Onlar kendilerine Kürt demedikleri zamanlarda da biz onlara Kürt dedik.”dağ Türk’ü”, ”kart/kurt” da dedik, ama daha çok ”Kürt” dedik..
Büyük şehirlerimizi beton yığınlarına dönüştürürken onların kaba gücünden yararlandık. Ama, bir yandan da,“Şu inşaatta çalışanlar var ya, şu inşaata çalışanların hepsi de Urfa’lı, Diyarbakır’lı Kürt” dedik.
İbrahim Tatlıses’in yaşamı, onlardan birinin arabesk destanıdır.
İnsan yerine koymadık, şehirlerarası otobüslerde çuvalların, denklerin üzerine oturttuk; koltukların arasına yerleştirilmiş alçacık taburelerde yer gösterdik..
Neden, adlarına ANAYASO şiirleri yazılan,kızamıktan ölen çocukların, doktora yetiştirilemediği için doğumdan yitip giden kadınların öyküleri hep Doğu ile ilgilidir?
“Komutan, şimdi onbaşı gelirse senin de ananı beller, benim de” diyen, Paşaların, canlarını emanet ettikleri en güvenilir yakın korumaları saf, yiğit Memo’lara ne oldu?
Sofralarına kuru soğandan başka bir şey koymadık. Ama,“Kürt’ün biri ölmüş, kardeşi gelmiş, bakmış ki cebinde bir baş soğan var. Vay kardeşim, cebinde soğanın da varmış, sen nasıl ölürsün!” hikayelerini dilimizden hiç düşürmedik
En disiplinsiz, arsız, uğursuz memurlarımızı sürgün yeri olarak onların üzerine gönderdik.Kızdığımız Bakanlık çaycılarımızı bile “soluklarını Hakkari’de aldırmakla” tehdit ettik.
Benim, Ankara’da bir Fevziye Halam vardı; o da, “Ağaçtan maşa, Kürt’ten paşa olmaz” derdi.
İlk karşılaşmalarda hal hatır peşrevinden sonra “Sen Kürt’sün değil mi?” deyiverdik.Ardından, “Benim çok Kürt arkadaşım var, ben Kürtleri severim” şeklindeki iki yüzlülüğümüzü sergiledik.
Benim adım, bir uyuz keçi gibi hep peşimden dolaşmıştır.
En olmadık yerlerde,” Sen Alevi’sin değil mi?” sorusuyla karşılaşmışımdır.
Bu soruya ne yanıt verilir.Ikına,sıkına:
“Annem, babam öyleymiş..” demişimdir.
“Ne demek, öyleymiş…”
Sözlerimden ”Alevi de, Kürt de değilim” anlamı çıkarılmış, gözlerinin içi parlamıştır.
Merak sahiplerinden çoğu da güya düşüncesi bana yakın kişilerdi:
“Yanlış anlama, aslında ben Alevileri çok severim. Benim bir çok Alevi arkadaşım var.Siz, Türkiye’de laikliğin kalesisiniz”
Peh!..peh!..peh!..
Böylece, “devlet”i ve “laikliği” koruma görevinde Alevileri de askerlerin yanında konuşlandırmak istediklerini de anlamış olurdum..
Kendisini bir türlü ifade edemeyen, tarihsel süreç içinde sahip olduğu değerlere sahip çıkamayan,Şeyh Bedrettin’lerin, Börklüce Mustafa’ların yolundan yürümek yerine Cami ile Cemevi arasında sıkışıp kalan bu insanlar nasıl laikliğin “kalesi” olabilirlerdi, anlayamazdım.
Kürt’lerin yaşamında mayın hep vardı; jandarma dipçiği hep vardı.
Dün şaki’ydiler,eşkıyaydılar,kaçakçıydılar; bugün terörist..
Ahmed Arif’in “Pasaporta ısınmamış içimiz/Budur katlimize sebep suçumuz/ Gayri eşkıyaya çıkar adımız/Kaçakçıya, soyguncuya, hayına” dizeleri onların yazgısını özetler..
Ben, bu “şaki” lerin ilk yaşam öykülerini 1968’li yıllarda Hürriyet Gazetesi’nde okudum. Dağlarda geziyorlardı. Eşkıyaydılar, soyguncuydular, asiydiler.Koçero’ydu, Hamido’yu, Tilki Selim’di ,Ömer Bezek’ti adları..
Bekir Yıldız, Osman Şahin onların romanlarını, öykülerini yazarak Yunus Nadi Ödülleri aldılar.
