TEOMAN – BARIŞARAK, BARIŞTIRARAK

SEDAT YILDIRIM SARICI* – Mesai bittiğinde eve geldim. Gece yarısına birkaç dakika kalmış. Türkiye’de 1 Eylül olmuş. Arkadaşlar Dünya Barış Günü’nü kutlamaya başlamışlar bile.

Geçen hafta Teoman üzerinden koparılan fırtınaya dair bir şeyler okuyayım diye telefonu elime aldım ki “Ben, Zargana, Deus Ex Machina” yarım saat önce YouTube’den yayınlanmaya başlamış.

Bir yere varmayacak gibi biten, doyumsuzlukla nihayetlendiğinde yeniden dinlenmesini talep eyleyen parçalardan.

“bir budalalar gemisinde bir sürü ağzım vardı

bir sürü gereksiz organım, hepsini doyurmam lazımdı

derimin içi hıncahınç doluydu o zamanlar

ne ararsan vardı orda, bir sürü insan leşi”

Şarkısözlerinin tamamını aktaramıyorum. Ne olur ne olmaz! Gazetem zarar görmesin. İyi kötü dertleşiyoruz şurda.

Teoman itiraf edilmemesi gerekenleri itiraf etmeyi huy edinmiş. Kabullendik. İtilaf aramıyoruz.

Son albümü için“Ben, Zargana, Deus Ex Machina”, ticari değil ama çok artistik bir albüm, hatta son albümüm olacağını düşünüyorum, arkadaşlarım inanmıyor bana, sen şarkı yazmadan duramazsın diyorlar :) Bakalım hep beraber göreceğiz. demiş.

Yazarın hayatına değil, yazdıklarına inanılırmış. Konuşulanları es geçiyoruz. Son yayınladığı parçalara baktığımızda görüyoruz ki anlatacakları tükenmemiş. Artmış. İyi ki de hepsini yazmış, yazacak.

İçinde kaybolduğumuz son çeyrek yüzyılda aklını yitiren bir vatanda tek tük aklını koruyabilenlerdendir Teoman. Popüler olmayacağını bile bile ama ufuk açacağı aşikar “En Güzel Hikayem”, “Koyu Antoloji” gibi çalışmalarla vatanına borcunu halihazırda fazlasıyla ödemiştir.

Şebnem Ferah ve Sunay Özgür’le ortak çalışması “En Güzel Hikayem” (10 dakika – 2004), Alpay’ın “Güven Parkı” (10 dakika – 1975) ve Cem Karaca’nın “Safinaz”ı (18 dakika – 1978 ) gibi öykümsü müzikal yapısıyla sanat tarihimizde kılavuz konumunda yerini almıştı.

Üç büyük şarkısözü yazarı ve solistimiz edebi yaklaşımları, besteleri ve peşinden sürükledikleri yeni nesille son yarım asrımıza imza atmışlardır. Bülent Ortaçgil, Mazhar Alanson ve Cem Karaca. 

Teoman, kendisinden bir önceki kuşaktan Bülent Ortaçgil ve Mazhar Alanson’la birlikte sahne alarak genç bir şarkısözü yazarının yaşayabileceği en yüksek gururlardan birini tatma şansına ermiştir. Cem Karaca’nın ise şarkılarını kayıtlarda söyleyerek buluşmuş oldu.

Yani Teoman, 2011’de “müziği bıraktım” dediğinde aslında kaleminin ve besteciliğinin sunduğu armağanlarla kolları dopdoludur. Doygunluk yorgunudur. Artık gözü bir sonraki mertebededir. Gayrısı baharatçıda şifa arayanlara değil tabipler birliği teşhisiyle ameliyat bekleyen hastalara hitabendir. Müzik müptelalarına.

Birkaç ay önce yayınlanan “Nevrozumun Zindanları” uçukluğu ve doğaçlamarıyla akademilerde referans verilecek düzeydedir. “koca medeniyet çöküyor / önümde gürültüyle / kulaklarımı patlatıyor / fısıltısı bile” gibi mısralar sanki ‘Birinci Yeni – Garip Akımı’nın günümüze intikalidir. Samimi, kişisel ve gelenek ötesi.

https://www.youtube.com/watch?v=Z_fcFzfRFSU

Tenor saksafoncu Korhan Futacı’nın kendi çalışması “Geleneksel Mahşer Günü”nü “Uzaylıların Cehaletini Giderebilecek Yerli Eserler” listesinde birkaç yıl önce anmıştım. Kayıtta yer ve öncelik vererek yeniden ve yeniliklerle buluşmamızı sağlayan aranjör, gitarist Safa Hendem’e de büyük bir teşekkür borçuyuz.

Tamam, yakın geçmişe bu kadar değinme yetsin, hemen Teoman’ın Necip Fazıl Kısakürek alıntısına, yani fırtına kopan mevzuya geçelim. Sakarya Türküsü’nde Kısakürek şöyle yazmış. “Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya / Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya”.

Teoman iltihaplarımızın fotoğrafını çekmeye bayılır. Bu yüzden dinler ve severiz. Kurumaya geçip kabuk bağlamaya başlayan yaraları kaşımak haz verir. Kaşıma uzarsa ya da hırçınlaşırsa yara tekrar kanamaya başlar. Aman fazla deşmeyelim.

