İSVEÇ’TEN… Çeteleri aklamak

12 Eylül öncesinde,  kanın gövdeyi  götürdüğü günlerdi.

Her gün seri cinayetler işleniyordu.

Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz, bu cinayetlerden çoğunun “Ülkücü” katiller tarafından işlendiğini kanıtlamış, sonra kendisi de öldürülmüştü.

MC’nin (Milliyetçi Cephe) Başbakanı Süleyman Demirel basın toplantısı  düzenliyordu.

Basın toplantısına Oral Çalışlar ve Nuri Çolakoğlu ile birlikte gitmeyi kararlaştırdık.

Nuri Çolakoğlu, oldum olası tertipli, düzenli ve kırtasiyeci bir insandır. Ülkücüler’ce işlenen cinayetlerle ilgili gazete küpurlerini bir bir kesmiş, kağıtlara yapıştırmış, dosyalamış. Yetinmemiş, aynı içerikli mahkeme tutanaklarını da bulmuş, dosyaya eklemiş.

Basın toplantısında, Ülkücü cinayetleriyle ilgili sorular soruluyordu. Demirel, kendine has demagog üslubuyla bu soruları geçiştiriyor, koalisyon ortağı MHP’yi koruyordu.

En son, Oral’ın sorduğu soruda çok sıkıştı. Tam o sırada Nuri:

“Buyurun efendim, bunlar Ülkücüler tarafından işlenen cinayetlerin belgeleri “ diyerek dosyayı Demirel’in  önüne koydu.

İşte, şimdilerde demokratlık adına ortada dolaşan o “baba”, önüne konan dosyayı elinin tersiyle iterek:

“Bana Ülkücüler de cinayet işliyor, dedirtemezsiniz!” dedi.

Çok geçmeden de, Pentagon’un “Bizim Oğlanlar başardı!” dediği 12 Eylül darbesi geldi…

***

Danıştay’a yapılan saldırının üzerinden daha birkaç saat bile geçmemiş. Meclis Başkanı Arınç’ta bir telaş, Başbakan Erdoğan’da bir telaş:

“Sakın bu olayı türbanla ilişkilendirmeyin!”

Başbakan Yardımcısı M. Ali Şahin:

“Görün, bakın bu olayın altından neler çıkacak!”

Yahu ne oluyor!  Neyin telaşı bu?

Saldırgan açık açık, “Ben bu cinayeti Danıştay’ın türban kararı nedeniyle işledim!” diyor.

Siz, “O, meczubun teki, ne dediğini bilmiyor. Olayın doğrusu öyle değil, böyle!” diyorsunuz. Peki, bu kadar çok şeyi, hem de olaydan birkaç saat sonra nereden biliyorsunuz? “Madem bu kadar çok şeyi  biliyordunuz, o halde olayı neden önlemediniz?” diye sormazlar mı size?

Gazetecilere söyleniyormuş verilen bu mesajlar, aslında emirlerindeki polisi yönlendirmek için miydi, orası da tam anlaşılamadı..

***

İnternet arşivinden, 20 Mayıs tarihli Hürriyet Gazetesi’nin Danıştay’a yapılan saldırı ile ilgili manşetine siz de bakın isterseniz:

“Çete lideri yakalandı…”

Günlerce öncesinden davul zurna ile “çete lideri” ilan edilen emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin çıkarıldığı mahkemece serbest bırakıldı.

E ne oldu şimdi?

“Çete”nin lideri daha baştan serbest bırakıldığına göre, demek ki polis soruşturması, tepeden yönlendirmelerle çürük yürütülmüş.

Davanın bundan sonraki seyrini varın siz düşünün…

Muzaffer Tekin’in, Susurluk Çetesiyle bağı biliniyor. İçinde bulunduğu ilişkiler ağı böyle bir eylemi, hatta daha fazlasını gerçekleştirmeye elverişlidir. Onlar, aslında, Atatürk’ün evine bomba atılması, 6-7 Eylül, Kanlı Pazar, 1 Mayıs 1977, Gazi Olayları gibi eylemlerin adamları. Danıştay saldırısından daha büyük eylemleri yapacak örgütlenme ve donanıma sahip olduklarından kuşkunuz olmasın.

Ancak, elde mahkemece tutuklanmasını sağlayacak kadar bile belge yokken, Başbakan, Emniyet ve Medya işbirliği ile peşinen suçlu ilan ettiğiniz bir kişi Mahkemece anında serbest bırakılıyorsa sizce de bir yerde bir yanlışlık, bir tuhaflık yok mu?

Böyle dayanaksız suçlamalarla, binlerce faili meçhulden sorumlu çetelerin masum gösterilerek aklanmasına da hizmet etmiş olmuyor musunuz?

Yarın  bir çete lideri gerçekten ortaya çıkarıldığında onu açıklamakta, inandırıcı olmakta zorlanmaz mısınız?

“Yalancının evi yanmış, kimse inanmamış” demezler mi size?..

***

Bir de, AKP’ye karşı birilerinin  “düğmeye bastığı” savı var.

Ben, çok gezen Başbakan’ın, zaten yerlerde dolaşan düğmeye farkında olmadan bastığı kanısındayım.

