İstanbul’u yaşamak…

Dünyanın en yaşayan şehridir İSTANBUL… Attığınız her adımın kalp atışını duyarsınız İstanbul’u arşınlarken…

Her zamanki gibi Fener, Vodina caddesindeki evimden Üniversiteye gitmek üzere çıktım yola…

Yine her zamanki gibi mahallenin bakkalı Baki beyle selamlaştık. Evimin karşındaki kilisenin bekçisi Abdullah beyle yine her zamanki kısa sohbetimizi yaptık hayvanlar hakkında… İkimizin de hayvan sevgisi mahallede meşhurdu.

Abdullah beye ben mahallenin Ali babası diyordum… Kilisenin arka bahçesindeki kulübesinde bakmadığı, evcilleştirmediği hayvan yoktu çünkü… Keçiler, koyunlar, tavuklar, horozlar, kediler, köpekler hep birlikte geçinir giderlerdi neşe içinde… Bir bakardınız avlunun bir ucunda bir keçi bir kurtla koyun koyuna; diğer ucunda bir kedi bir tavuk yan yana, omuz omuza… Yine başka bir köşede horoz kurda kafa tutuyor, kurt kurtluğunu düşünmeden büyüklük bende kalsın diyor ve suskunca boyun eğiyor Horoz’un kendini bilmezliğine…

Bütün bu barışı sağlayan şüphesiz Abdullah babanın otorite ve sevgi arasında kurduğu kusursuz dengeydi… Bu hayvanların birbirlerini yemeden, kavga etmeden bir arada yaşamaları için önce sıkı bir eğitimden geçiriyordu onları. Bir keresinde köpeğin birini zincirlemiş avluya köpek sabahlara kadar ağlıyor. Abdullah babaya koştum sabah, “neden hayvana eziyet ediyorsunuz, günlerdir ağlıyor, uyuyamıyoruz onun inlemesinden” diye serzenişte bulundum. Abdullah baba: “O bu bahçedeki huzuru ve barış ortamını bozdu, bahçedeki kuzulardan birini yemeye kalktı, bunu yapmaması gerektiğini anlayana kadar cezalandırıyorum onu…” durumu böyle açıkladı. “Peki bunu yapmaması gerektiğini nasıl anlatıyorsunuz ona” diye sorduğumda ise “yemeye çalıştığı kuzuyu koklatıyorum ona ve ağzına götürdüğümde kuzuyu eğer saldırırsa basıyorum dayağı, ne zaman ki kuzu ağzına gelse de bir şey yapmaz hale gelir bırakıyorum o zaman…” dedi. “dayağa ne kadar karşı olsam da hayvanları eğitmenin en etkin yolu bu ne yazık ki…” diye de ekledi…

Gerçekten de bir süre sonra o kurt kuzuları bir av olarak görmekten vazgeçti ve ailenin bir ferdi olarak bırakın ona zarar vermeyi ona zarar veren diğer canlılardan da korumaya başladı kuzuları o günden sonra…

Abdullah beye bu kez hasta bir yavru kedi bulduğumu, şimdilik tedavi ettiğimi ama iyileşince kilisenin avlusuna, diğer hayvanların arasına bırakıp bırakamayacağımı sordum; “bakarız” dedi… Eğer alıştırabilirse kedicik Kilisenin avlusunda kalacaktı… Yok diğerleri onu dışlarsa başka bir yer bulacaktım onu bırakmak için… Evde tek kediden fazlasını istemiyordum artık, yeminliydim…