Bir çoğumuz öz yurdumuzda “parya” (yasalarla da kabullenilmiş, hak yoksunu alt tabaka) gibi hissetmişizdir. Yirmi yıldır iktidarda olan zümre de parya misali mağduriyet savıyla var oldu. Memleketin neredeyse bütün birikim ve kaynakları yağmalanmış, ekonomi batmış, hukuksuzluk havaya uçmuş, hudutlarımız tarumar olmuş, depremden orman yangınına devlet kaybolmuş vaziyetteyken bile varlıklarını hala aynı mağduriyet mazeretine yaslayarak oy devşiriyorlar, devşirebiliyorlar.

Masumane bir inançla inananla tanrısı arasına kimse girmemeli, tamam. Ama Afganistan’daki insan hakları ihlalleri, kız çocuklarının eğitimden uzaklaştırılmaları, kadınların eve hapsedilmeleri, İran’da başörtüsü sebebiyle öldürülebilen günahsız kadınlar, İstanbul’da Suudi konsolosluğunda suikastle öldürülen gazeteci, yazar Cemal Kaşıkçı cinayetinin ört bas edilmeye çalışılması, Arap ülkelerinin bilimsel, eğitsel, hukuki geri kalmışlığı yeterince iç karartırken bir de Amerika menfaatlerine çanak tutmaları, yurdumuzdaki tarikatlerde çocuk istismarları gibi sonuçlar neyden ve neden ürküldüğünü anlatıyor.

İnanç, tanrıyla birey arasındaki masumiyetini aşıp kamusal ölçekte uygulanmaya kalkışıldığında sündürülerek sürdürülebilen bir kuramlar ve kurallar bütününe dönüşüyor. Sündürme (meal, tefsir, töre, şeriat) hataları uzak/yakın komşularımızla bölgemizi ne hale getirdi hepimiz biliyoruz.

Birçoğumuzun aslında hiç istemediği “ayrışma”, “kutuplaşma” veya son seçimlerde ortaya çıkan yarılma; Milli İkilik, Teoman’ın da işaret ettiği “koca medeniyet çöküyor” endişesinin dünü ve bugünüdür.

Bu endişe kimseye kimseyi parya hissettirme hakkı tanımamalı. Kimisi de %99 müslüman” olduğunu iddia ettiği bir ülkede müslümanların parya olduğu “acıklılığını” beyan etme pervasızlığına kalkışmamalıdır. Unutmamalı ki Mısır’dan Ürdün’e birçok müslüman ülkede hristiyan nüfusun oranı bizdekinin on katından fazladır. Ağlanıp sızlanıp, kimseye yaşam hakkı tanımamak az buz haksızlık değilidir.

Bu ülkenin “%99’u müslüman” ise Ermeni ve Rumlar kendilerini parya hissedebilirler. Halbuki bu vatanın misafiri Orta Asyalılardır. Cumhurbaşkanının Ermeni kelimesini telafuz ederken “afedersiniz” gafının özrünü dilemediğini hatırda tutmalıyız.

Kamu kaynaklarından kardeşçe pay alamayan Aleviler de kendilerini parya hissedebilirler. Birkaç yıl öncesine kadar dilleri yasaklı olan Kürt toplumu da parya hissedebilir. “Alavere dalavere Kürt Memet nöbete”, yeni moda bir deyim değil.

Yalnız maneviyatçı görünüp saraylarda yağma ve talan sofrasından kalkamayanlar kendilerinde toplum içine çıkacak yüzü bulamadıklarında parya hissetmeleri çok doğaldır. Yolsuzlukla elde ettikleri onca servete karşın ellerinde sanatsal, bilimsel, eğitsel, sporsal, edebi neredeyse hiçbir kıvanç yok. Edep de, erdem de.

Voleybolcu kızlarımızın bugün yaşattıkları bir başka kıvanç gibi yurttaşın sahiplendiği başarıları da duyurmamak, görmezden gelmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Yani parya gibi hissettme, mahcubiyetle de ilgili.

ŞARKILARDAKİ, FİLMLERDEKİ AYRIMCILIĞA KARŞI DURUŞ

Geçen hafta Fatih Altaylı’nın Teoman’la sohbetinde Cem Karaca da anılmış oldu. “Sahibi Geldi” adlı muhteşem eserde zümreler arası çatışma sorunu işlenmişti. Türk sosyetesinin sosyal olayları kavrayamayışı Sahibi Geldi’de sert dille eleştirilir. Cem Karaca “Yarım Porsiyon Aydınlık” şarkısında aynı konuyu farklı açıdan da irdelemişti.

Cem Karaca annesi Toto Karaca ile

Zülfü Livaneli “Uzun Boylu Cüceler”de, Fikret Kızılok “Entellektüel”de, MFÖ “Ali Desidero”da bu eğreti “entel” kimliği dillendirmişlerdir.