Beni en çok etkileyen röportaj ustam Fikret Otyam, onların diliydi.Otyam’ın 1969 yılında “Vay Kurban!”adlı yazı dizisindeki bir cümlesi hala beynimde kazılıdır.Suriye sınırını geçmek isterken mayında parçalanmış kaçakçıların cesetlerinin başında gazeteci Fikret Otyam, Jandarma Komutanına şöyle seslenir:
“Yolumuz ölümde ayrılıyor komutanım;siz görev, diyorsunuz, ben zulüm!.”
.
O yıllarda,.Devletin radyosu haber bültenlerini verirken “Burası Türkiye radyoları “ diye başlardı.Kimse bu sunuştan rahatsız olmazdı.
.
Bedia Akartürk radyodan, “Karşıda Kürt evleri emmoğlu/Yayılır develeri / Kürd oğlu” türküsünü söylerken kimse gocunmazdı.
Ankara Radyosu’ndan,Nuri Sesigüzel’in “Ah le Demo/ Vah le demo/ Ez Kurbane bejne demo(ben senin boyuna kurban olayım) “ türküsü çalınırdı.
“Gelini gelini Kürdün gelini/ Saramaz oldum da ince belini” uzun havası Kürde de Türk’e de aynı hüznü taşırdı.
Kürtler, AB sayesinde kendi dillerinde türkü söyleme hakkını kazandıklarında sevinirken, ben,içimden “Yahu, bu haklar bir zamanlar zaten vardı”dedim.Tanrı, fukarayı sevindirmek için eşeğini kaybettirip geri buldururmuş..
***
Ortaokulun bir ve üçüncü sınıfını Kadirli’de, ikinci sınıfı Ankara’da okudum.
Ankara Yenimahalle Yunus Emre Ortaokulu’na gidiyordum.Tarih öğretmenimiz coşkuyla Kurtuluş Savaşı’nı anlatıyordu:
“İlk Meclis’in Dersim’li Kürt Mebusu Diyab Ağa kürsüye çıktı:’Beyler, biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa kavga ederek ölmeye mi?’ dedi.”
Birden ayağa fırladım:
“Öğretmenim, o Diyab Ağa benim akrabamdır..”
Öğretmenin sevinçle boynuma sarılmasını bekliyordum.
Söylediklerimi hiç duymamışçasına:
“Otur yerine!”dedi.
Heyecanımı dindiremiyordum.Kalbim çarpıyor, etrafıma bakınarak arkadaşlarımın bu sözlerime nasıl bir tepki vereceklerini bekliyordum.
Söylediklerim kimsenin umurunda değildi.
Sadece yan sırada oturan yüzü çilli bir çocuk,kulağıma eğilerek, kimsenin duyamayacağı bir sesle fısıldadı:
“Kürtlerin kuyruğu oluyormuş, senin de kuyruğun var mı?”
Şaşkınlıkla elimi arkama götürdüm,kuyruksuz olduğumu anlayınca derin bir nefes alarak halime şükrettim.
Aslında, Diyab Ağa akrabamız falan değildi.
Akrabamız olan kişi Dersim Mebusu iken idam edilen Gangozade Hasan Hayri Bey idi..Hasan Hayri (Tan) ile Cafer dedem amca çocuklarıydı.
Dedemin anlattıklarına göre,1920 Meclisi’nde Dersim 6 Mebusla temsil ediliyormuş..İlk Meclis’te toplam 72 Kürt varmış.Lozan Anlaşması’nın imzalanması aşamasında Atatürk, “Kürt Mebusları Milli giysileriyle Meclise gelsin, Lozan’ı desteklediklerini bildiren bir açıklama yapsınlar” demiş. Hasan Hayri, başta olmak üzere Dersim Mebusları, diğer Kürt Mebuslarıyla birlikte Lozan’ı destekleyen bir açıklama yapmışlar…
Lozan Anlaşması’nın içeriği belli olduktan sonra, Hasan Hayri (Tan) ile Atatürk arasında bir tartışma yaşanmış.Hasan Hayri Bey, Lozan’da Dersim’e ve Kürtlere verilen sözlerin tutulmadığını söylemiş. Bir ara çok sertleşen tartışma sırasında Hasan Hayri Bey,Atatürk’e tabanca çekmiş.Bu çıkışından dolayı İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan Hasan Hayri Bey, Atatürk’le aralarında geçen bu tartışma nedeniyle değil de Meclis’e yerel giysilerle gelme savıyla yargılanmış ve Kılık Kıyafet Yasası’na aykırı davranmak suçundan yargılanarak Elazığ’da idam edilmiş..