Çok değil, bir ay geriye gidin…

Başbakan, türban kararından dolayı, ”Bizim bu Danıştay’la sorunumuz var!” diyor. Sorunlar halledilmeyi beklerler. Biri de çıkar bunu bir mesaj olarak algılar…

Meclis Başkanı, 23 Nisan törenlerinde, bizi aptal yerine koyarak 21 yaşındaki bıyıklı çocuğu Meclis kürsüsüne çıkarıyor, O “çocuğa“, “İsteseniz de, istemesiz de İmam Hatipliler gelecek, ülkeye hakim olacak” diye yumruk sallatıyor.

Eleştirileri, “Meclis kürsüsü hürdür” diyerek pişkince geçiştiriyor.

Yetinmiyor, Anayasa’nın “değiştirilmesi önerilemez” başlangıç ilkelerini tartışmaya açıyor.

Aynı 23 Nisan törenlerinde Çorlu’da, Milli Eğitim Müdürü’nün kararıyla kızlar resmi geçitte kara çarşaflı olarak yürütülüyor.

AKP Fatsa İlçe Başkanı, Atatürk heykeline gönülsüz çelenk bırakırken sakız çiğniyor. Sorunca da, “Sarımsak yemiştim, ağzım kokmasın diye sakız çiğnedim.” diyor. Bunlar çekirdekten takiyyeci yetişiyorlar. Bizi enayi yerine koyuyorlar. Adeta, “Gel enseme bir tane patlat!” diye kışkırtıyorlar.

Bitmiyor, aynı günlerde Başbakan, parmağıyla “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazısını göstererek, o davudi üslubuyla, “Bir gün gelecek; o gün, egemenlik duvardan millete geçecek” diyor.

Şimdi bu ne demektir?

Aslında, böyleleri, “iktidarın millette değil, Allah’ta olduğuna” inanırlar, ama neyse, demek ki o kadarını henüz söyleyemiyor.

Kendisi, o milletin üstelik de dörtte bir oyuyla seçilmiş, tek başına iktidar olmuş. Ama, iktidarın millette olduğuna inancı yok. Hala “gelecek o gün” den söz ediyor.

O gün, hangi gündür Sayın Başbakan?

Yetmiyor, tartışma ortamına  laf cambazı Demirel’i çekiyorlar? Elin ağzı torba değil ki büzesin, o da:

“Türbanlılar, gitsin Suudi Arabistan’da okusun” deyiveriyor.

Bu kez, türbanlılar Suudi Arabistan’da okur mu, okumaz mı tartışması alevleniyor.

Teröre elverişli istikrarsız ortam böyle doğuyor..


***

Danıştay saldırısından sonra beklendi ki, herkes olaydan kendine göre bir ders  çıkarsın, aklını başına devşirsin..

Başbakan, ilk kez “73 Milyonun Başbakanı” olmaktan söz etti.

M. Ali Şahin, “Türban, sadece yüzde 1.5’un sorunudur, yapılacak daha önemli işlerimiz var” dedi.

Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Sevgili Ertuğrul Özkök de iyi niyetle  bu açıklamaların üzerine atladı:

“İşte özlediğimiz birlik, beraberlik ve kardeşlik havası bu!…”

Çok geçmeden, yapılan açıklamaların da aslında mutat takiyyeler olmaktan öteye gitmediği anlaşıldı.

Başbakan gittiği Almanya’da, pasaport  ve vize işlemlerinde türbanlı fotoğraf kullanılmasına izin vermeyen Büyükelçisini yüzlerce vatandaşının önünde azarladı, yuhalanmasına göz yumdu. Büyükelçi, işlemleri Dışişleri genelgesi doğrultusunda yaptığını söyledi. Başbakan, genelgeyi inceledi ve “mani bir hal görmediğini” açıkladı.Böylece, Başbakanın “fetva”cılıktan gelen bir hukukçuluğu olduğunu da anlamış olduk…

Pasaportlarındaki türbanlı resimlerinden dolayı gittikleri ülkelerin sınırında döndürülen kadınlarımız da dertlerini yine Başbakan’a anlatırlar. Bir Bakarsınız, Başbakan, o ülkelerin yasalarında da “türbana mani bir hal bulunmadığına” hükmeder.

Biz tam bu gelişmelerin sıcaklığını yaşıyorduk ki, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, olaya tuz biber eken fetvası geldi:

” Saçı, kulağı görünecek şekilde fotoğraf çektiren kadınların tövbe etmesi gerekiyor..”

Nedir bu “tövbe” etmenin anlamı? Aynı şeyi bir daha yinelemeyeceksin, saçın kulağın görünmeyecek şekilde resim çektireceksin! Aynısını yinelediğinde tövben bozulmuş.

Resim niçin çektirilir? Resmi işlemlerde kullanmak için..

Demek ki, devlete Diyanet’in müdahalesi devri başlıyor.

Kimler “tövbe” eder? Günah işleyenler. Demek ki, başı açık olanlar  günahkar..

“Dipten Gelen Uğultu” başlıklı yazımda, “Birsen’i çarşaflı, Çiğdem’i türbanlı görmek istemiyorsanız bir şeyler yapın! “demiştim.

Diyanetin fetvasından sonra, bu arkadaşlarımın gazetedeki aydınlık yüzlü resimlerine derin derin hüzünle baktım:

Galiba, bu arkadaşlarımın “tövbe!”ye hazırlanmaları da gerekiyor..

646680cookie-checkİSVEÇ’TEN… Çeteleri aklamak

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.