Kültürel yarılma ve tartışmaları Berkun Oya’nın “Bir Başkadır” internet dizisinde, Yavuz Turgul’un “Eşkiya”“Gönül Yarası”  ve “Av Mevsimi” filmelerinde de açık seçik görürüz.

Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak” ve “Kış Uykusu” gibi filmlerde ise ayrışmaların toplumsal tabakalardan çekirdek aileye kadar nüksedebileceğinin emsalleri sergilenir.

Teoman uzlaşma ve kucaklaşabilme emeline bir tuğla daha eklemiş oldu. Hem de çağrısının öncelikle gençlere yönelik olduğunu bildirerek.

Yukarıda andığımız söz yazarı, besteci veya film yönetmenleri sol siyasi düşünce içinde anılan ya da sol çevrelerde nefes alan kimselerdir.

Haksızlık etmiş gibi olmayalım. Alpaslan Türkeş de Nazım Hikmet’ten şiir okuyarak hak teslimini önemsemiş olabilir. Önemli olan cümle cemaatin bu hakikati görüp, ona göre paylaşımcı, adaletli bir yurdun inşaasına gönül verebilmesidir. Bugün aynı akımın takipçileri yurdun aydınlarını hapislerde çürütme telaşı içinde. Ne yazık!

Nazım Hikmet

Hak tesliminde sol kanat tarihte de, bugün de önde ve cömerttir. Nazım Hikmet, İstiklal Marşı’nın şairi için şunları yazmıştı; Akif, inanmış adam. / Fakat ben onun

inandıklarının hepsine inanmıyorum… / Meselâ bakın: / «Doğacaktır sana vadettiği günler hakkın» / Hayır. / Gelecek günler için gökten ayet inmedi bize. / Onu biz kendimiz vadettik kendimize. / Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair / «Kim bilir belki yarın…» / Akif inanmış adam / büyük şair…”

Bir hak teslimi de bu yazıya nasip olsun. Edebiyat tarihimizin en komünist şiirlerinden “Küfe” Vatan Şairi ünvanlı Arnavut asıllı, veteriner hekim, öğretmen, siyasetçi Mehmet Akif Ersoy’un kaleminden ikram eylenmiştir. Onda birini hatırlatalım:

“bizim mahalle de İstanbul’un kenarı demek: 

sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek! 

elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak, 

önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak, … 

 o anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın 

göründü: – oh benim oğlum, gel etme kırma sakın

ne istedin küfeden, yavrum? 

ağzı yok dili yok, baban sekiz sene kullandı… 

hem de derdi ki: 

“çok uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz” 

baban gidince demek kaldı, adetâ öksüz! 

Onunla besleyeceksin ananla kardeşini 

bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini?

dedim ki ben de: – ayol dinle annenin sözünü!

fakat çocuk bana haykırdı, ekşitip yüzünü:

– sakallı, yok mu işin. git cehennem ol şuradan?

ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan? 

söz anladım ki uzun, hem de pek uzun sürecek;

benimse vardı o gün pek çok işlerim görecek;

bıraktım onları, saptım yokuşlu bir yoldan.

ne oldu şimdi aceb, kim bilir, zavallı Hasan? …

yanında koskocaman bir küfeyle bir çocucak,

yavaş yavaş geliyorlar. Fakat tesâdüfe bak:

çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetim…

şu var ki, yavrucağın hâli eskisinden elim:

cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak…

bir ince mintanın altında titriyor, donacak!

ayakta kundura yok, başta var mı fes? ne gezer!

düğümlü alnının üstünde sâde bir çember.

bu bir ayaklı sefâlet ki yalnayak, baş açık;

on üç yaşında buruşmuş şu temiz alnı, yazık!

O anda mekteb-i rüşdiyyeden taburla çıkan

Bir elliden pek cüretkar çocuk ki, muntazaman

geçerken eylediler ihtiyârı vakfe-güzin…

Hasan’la karşılaşırken bu sahne oldu hazin:

Birazdan oynayacak hepsi bunların, ne iyi!

Fakat Hasan, babasından kalan o pis küfeyi,

O, yük değil, kaderin bir cezâsı ma’sûma…

Yazık, günâhı nedir, bilmeyen şu mahkûma!

Mehmet Akif Ersoy

Peki bir şair hem Vatan Şairi, hem komünist olabilir mi? Olur olur. Belki de asıl öyle şair olunur. Her iki mecrada ödünç durmuyor, içsel bir coşku fışkırıyorsa, eksiği yok da fazlası varsa ne diyebiliriz! Akif yoksul ölmüş, fakir defnedilmiştir. Milliyetçiler veya din simsarları gibi paraya tamah etmemiştir.

Yazımızı yazmamıza neden olan besteci, söz yazarı, müzisyen Teoman’ın serseri gibi takıldığına aldanmayın, kadirşinas bir gençtir. Yurdu da hakettiği vefayı onun barıştırma gayretine ortak olarak gösterecektir.

1 Eylül Dünya Barış Günü kutlu olsun. Barışarak, barıştırarak.

________________________

* Müzisyen de olan yazarımızın diğer çalışmalarına https://sedatsarici.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.

2714860cookie-checkTEOMAN – BARIŞARAK, BARIŞTIRARAK

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.