Bunları kendisinden dinlediğim Cafer dedem, Sarız yöresinde sözüne çok güvenilir,tanınan bir tasavvuf şairi idi.“Şu dünyanın devranına/ Aldanma, görül aldanma” ve “Yarim için ölüyorum/ Kimler ne der ise desin!” deyişleri ona aittir.Anlattığı olayların yakın tanığı idi.
Hasan Hayri Bey’in idamından sonra, dedemin babası İsmail Ağa, “Bunlar bizim kökümüzü kurutacaklar” diyerek çoluk çocuğunu almış, 1938 İsyanı’ndan önce Dersim’i terk etmiş..
Batıya doğru, atların, katırların sırtında günlerce yol aldıktan sonra, Sarız’ın İncemağara Köyündeki su kaynağının başında mola verirken yörenin Avşar beyleriyle karşılaşmışlar. Aralarında geçen sohbetten sonra Avşar beyleri, İsmail Ağa’nın konacak bir yurt aradığını anlamışlar..
İyi silah kullanan İsmail Ağa’nın omzundaki İngiliz filintasını gören Avşar beyleri’nin yüreklerinin yağı erimiş:
“İsmail Ağa,” demişler, “ biz de buralara Osmanlı’nın zulmünden kaçarak geldik. Anlaşılıyor ki, devran aynı devran.Bak, görüyorsun,sırtımızı Binboğa Dağları’na vermişiz, önümüz uçsuz bucaksız sulak arazi..Gelin size şu suyun başında ev yeri verelim, tarla verelim. Zulme karşı sırt sırta verelim, kirve olalım, dost olalım.İncemağara’nın toprağı size de yeter, bize de..”
O günden beri İncemağara Köyü’nde Dersim Kürdü İsmail Ağa’nın dölleriyle Avşar dölleri bir arada sorunsuzca yaşayıp giderler.
İsmail Ağa’nın büyük oğlu olan Dedem Cafer(Gango) Tan, 1970’li yılların ortalarında öldü.O’nun anlattıklarını dinledikten sonra içimden hep ,”Şu İsmail Ağa ne akıllı adammış.Zamanında çocuklarını da alarak Dersim’den ayrılmasaydı belki de dediği gibi, soyu kurutulacak, o soyun devamı olan ben doğmayacaktım.” diyerek, yaşıyor olmamdan dolayı garip bir sevinç duyardım.
Kürt sorununa çözüm arayışları her gündeme geldiğinde, Dedemin, Hasan Hayri Bey’le ilgili anlattıklarını anımsar,
” Acaba, Kürt sorunu bu günlere taşınmadan Lozan’da çözüme kavuşturulamaz mıydı? Akan bu kan, bu gözyaşı ta baştan önlenemez miydi?” demeden edemem…
***
1965 seçimlerinde,Tarık Ziya Ekinci Kürt olduğunu söyleyerek Türkiye İşçi Partisi’nden Milletvekili seçildi.
Devrimci Gençlik Federasyonu(DEV-GENÇ)’in kuruluşunda Kürt gençleri de yer aldı.Kürtler, daha sonra, Devrimci Doğu Kültür Ocakları(DDKO) adlı ayrı bir örgütlenmeye gittiler.
O yıllarda, Cumhuriyet Gazetesi başta olmak üzere Türkiye Solu Kürtlerin dostuydu.İlhan Selçuk ağabeyimiz, köşesinde İsmail Beşikçi’nin,Doğu Anadolu’nun Düzeni adlı Kürtleri anlatan sosyolojik çalışmasını öve öve bitiremezdi. İlhan Selçuk, yazılarında, Beşikçi’den, Kürtlerin ağzıyla “Sari Hoce” diyerek söz ediyordu.
Kürtlere sıcak bakan sol gruplardan biri de Doğu Perinçek’in Proleter Devrimci Aydınlık(PDA) grubu idi.12 Mart Sıkıyönetim Mahkemelerinde, Perinçek ve arkadaşları, Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi(TİİKP) Davası(SAVUNMA)’da Kürt sorununa şu cümlelerle ye veriyorlardı:
“TİİKP,Kürt Milletinin kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunur…TİİKP,Kürt milletinin isterse ayrı bir devlet kurma hakkını tanır”(İçindekiler.s.10-11)
Sol gruplar,12 Mart’tan sonra da Kürt sorununa yakınlıklarını sürdürdüler.O yıllarda benim de içinde yer aldığım Aydınlık Grubunun en temel sloganlarından biri “Doğuda milli zulme son!” idi.
