(Sevgili Mahmut ŞENOL’a)
İsveç’teki yitik yıllarımıza başladığımız günlerdi.
Türkiye’de herkese, her şeye isyan ederek gelmiştim.
İsveç’li sarışın bir kızla evlenecek, bir daha da hiç geriye dönmeyecektim..
İşsiz, güçsüz, parasız geçen günlerimizdi.
Osman, Kenan ve ben, Noel’de bedava şarap içmek için kiliselerin pazar ayinlerine giderdik.
En yakın arkadaşım Osmaniye, Çardak’lı İbrahim Çenet, .MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin çocukluk arkadaşıydı.Birlikte büyümüşlerdi.Küçükken tarlalarda karpuz çaldıkları günleri anlatırdı.
Ruhi Su ile Alpaslan Türkeş’in, Adana’da aynı yatılı okulda okuduklarını da ondan öğrenmiştim.
İbrahim’in ilginç bir de savı vardı:”Irkçılık adına mangalda kül bırakmayanlar önce kendi soy ağaçlarını incelesinler.Ben iddia ediyorum:Osmanlı’dan beriye önemli devlet görevlerinde bulunanlardan bir çoğu gerçek anlamda Türk değil…” diyordu.
İsmet İnönü’den Kenan Evren’e, Fahri Korutürk’ten Turgut Özal’a dek devleti yöneticilerin bir de soy seceresini çıkarmıştı.
Bu listeye çocukluk arkadaşı Devlet Bahçeli’yi eklemeyi de unutmamıştı…
İbrahim, 68’liydi…12 Mart darbesinden sonra, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idamdan kurtarmak için düzenlenen bir eylemde iki kolunu ve bir bacağını yitirmişti. Protezle dolaşıyordu.
Yalnız yaşadığı için banyo yapmasına, giyinmesine, yemek yemesine yardımcı oluyordum.İsveç’çe dil okuluna birlikte gidiyorduk.Öğretmenlerimiz ona karşı özel bir ilgi gösteriyorlardı.
Bir hafta sonu, okul çıkışında İsveç’çe öğretmenimiz,İbrahim’le beni evine davet etti.
Evlerinin bahçesinde küçük bir tören düzenliyordu. İsveç’li dostları gelecekti, iki yabancı olarak bizi de aralarında görmek istiyorlardı.
Angut değiliz ya,çiçekçide ortaklaşa güzel bir çiçek yaptırdık.
Bahçeden içeri adımımızı attığımızda çiçek buketini öğretmenimizin eşine doğru uzattım.
Kadın gülümseyerek kızına seslendi:
“Karin, gel, bak, babanın öğrencileri gelmiş, bu çiçekler de sana..”
Karin, toparlak yüzlü,ufacık tefecik, utangaç bir kızdı.Yüzünde tek, tük ergenlik sivilceleri çıkmıştı.Teşekkür ederek çiçeği elimden aldı.
“Demek ki bugün Karin’in yaş günü” diye düşündük.
Sofraya oturduk, yemeğe başlamadan önce kadehleri havaya kalktı, kızın babası kısa bir açılış konuşmasını yaptı:
“ On altı yaşına giren kızımız Karin, dün ilk kez bir erkek arkadaşıyla beraber oldu. Şimdi, onun genç kızlıktan kadınlığa doğru adım atışını kutluyoruz…”
İbrahim’le birbirimize baktık…
Galiba, ikimiz de o ana dek ayırımına varamadığımız farklı bir yanımızı da keşfettik.
İkimiz de devrimci olmasına devrimciydik,
Ama, ikimizin de yadırgadığı, tuhafımıza giden bir şeyler vardı…
Çok farklı bir kültürün , ahlak ve değerler sisteminin damgasını taşıdığımızı anladık…
O akşamki törende ilk ayrılanlar arasında biz de vardık.
İbrahim, güçlükle yürüyordu…
O benden daha soğukkanlıydı:
“ Ali, çok şaşırmışa benziyorsun ama aynı gelenek bizde de var!” dedi
Yüzüne tuhaf tuhaf baktım:
“Nasıl yani?” diye sordum.
“Kanıksadığımız için farkında değiliz. Ama, düğünlerimizi, kadınla erkeğin evlendiği gece düzenlenen düğün törenleri neyin kutsaması, hiç düşündün mü?” dedi
Saat gece on biri geçmesine karşın, Kuzey Kutbu’na yakın bu ülkede ortalık hala aydınlıktı.
