıkanmaya benziyor. Sözcükler avcunuzdan kayıp giden su gibidir…
Salt şu satırları okuyunuz, hele bir: ¨O sırada ay, bir zeytin dalının ucuna takılmıştı. Uykusu kaçmış bir horoz bağırdı, yanıbaşımızda. Gece bir çocuğun düşündüğü gibi, evlerin çevresinde dolaşıyordu.¨
Romanı son sayfasına gelip kitabı kapattıktan sonra, sık sık geri dönüp orasından burasından tekrar tekrar, parça parça okudum; belli ki doyamamışım…
Tekrar okumalı…

[email protected]

Raziye
Roman
Melih Cevdet Anday
Adam Yayınları
2.Baskı, (Bu yayınevinde)
Mayıs, 1992, İstanbul
247 sayfa

718020cookie-check¨Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer…¨Adam gibi roman: Raziye

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.