1973’lerde halkın “umudu” haline gelen Bülent Ecevit, en “Karaoğlan” olduğu, en barış güvercini uçurduğu günlerde bile Kürtlere düşmandı.Mitinglerinde atılan “ Halklara özgürlük!” sloganını duyar, duymaz konuşmasını yarıda kesiyor,“Ben, üç- beş bölücüye pabuç bırakmam!Güvenlik görevlileri, o çapulcuları alın oradan! Onları oradan alıp götürmediğiniz sürece ben bu alandan gitmem” diye bağırıyordu.
Ecevit, bir kez olsun o gençlerin ne istediklerini anlamaya çalışmadı,“Gelin bakalım buraya, nedir sizin derdiniz?” diye sormadı.O günlerde, o gençlerle iletişim kurulabilseydi, ne istedikleri anlaşılabilseydi bu gün başka bir yerlerde, daha olumlu bir noktada olamaz mıydık?
Devleti yönetenler,Türk gençleri gibi, Kürt gençlerini de hiç bir zaman anlamadılar..
1980 darbesinden sonra Diyarbakır Cezaevinde en ağır biçimiyle uygulanan baskı, zülüm ve işkenceler o gençlerden bir çoğunu sakat bıraktı, akıllarını oynattı. Geriye kalanlar ise işkencelerle adeta genetik değişikliğe uğratıldı, birer Frankeştayn haline getirilerek dağlara salındı..
1984 yılında ilk PKK eylemleri başladığında , Başbakan Turgut Özal, tıpkı 1973’lerin Ecevit’i gibi “Bunlar, üç beş baldırı çıplak çapulcu” dedi.
Uygulanan “Şiddete karşı şiddet” politikası soruna çözüm getirmedi.
Tansu Çiller’in Başbakan, Doğan Güreş’in Genel Kurmay Başkanı olduğu yıllarda “Düşük yoğunluklu savaş” konsepti uygulandı. Tansu Çiller’in “Tak!” dediğini, Doğan Güreş, “Şak!” yerine getiriyordu.
JİTEM, “düşük yoğunluklu savaş”ın en önemli unsuruydu.
Devletin yanında yer almayan Kürt köylülerine insan dışkısı yedirildi.
YEŞİL (Mahmut Yıldırım) ve Abdullah Çatlı bu konseptin en önemli aktörleriydi.Yurt dışındaki görevini “liyakatla” tamamlayan Çatlı çetesi, içeriye de bir çeki düzen vermesi için göreve çağrıldı.
Çetelerle yetinilmedi. HİZBULLAH adlı dini bir örgütlenmeye gidildi.”Bölücü terör”e karşı “dinci terör”le mücadele edilecekti.Çetelerin ve Hizbullah’ın işlediği faili meçhul cinayetlerdeki ölü sayısı binlerle ifade edilir hale geldi.İnsanlar, artık öğle vakti,cadde ortasında ensesine sıkılan tek kurşunla öldürülüyor. Sapanca Sapağı, Kürt işadamlarının öldürüldüğü bir cinayet sapağı haline geliyordu. Ancak hiçbir cinayetin failine ulaşılamıyordu.
Sürdürülen bu sinsi savaşın adı artık “kirli savaş” tı…
Susurluk’taki trafik kazasında ölen çete lideri Abdullah Çatlı, dönemin Başbakanı Tansu Çiller tarafından, “Vatan için kurşun atan, kurşun yiyen kahraman” ilan ediliyor,”Türkiye onlarla gurur duyuyor”du.
Bülent Ecevit, yıllar sonra,”ABD’nin Abdullah Öcalan’ı neden Türkiye’ye verdiğini hala anlayamadığını” söylüyordu.
Biz anlatalım:
ABD İrak’ı işgale hazırlanıyordu.
Abdullah Öcalan, Orta Doğu denklemi içinde ne yöne gideceği belli olmayan serseri bir mayın gibiydi.Talabani ve Barzani çantada keklikti.Ama, Öcalan işgal sürecinde ters bir tutuma girebilir, ABD’nin işini zora sokabilirdi. Bir gün yeniden gerekebilir düşüncesiyle yok edilmek istenmiyordu. ABD için en uygun yol,yaşamasını güvence altına aldıktan sonra Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etmekti. Şemdin Sakık ve Öcalan’ın art arda yakalanarak Türkiye’ye verilmesinin en önemli nedeni budur.