Gece kuşları aralıksız ötüyordu
Ortalığı insanı çıldırtan bir leylak kokuları sarmıştı.
1 Mayıs Bayramı yaklaşıyordu.
İbrahim, “Bende bir şişe Yunan şarabı var, haydi gel, birlikte içelim” dedi.
Gece yarısına dek oturduk, yaklaşan 1 Mayıs Bayramı’nı marşlarla karşıladık:
“Günlerin bugün getirdiği/Baskı zulüm ve kandır/ Ancak bu böyle gitmez/ Sömürü devam etmez/Yurdumun mutlu günleri / Mutlak gelen gündedir…”
Sovyetler Birliği’nin dağıldığı, sosyalizmin kalelerinin bir bir çökertildiği yıllardı.
Lenin heykelleri, boyunlarına zincirler, teller bağlanarak yerlerde sürükleniyordu.
Biz ise kurşuna dizilmeye giderken direncini yitirmemeye çalışan devrimciler gibi marşlar söylüyorduk:
“ 1 Mayıs/ 1 Mayıs/ İşçinin, emekçinin bayramı/ Devrimin şanlı yolunda/ İlerleyen halkın bayramı..”
Sovyetler Birliğinin dağılması karşısında üzgün olmasına üzgündük.Ancak,“çocukluk hayallerimizi” elimizden kolay kaptırmayacak kadar da çetin cevizlerdik…
***
Ankara’da, avukat dostum merhum Cemal Özbey’in hiç unutamadığım bir sözü vardı:
“Her şey aslına rücu eder(dönüşür)”
Diyalektiği bana bundan daha güzel anlatan başka bir söz olamazdı..
Yıllar geçtikçe “sarışın İsveçli kız” düşlerim tuzla buz oldu.
Gittim, Türkiye’li, benim gibi kaşı kara, gözü kara bir eş buldum,evlendim.
Kara kaşlı, kara gözlü çocuklarımız oldu..
Türkiye’ye tam üç kez kesin dönüş denemesi yaptım.
Üçünde de çok iyi koşullarda iş buldum.
Üçünde de yapamadım.
İsveç’e geri döndüm.
Mehmet Eroğlu, Issızlığın Ortasında adlı romanında, “Her şeye yeniden başlamak istediğinde, hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını kavrayıveriyorsun” diyor.
Ta baştan buralara hiç gelmemek varmış…
Kökümüz orada, dallarımız burada.
Biraz orada,
Biraz orada.
Ne tam orada,
Ne tam burada.
,
İki arada,
Bir derede.
Belki bunu söylemek için biraz erken ama,
Yayın Yönetmenimiz, Mahmut Hoca’nın (Mahmut Şenol) ABD’den Türkiye’ye geri döneceği haberini okuduğumda yüreğimde bir şeyler koptu.
Yılan balıkları, yaşamlarının sonlarına doğru okyanuslara doğru yüzer, gidip doğdukları sularda ölürlermiş..
Umarım, kendi ülkesinde bir yabancı gibi,
Benim yaşadığım düş kırıklıklarını yaşamaz.
Sabahtan beri havalardayım.
Küçük işyerimin içinde ıslık çalarak dolaşıyorum.
Ben de bir gün Türkiye’ye yeniden dönme özlemlerimi hep canlı tutuyorum.
Biliyorum, Koray Düzgören ağabeyim yine “umutsuz” diyecek bana;
Gün boyu dudaklarımda dolaşan Nazım Hikmet’in dizeleri:
“VASIYET
Yoldaşlar nasip olmazsa görmek o günü,
Ölürsem kurtuluştan önce yani,
Alıp götürün
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.
Hasan Bey’in vurdurduğu
Irgat Osman yatsın bir yanımda
Ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
Kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.
Traktörlerle türküler geçsin alt başında mezarlığın,
Seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu,
Tarlalar orta malı, kanallarda su,
Ne kuraklık, ne candarma korkusu.
Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz,
Toprağın altında yatar upuzun,
Çürür kara dallar gibi ölüler,
Toprağın altında sağır, kör, dilsiz.
Ama bu türküleri söylemişim ben
Daha onlar düzülmeden,
Duymuşum yanık benzin kokusunu
Traktörlerin resmi bile çizilmeden.
Benim sessiz komşularıma gelince,
Şehit Ayşe’yle, Irgat Osman
Çektiler büyük hasreti sağlıklarında
Belki de farkında bile olmadan.
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
Ve de uyarına gelirse,
Tepemde bir de çınar olursa
Taş maş da istemez hani…”