Rastlantılar tarihin akış yönünü ne kadar etkiler?
Örneğin, RT Erdoğan,Siirt’e giderken yolda arabasının tekeri patlasa, o meydanda, o şiiri okuyamasa, hapse girmese, acaba şimdi Başbakan olabilir miydi?
Kimi tarihçiler der ki, son Hükümdar Vahidettin, Osmanlı devletinin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine karşıydı, ancak savaşın başladığı yıllarda tahtta değildi.Savaş, İkinci Abdülhamit’ten sonra başa geçen Sultan Reşat zamanında başladı, sonuçlarına katlanmak da daha sonra Hükümdar olan Vahidettin’e kaldı. İkinci Abdülhamid’den sonra, sıralamada bir değişiklik olsa, tahta Sultan Reşad değil de Vahidettin geçseydi, belki de Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na hiç girmeyecek, İmparatorluğun tümüyle dağılmasına yol açan önce Mondros, ardından da Sevr anlaşmalarını imzalamak zorunda kalınmayacaktı..
Sultan Reşat’tan sonra Vahidettin tahta çıktığında artık iş işten geçmişti. Birinci Dünya Savaş yenilgiyle sonuçlanmış,Mondros imzalanmış.Osmanlı’yı savaşa sokan Talat,Enver ve Cemal Paşa’lar yurt dışına kaçmışlar. Ardından gelen Sevr anlaşmasıyla da koca İmparatorluğun paramparça edilmesi kararı alınmıştı..
Yine derler ki, Mustafa Kemal, Samsun’a çıkmadan önce, son Hükümdar Vahidettin’in kızı Sabiha Sultan’ı sevmiş, hatta ona evlenme teklifinde bulunmuş,Sabiha Sultan, da çocukluğundan beri amcasının oğlu Ömer Faruk’u sevdiği gerekçesiyle Mustafa Kemal’in evlenme önerisini geri çevirmişti..
Bu iki olay, farklı yönlerde gelişseydi, yani İkinci Abdülhamid’den hemen sonra tahta Vahidettin geçseydi…Ve Mustafa Kemal, Sabiha Sultan’la evlenseydi, acaba tarih ne yönde gelişirdi?
Bu durumda,İmparatorluğun,Birinci Dünya Savaşı’na girdikten yitirdiği topraklar elinde kalır mıydı?
Mustafa Kemal, Sabiha Sultan’la evlense, Samsun’a çıkmaktan , Sivas ve Erzurum Kongrelerini toplamaktan, dahası Kurtuluş Savaşı’nı başlatmaktan vazgeçer miydi?
Şu anda nasıl bir Türkiye manzarasıyla karşı karşıya olurduk?
Bu şeytani soruları daha da uzatmak mümkün..
Örneğin,Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1711 yılında yaşanan Prut Savaşı sırasında Baltacı Mehmet Paşa Komutasındaki Osmanlı ordusu, Prut Irmağı kenarında tam Rus ordusunu yok etmek üzereyken, Rus Çariçesi Birinci Katerina, gece Baltacı’nın çadırına gelerek “halvet” olmasaydı, tarihin akışı nasıl bir seyir izlerdi? Rus Ordusu’nun yok olması anlamına gelen böyle bir gelişme, Rusya’nın haritadan silinmesi sonucunu yaratır mıydı?.
Baltacı Mehmet- Katerina senaryosunun hayal ürünü olduğunu söyleyenler de var. Neyse, şimdi geçelim bunu…
***
Kanal D’de, Murat Bardakçı’nın hazırladığı Son Osmanlılar belgeselinin ilk bölümünü izledikten sonra böyle tuhaf şeyler düşündüm…
Bereket, tarih varsayımlara göre yönlendirilmiyor.
Bu belgesel, “Vahidettin hain miydi, değil miydi?” tartışmalarını yeniden gündeme getirecek mi, bilmiyorum.Belgeselin zamanlamasına da itirazlar olabilir. Ama, ben belgeselin yapımında ve zamanlamasında bir art niyet gizlendiğini sanmıyorum.