PKK’nın ilan ettiği ateşkesin de ABD’nin Irak’ı işgaliyle ilişkilendirmek mümkündür. ABD, Irak’ta köklü bir düzenlemeye giderken bölgede yeni kargaşalıklar, baş ağrıları istemiyordu.Türkiye ve PKK üzerindeki gücünü kullanarak ateşkesi sağladı.
Şimdiki hesaplar başlangıçtan farklı..
ABD, şimdi Türkiye’yi Orta Doğu’daki kaosun içine sürüklemeye çalışıyor.Tezkere olayında yaşadığı düş kırıklığını bir daha yaşamak istemiyor.
AKP iktidarı, İslami reflekslerinden dolayı İran ve Suriye’ye karşı bir savaşa sıcak basmıyor.İstikrarlı bir Türkiye’yi anaforun içine çekmek kolay olmaz.Ortalık öylesine karışmalı ki, ABD’nin işi kolaylaşsın,Türkiye olayların içine kendiliğinden sürüklensin..
Bu koşullarda PKK eylemleri yeniden başladı.
Türkiye’de şiddeti şiddetle bastırmak isteyen “şahinler” her zaman vardı.
Nevroz’dan önce YEŞİL’e, “Yata yata çok şişmanladın, haydi yeniden göreve başlayacağın günler geldi” dediler. Gazeteler, Yeşil’in,Nevroz’dan birkaç gün önce İstanbul’daki bir polis operasyonundan kıl payı kurtulduğunu yazdı. Böylece,öldü sanılan Yeşil’in sağ ve afiyette olduğunu da analamış olduk..
1990’lı yıllarda gördüğümüz film yeniden başa sarıldı, kuzu kuzu tekrar izliyoruz.Sahne aynı.. Aktörler aynı.. Figuranlar aynı…
Ama aynı olmayan bir şeyler var:
Dünya artık 1990’ ların dünyası değil..
Heraklit’in dediği gibi, “Aynı suda iki kez yıkanılmaz..”
Tansu Çiller’den sonra gelen iktidarlar Çeteleri küstürdü, onlara yeterince sahip çıkamadılar.Bundan sonra ”Vatan için kurşun atan, kurşun yiyen” çeteciler zor bulunur.
İdam cezası kaldırıldı.Artık “şöyle üç beş tanesini sallandırarak ” da işi çözmek mümkün değil.
Yeni faili meçhul cinayetlerin işlenmesine dünya kamuoyu ve üyesi olmaya çalışılan Batı Klübü bir daha seyirci kalmaz..
Hizbullah, kağıt bir mendil gibi kullanılıp atıldı, yeniden hizmete sokulması çok zor.
Bundan sonra ellerinde takaroz silahıyla arkadan giderek insanları ensesinden vuracak katil bulmak da güç.
Köylülere bir daha insan dışkısı yedirmek olanaksız..
AB o eski AB, Amerika o eski Amerika değil..
Adına Küreselleşme dedikleri bu zalim süreçte, artık işçinizin asgari ücretine,donunuzun rengine bile karışıyorlar.
ABD’yi PKK’nın üzerine salma gayretleri nafile bir çabadır. ABD, Orta Doğu denklemini PKK’sız çözmek istemiyor.
Bir gün bir aksilik olur, bir yerde çıkan bir olayda daha çok çocuk ölür..
Bir bakarsınız atılan bombanın hedefi sapar, yerleşim bölgelerine gelir, siviller ölür…
Bir anda,AB ve ABD’li dostlar başta olmak üzere dünyayı karşınızda buluverirsiniz.
Ya da, hiçbir şey olmasa bile, hep sularına göre hareket etmediğinizde,günün birinde “Yeter artık!” diyebilirler.
Birilerinin amacı adım adım böyle süreci hazırlamak.
Peki, ya sizin amacınız nedir?
12 Eylül darbesine doğru koşar adım gidilirken Bülent Ecevit’in bu günkü koşullarda da geçerli sayılabilecek bir sözü vardı:
BİR GÜN BİRİLERİ DÜDÜĞÜ ÇALAR VE OYUN BİTER..
Hamasi nutuklarımız,aslanmışız, kaplanmışız o gün bir işe yaramaz artık …