Vodina caddesi bitmeden köşedeki bakkaldan Yıldırım caddesine dönerek sahile inmek üzere yoluma devam ederken mahalleden tanıdığım Hollandalı bir arkadaşı Ann’i gördüm. İngilizce sohbet ettik ayak üstü. Bu kısa sohbetten öyle çok şey öğrenmiştim ki. Ann Fener’deki evini çok büyük olduğu ve kendisinin yaşından dolayı evi artık rahat çekip çeviremediği için satmıştı. Bu arada yazın tatilini kız kardeşleri ile birlikte Alanya’da geçirmişti ve oraya aşık olmuştu. Bunun için buradaki evin parasıyla orada bir yazlık almaya karar verdiğini söyledi. “Peki Fener’den taşınıyor musun” dediğimde, -son zamanlarda buradaki yenileme projeleri yüzünden herkes bir keyifsizdi zaten, giden gidiyor, kalmakta ısrarlı olanlar da artık buralarda yaşamaktan eski tadı alamıyordu. Belediye hayatımızı adeta cehenneme çevirmişti yarattığı belirsizlikler ve evlerimizi ellerimizden alacağına dair yarattığı korkuyla, bu durum canımıza yetti desek yeriydi- Ama Ann her şeye rağmen Fener’de yaşamaya devam edeceğini söyledi. Eski evinin aksine çok daha küçük bir eve kiracı olarak çıktığını ve daha rahat olduğunu söyledi. Görüşmek üzere anlaştık ve ayrıldık, ben de yoluma devam ettim…

Köşe başındaki motosiklet tamircisinin önünde yine motorcu gençler vardı. Tamiri yapılmış motorunu deniyordu birisi, diğerleri köşede sohbet ediyorlardı. Hemen Yıldırım Caddesi ve Vodina Caddesini birbirine bağlayan meydana çıkmadan sağda yer alan oto yıkamadan gelen gürültüler caddeden geçen arabaların vızırtısına karışıyordu. Karşıdan karşıya geçmek için hızla geçen araçların kesilmesini bekliyordum. Sonunda trafik durdu ve karşıya geçebildim; oradan doğru sahile indim; nihayet özgürdüm…

Fener sahilini çok seviyordum… Sahilde yürümek, banklarda oturup Eylül rüzgarının ılık esintisini tenimde hissetmek, Haliç’in mavisine, martılarına, motorlarına göz alabildiğince dalmak ve arada güneşe verip yüzümü gözlerimi kapayarak kestirmek… Yaşamak bu anlarda güzeldi gerçekten… Az önceki oto yıkama gürültüsü, trafik keşmekeşi, caddenin vızırdayan sesi her şey geride kalmıştı… Bir adım önce karmaşanın içindeydim şimdi ise sonsuz bir huzurla dolmuştu içim… Ama biliyordum ki bir adım sonra yine değişecekti İstanbul… Bir adımımın daha soluk alıp verişinde bir başka yüzünü daha gösterecekti bana…

Yeterince dinlendiğimi düşündüm ve yerimden kalkarak yürümeye devam ettim. Belediyenin sahildeki tesislerini geçtikten sonra balıkçılar ve kayıkçıların her zaman önünde oturup sohbet ettiği ya da tavla oynadığı Haliç Su Ürünleri Kooperatifine ait küçük kulübenin önünde durdum ve topluca herkesi selamladım. Hemen yer verdiler ve çay ikram ettiler. Haliç’teki projeden, Haliç sahilinin marinaya dönüştürülüp halka kapatılacağından, o zaman kayıkçıların ve motorcuların ne yapacağından sık sık konuşurduk onlarla. İstanbul S.O.S olarak eğer Haliç’te bir eylem yaparsak bize destek olacakları sözünü vermişlerdi bana. Belki bir gün Kayıklarla İstanbul S.O.S yazdığımız bir eylem yapardık kim bilir…

Oradan ayrılırken artık hiç mola vermeden direk okula gitme düşüncesindeydim. Hatta bu yüzden adımlarımı hızlandırmıştım. Ama çok garip bir şey oldu. Kadir Has Üniversitesine ait spor tesislerinin yakınına gelmeden, hemen balık ekmek satan teknelerin yakınındaki banklardan birinde oturan yaşlı bir teyzeye takıldı gözlerim. Öyle içten bir gülümsemesi vardı ki geçip gidemedim. “Nasılsınız, Eylül güneşinin tadını mı çıkarıyorsunuz” dedikten sonra geçip gidecektim ki yine olmadı… “Buraları öyle çok seviyorum ki, her gün bu sahile inmesem, şu banka oturup şu havayı solumasam, Haliç’in mavisinde gözlerimi dinlendirmesem, günümü mutlu geçmiş saymıyorum” deyince oturmam gerektiğini düşündüm…