Eğer, Murat Bardakçı’nın anlatımında abartma yoksa, Hükümdar Vahidettin ve son Osmanlıların yaşadıkları sürgün trajedisi benim yüreğimi acıttı…
Genç Cumhuriyet’in 1924 yılına aldığı sürgün kararıyla Osmanlı hanedanının her parçası başka bir yana savruldu.İtalya’nın San Remo kendine yerleşen Vahidettin , elinde Topkapı Sarayı’ndaki değerli hazineleri yükleyip götürme olanağı varken, bunu yapmadı, yanına sadece 30 bin İngiliz parası almakla yetindi..Aradan daha bir yıl geçmeden bu paranın da bitmesiyle hep birlikte yoksulluk sınırına dayandılar.Vahidettin, madalyalarındaki mücevherleri satışa çıkardı.Ancak, mücevherlerin sahte olduğu anlaşıldı..Saray mücevhercileri, Padişahı bile kandırmışlar, madalyalara gerçek yerine sahte mücevherler yerleştirmişler.
Osmanlı ailesine ait, Türkiye sınırları dışındaki bazı padişah mülkleriyle ilgili miras davası da, Vahidettin ve Fransa’nın Nis kentinde yaşayan Abdülmecit arasındaki rekabet nedeniyle sonuçlanamadı. Bu örnekler , Osmanlı’nın neden battığının ip uçlarını da veriyor.
Vahidettin’in ölüm haberini Adana’da, bir yemekteyken öğrenen Mustafa Kemal’in, “ Çok dürüst bir adamdı.Vahidettin isteseydi, Topkapı Sarayı’ndan götüreceği değerli eşyaları satarak güçlü bir ordu kurduktan sonra öyle bir gelirdi ki…” dediği kaydediliyor.
Vahidettin,yurt dışında, sürgünde yaşadığı sürece Türkiye’ye karşı hiçbir yıkıcı girişimde bulunmadı.Bir gün, torunları bahçede oynarken, Mustafa Kemal karşıtı şarkılar söylüyor. Bunu duyan Vahidettin onları yanına çağırarak azarlıyor. Mustafa Kemal’e ve yeni Türk devletine söz söyletmiyor.Ömrünün son anına dek, yeniden Türkiye’ye dönebilme düşleri kuruyor.Ancak, gözlerini kapadığı ana dek bu umutlarını haklı çıkaracak bir bulguya rastlanmıyor.
Güç koşullardaki sürgün yaşamına yüreği daha fazla dayanmayan Vahidettin, yurt dışına çıktıktan iki yıl sonra 1926 yılında ölüyor.Ancak, ölümü yaşadığı yıllardan daha da sorunlu bir haye geliyor.Bakkala, kasaba borçlarından dolayı tabutuna 2 hafta süreyle haciz konuyor. Para bulunuyor, borç ödeniyor. Bu kez de, cenazeyi gömecek bağımsızlığına sahip Müslüman ülke bulunamıyor. Türkiye dışında en uygun yer olarak eski Osmanlı toprağı olan Halep şehri seçiliyor.Ancak, Halep de Fransızların denetimindedir. Fransızlar, hiçbir resmi tören düzenlenmemesi koşuluyla cenazenin Halep’e gömülmesine izin veriyor.Cenaze, uzun bir yolculuk ve bir buçuk aylık bir aradan sonra Halep’te toprağa veriliyor.
***
Vahidettin Hain miydi, değil miydi? Bu, tarihçilerin değerlendirebileceği bir konu. Ben, konunun “insani” yanıyla ilgiliyim.
İsveç, gelişmiş bir demokrasi geleneğine sahip olmasına karşın, Krallığı sembolik olarak ayakta tutuyor.Her yıl bütçeden,Kralın ve ailesinin yaşamlarını rahatlıkla sürdürebilmelerine yetecek bir pay ayrılıyor.
Acaba, genç Cumhuriyet de, Osmanoğlu ailesinin yurt dışında yaşamlarını kolaylaştıracak bazı girişimlerde bulunamaz mıydı?Bakkala, kasaba borçlarından dolayı padişahının tabutuna haciz konmuş, eski padişahının cenazesi yollarda çürütülmüş bir ülke daha var mı?
Lütfen şu mektuba bir göz atın!
Gevheri Sultan, Osmanlı hükümdarı Sultan Abdüláziz’in küçük oğlu ve Türk Müziği bestekárlarından Seyfeddin Efendi’nin kızıdır.Gevheri Sultan, Kahire’de sürgünde bulunduğu sırada,1951’in 8 Aralık günü maddi yardım istemek için kuzeni Sabiha Sultan’a şunları yazıyor:
“Pek Muhterem Sevgili Hemşirem,
…Ailemiz efradından birçoğu gibi hayat tarzımı istikbal ümidine bağlayarak bugüne kadar yaşadım. Fakat ne şartlar içerisinde yaşadığımı burada tekrar etmek gereksizdir. Gördüğüm uygunsuzluklar dolayısıyla pansiyondan pansiyona naklederek hayatımı sürdürmekteyim.
