Binboğaların gelenekleri acımasızdı..
Dedemin, nenemin ve iki dayımın hiçbir hastalıkları yokken kısa aralıklarla ani ölümleri annemi acısı onarılmaz bir yasa boğmuştu. İçine kapanmış, susmuş, dağların töresine teslim olmuştu. O günlerden sonra renkli fistanlarını sandıkların dibine gömdü, Alları çıkarıp karalar giyindi. Eğlence ortamlarından hep uzak durdu. Hiçbir düğünde kol kaldırmadı.
***
Hemik, köyün yaşlı, herkesin itip kaktığı sığır çobanıydı. Ölümü Süleyman’ın düğünüyle aynı güne denk geldi.Komşu köyden davul zurna çalarak Armutlu Boğaz’a gelen düğün alayını yarı yolda atlılar karşıladı. Davul zurna sustu. Gelini, gösterişsiz bir eşya parçası gibi arka odaya aldılar. Düğün kalabalığı bir anda cenaze alayına dönüştü. Düğün aşı yenecekken ölü sofrasına oturuldu. kısmet oldu. Kimse ölüye saygıda kusur etmedi. Yaşıyorken kimsenin yüzüne bakmadığı Hemik, ölünce değer kazandı, törenlerin en görkemlisiyle gömüldü.
***
H. amcayla Malmö’ye geldiğim ilk günlerde kütüphanede karşılaşmıştım. Türkçe gazeteleri değişerek okuyorduk.Sonradan kansere yakalandı, hastanelere düştü. Gidici olduğunu biliyordu. Biriktirdiği parasının bir bölümünü öldüğünde cenaze masraflarının karşılanması için bankadaki ayrı bir hesapta toplamıştı. Türkiye’ye götürülerek Eskişehir’deki köyüne gömülmek istiyordu.Hastanede ziyaretine gittiğimde, “Bizimkileri tanıyorsun, senin de haberin olsun,ölümü buralarda bırakmayın” demişti. “Toprak, her yerde topraktır.çoluk çocuğun buralarda yaşıyor, o dağ başlarında tek başına ne yapacaksın” diyecek oldum, kızdı.”Yılan balıkları bile ölümlerine yakın doğdukları sulara dönerlermiş” dedi, bu onun seçimiydi..
Öldüğünde H. amcanın cenazesini Türkiye’ye götürmediler. Eskişehir’deki köyü yerine otobanın kenarındaki Müslüman gömütlüğüne gömdüler. Bankadaki parasıyla da evin mobilyaları yenilendi..
***
Bertil ile annesi Günilla sürekli müşterimdi. Her zaman birlikte gelirlerdi. Günilla’ya cezvede onun ekspresso dediği Türk kahvesi pişirirdim. Aniden uzunca bir süre ikisini de göremez oldum. Sonra, bir gün, Bertil’le yolda karşılaştım. Annesi üç aydır hastanede yatıyormuş. Hastane, beş yüz metre ötede olmasına karşın Bertil, henüz gidip annesini görmemişti. Günilla’nın yattığı bölümün adını sordum, bari ben gidip göreyim, dedim. Ha bugün, ha yarın derken gidemedim.Bertil, bir sabah elinde yağlıboya bir tabloyla geldi. Bu, kuru, zayıf yüzlü, on sekiz, yirmi yaşlarında saçları örgülü bir kızın portresiydi. Günilla ölmüştü. Bu resim, eli resme yatkın Günilla’nın yıllar önce yaptığı bir tabloydu. Bertil, ölümünden sonra evde annesine ait ne varsa satmıştı. Bir tek bu resme kıyamamış, onu da bana annesinin hediyesi olarak getirmişti. Sık sık karşılaşmamayım diye resmi, işyerimin az görünen bir yerine astım.Yine de, ara sıra Günilla ile göz göze gelmekten kurtulamam..
***
Eskici pazarlarını dolaşırken, en çok albümlere özenle yerleştirilmiş, İkinci Dünya Savaşı yıllarına ait siyah beyaz düğün fotoğrafları ilgimi çeker.
Gelinlik ve damat giysileri içindeki mutlu yüzlere bakarken dalıp giderim, kocaman bir tarih şeridi gözlerimin önünden geçer. Sonra birden o mutlu yüzlerin artık yaşamadıklarını düşünürüm. Siyah beyaz fotoğraflardaki o mutlu yüzlü insanlar, uzunca sayılabilecek bir ömür yaşadıktan sonra ölmüş, daha sonra, bu albümlerle birlikte evdeki diğer eşyaları kamyonlara yüklenerek satılmak üzere eskici pazarlarına taşınmıştı…
***
Elizabet, üstüne, başına pek özen göstermeyen bir kızdı. Bir sabah, takmış, takıştırmış, renkli ve süslü giysiler içinde çıkıp geldi.
“Ne o Elizabet, düğüne mi gidiyorsun böyle ?” diye sordum.
“Hayır!” dedi, “babam öldü, cenaze törenine gidiyorum.”
Bir an, siyahlar içindeki annemin hayâliyle Elizabet’in süslü giysileri arasında gidip geldim.
Ben, hangi değer yargılarına aittim?..
Bu yazi, 19 Agustos 2007 tarihli Cumhuriyet Gazetesi`nin Pazar Yazilari sayfasinda da yayimlanmistir.