Bir şey çekti beni ona doğru: “içimdeki ses Çiğdem gitme otur bu kadınla sohbet et; bu kadın gelmiş geçirmiş, belli ki gerçek bir İstanbul sevdalısı, eski İstanbul’u yaşamış görmüş, gözlerinde öyle bir zenginlik, öyle bir yaşanmışlık ışıltısı vardı ki, kim bilir neler söyleyecek, İstanbul’a dair neler anlatacaktı bana”

Yanılmamıştım… Gerçek bir İstanbul hanımefendisiydi Latife hanım… Zamanında Berkant gibi Barış Manço gibi sanatçılarla aynı ortamlarda şarkı söylemiş ayrıca da tiyatro oyunculuğu yapmıştı. Şu anda oğullarından biri ve bir torunu da müzisyendi. Oğlunun adı Suavi’ydi ama bildiğimiz, tanıdığımız Suavi değildi o… Şu anda Fatih’te yaşıyordu ama daha eskiden 10 yıl kadar Fener’de yaşamıştı. Fenerdeki yazlık sinemaları, Rum komşularını, arkadaşlarını, eski okulunu, ticaret lisesindeki delikanlılarla nasıl flört ettiklerini, eşiyle tanışmasını, eşine hemen aşık olmadığını, kendisinin hem şarkı söylemesi hem de tiyatro oynaması nedeniyle dönemin en gözde kızları arasında olduğunu, bir sürü talipleri olduğunu, eşini yıllarca reddetmesine rağmen eşinin ondan vaz geçmediğini, sonunda evlendiklerini ve çok mutlu bir hayat yaşadıklarını anlattı…

Gerçekten de yüzünde bu hayatı dolu dolu yaşamış olmanın doygunluk hissi vardı… Gözlerinden ne acı ne hüzün sadece mutluluk okunuyordu… Eşini eski günleri özlüyordu. Kendisi 79 yaşındaydı; eşi 69 yaşında ölmüştü. Eşi ona ne söz verdiyse yaşatmıştı ona; Yıllarca peşinden kovalarken, bu arada eşi ziraat mühendisiydi, seni çiftliklerde yaşatacağım, Türkiye’nin görmediğin yerlerine götüreceğim, doğaya, güzelliklere doyacaksın diye anlatırmış hep; dediklerinin hepsini gerçekleştirmiş; şehir hayatında da her şeyi tattırmış; sultanlar gibi yaşatmış onu; hatta bir keresinde toplu bir para geçmiş eline, kendisi gelemediği halde eşini tek başına Avrupa seyahatine göndermiş… “Ben mutlu olduğumda o da mutlu oluyordu, benim yaşadığım şeyden kendisi yaşamış gibi tad alıyordu’ derken ilk kez hüzün belirmişti gözlerinde…

İçimden böyle mutlu bir insan olmak, yaşadığın hayattan bu şekilde memnun olmak ne güzel bir duygu olmalı diye geçirdim… Nedense günümüz insanı böyle doygun, tatminkar olamıyordu hayatta… Hep bir eksiklik hep bir yaşanmamışlık, tamamlanmamışlık vardı hayatımızda… Hep bir şeyleri kaçırıyormuş bir şeylerden yoksun yaşıyormuş gibi hissediyorduk… Geç kalmıştık bir şeylere ama neye bilmiyorduk… Erkendi bir şeyler için ama ne niçin bilmiyorduk… Çok hızlı tükettiğimizi her şeyi ve bunun da yaşam kalitemizi düşürdüğünü biliyorduk ama yine de frenleyemiyorduk dizginlerimizi…

Bugün ben farklı bir gün geçirmiştim ama… İstanbul’u doya doya, sindire sindire yaşamıştım… Akşam yastığa başımı koyarken mutlu bir gün geçirmenin doygunluğu ve mutluluğu içindeydim…

1080540cookie-checkİstanbul’u yaşamak…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.