…Vaziyetimi beni yakından görmekle anlayabilirsiniz. Bugün üstüme giyecek iki kombinezonumdan başka bir şeyim yoktur. İnsan gençliğinde her türlü sıkıntıya tahammül edebilir fakat yaş bir dereceye geldiği zaman tahammül etmek şöyle dursun, nefsine pek ağır geliyor. Cenáb-ı Hak’dan dilediğim tek şey, biran evvel rahmetli anneciğime kavuşmaktır.
…İşte, benim yüksek kalpli hemşireciğim! Benim gibi bedbaht bir kadına merhamet gösterip yardım etmek bir sevaptır. Bugün yardımınıza muhtacım. Sizi seven ve pek çok seven merhum amcanızın ruhuna hürmeten bilmeyerek size karşı bir hatada bulundum ise beni affediniz ve iltifatınızdan beni mahrum etmeyiniz. Bunu yüksek kalbinizden ve hakka ve adalete olan bağlılığınızdan beklerim. Bilvesile en derin hürmetlerimle mübarek ellerinizi öper, iltifatınızı beklerim efendim…Gevheri” (1)
***
Bütün bunlar, genç Cumhuriyet tarafından, içeride veya dışarıda, bazı insanlara istenerek, ya da istenmeden acı çektirildiğinin kanıtıdır.Bu acıdan sadece son Osmanlılar değil, Karadeniz’de boğdurulan Mustafa Suphi’ler, sınırda kafası taşla ezilen Sabahattin Ali’ler, Nazım Hikmet’ler ve Türkiye Solu’nun yedi sülalesi de fazlasıyla payını aldı….
Okuyucu dostlarım, nasıl da uzlaşmasız bir laiklik savunucusu olduğumu az-çok bilirler.Ancak, laiklik veya başka gerekçeler öne sürerek, insanların ailelerine, çocuklarına, torunlarına dek acı çektirilmesini onaylamak mümkün değildir.Üstelik, son Osmanlılar, yurt dışında bulundukları sürede laikliğe aykırı hiçbir davranış içinde de bulunmamışlar.
.Bugün hayatta bulunan son Osmanlıların yaşam tarzları da, bizim, Çankaya’ya türbanla çıkma sevdalısı sözde “Modern Müslümanlar”dan kat kat ileridir.
Belediye Başkanlıkları dönemlerinde, iktidarlarında keselerini dolduran, eş ve dostlarını kayıranların, yasama dokunulmazlıklarının kaldırılmasından köşe bucak kaçanların,Saray’ dan 30 bin İngiliz parasıyla ayrılan Vahidettin’e sahip çıkmaya hakları yoktur.
Son Osmanlıların, gittikleri ülkelerde, değerli yüzük, saat, halı gibi hediyeler aldıkları hiç duyulmadı.
Hele de, Amerika’nın eteğine sıkıca yapışanların , geri dönmelerini zorlaştıracak hiçbir yasal hüküm yokken bilerek ve isteyerek ABD’de yaşamayı yeğleyenlerin, dünyanın her yanında kendilerine bağlı binlerce okul ve milyarlarca Dolar sermayeyi kontrol edenlerin Osmanlı’nın arkasına saklanmaya hiç olanakları yoktur….
Vahidettin, yaşanması zorunlu tarihsel bir sürecin son halkasıydı.Ona sahiplenmek de, onu lanetlemek de kimseyi bir yarar sağlamaz.
Şimdi, kendimizle, geçmişimizle, tarihimizle yeniden yüzleşme zamanıdır.
Vahidettin’in, Halep’teki mezarının bakım ve temizliğini yapan ailenin maaşını bile Suriye Hükümeti ödüyor.Hiç olmazsa bırakalım da adamcağız mezarında günahları ve sevaplarıyla birlikte rahat uyusun..
Hiçbir kabın ölçülerine uymayan “padişahçı” bir yazı mı oldu?
Beni anlamıyorsanız, size ne diyeyim?
Ya ben, gerçekleri yeterince kavrayamayan, sadece duygularıyla yaşamakla yetinen yufka yüreklinin biriyim..
Ya da, siz, doğduğunuz ülkeden uzak yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyorsunuz?…
_______________
(1)Murat Bardakçı, 18 Ocak 2006, Hürriyet