Tersine akmak…

                                          (Razı olduğumuz bedensel acılar; beynimizin güç sınavıdır.)

Burası bir duruşma salonu.

Az sonra çok önemli bir davaya bakılacak.    Zanlılar  bir değil bir kaç kişi.  Hepsi de çok ama çok önemli şahıslar. (Şahıs kelimesi polis telsizlerinde sıkça geçtiği için bu ortama daha uygun bulundu)

Davacı yahut  görünüşüne bakılırsa mağdur  denebilecek  kişi, oturduğu sandalyeye kendisini bir pelte gibi bırakmış, yorgun hatta  hasta biri. Bir yıkıntının en dağınık biçimi.
Bedeni kontrolundan çıkmış sanki.

Bu evrende her insanın bir boşluğu doldurduğu düşünülürse, o kendi boşluğunun içinde bir bedenin biçimi değil, bir durumun ifadesi artık…
Evrende boşlukları  dolduran durumlar  somut bir metafiziğin anlaşılmaz işaretidir.

O yok oluşun eşiğinde olan tüm insanlar gibi.

Söyleyeceği son kelime ya da cümle ondan çok önce gitti; sonsuzun önünde  duran  bir kapıyı açmaya yarayan  bir  şifre olarak;  çok uzaklara…

Belki ağzından çıkan ve bizim duyacağımız sözler de o sonsuzdan son kez yansıyan bir seslerin bize  dönüp  gelişi.

Basit ve fiziksel bir tanımlamayla bile anlatılabilecek  önemsiz bir yankı. Bizimle işi kalmamış zaten.

Nesnelerin dünyasına geçmek üzere olan sahibini ilgilendiriyor.

Yüzünde   söylenebilecek  her şeyi  fazlasıyla söylemiş insanların gururu ile   bunun tam tersi sesini kimseye duyuramamış olmanın acısı  nöbetleşe kalan zamanı paylaşıyorlar.

Acı ile gurur kardeştir zaten,  birbirinden esinlenir, hatta kaynaklanır.

İnsanın   son anlarında bütün hayatı bir film şeridi gibi nasıl geçerse kafasından mağdurda  da benzer bir durum söz konusu…

Duyguların    resmi    geçidi  bu.   Öyle sıra beklemeden  hatta   çelişkili  bir sıralanmayla birbirini  izliyor duygular.
Biten zamanın son kapısına hızla gelip çarpmışlar ve artık hepsi birbirine karışmış.
Hayatın söz sahibi olduğu durumlarda bu karmaşa belki de şizofreniyle tanımlanabilirdi.

İskeleti   bedeni dik tutmaya yetecek gücü bulamadığı için kollar  başıboş bir sahipsizlikte  sandalyeden sarkıyor, sırtı öne doğru kaykılmış;  bacakları ise   seyiriyor kısa aralıklarla.

Beyinle alay eden bir bedenin   gerçek  kontrolun  kimde olduğunu  küstahça deklare
etmesi.

Düşüncenin ışığını  yanına  almadan insan yoğunluklarına dalan normal insan gözünün  farkedemeyeceği   titreşimlerle  seyiriyor   bacaklar; çok  kısa aralıklarla.

Ama titreme denir mi buna?  Hayır. Ne hakla ?

İlerde uzay arkeologları bu  seyirmeden  yayılan insan ısısı moleküllerinin hangi dalga boyutunda hangi duyguyla eşleştiğini bulacaklardır mutlaka. Havayı kaplayan oksijen parçacıklarının üzerinde tutunan bu moleküller bizim   şimdi  anlamadığımız  nice duyguyu onlara gösterdiğinde tıpkı bugün fosilleri bulunca sevinen   yeryüzü arkeologları gibi uzay arkeologları da öyle sevineceklerdir.

Ve biraz da hayret edeceklerdir bu duygu yoğunluğuna neden olan hadisenin yaşandığı bu  çağlara.

Şimdi, yavaş  yavaş   bir laboratuar tutanağı olmaya yüz tutan bu öykü girişiminin, hiç olmazsa mahkeme tutanağı havasına girmesi için yeniden duruşma salonuna dönmek gerek sanırım.

Yoksa rakamlar gerektiren  ve somut bilimlere olan  bir hevesin ürünü olan bu bilimsel tez  atağı, ortaya çıkarılmasını amaçladığımız   hazin gerçekleri yazarın yarattığı bulanık suda  boğacak;  geriye  kalan çer, çöp bilgiler ise resmi tarihin ekmeğine yağ sürecek…

Yargıç duruşma salonunda gezdirdi gözlerini.

Ama bu kez   zanlıların  ve mağdurun üzerinde biraz daha fazla durdu.

Bilinç altında, bu mahkemenin,  onun deneyimlerinden çok aklına zekasına ve hatta hukukla adaletin birbirine ters düştüğü nadir durumlarda başvurduğu vicdanına bile söz hakkı verdireceğine dair bir önsezi   kar altında patlayan aceleci bir tomurcuk gibi saçılmıştı beyninin her bir düşünce lobuna.

Tüm sıradan insanlarda olduğu gibi bunların farkında değildi henüz.

Çünkü insan beyni tanrıyla paylaştığımız tek organımızdır.

Ve bizim  karar dediğimiz şeylerin aslında kader olması, bu olağanüstü örtüşme, işte bu nedenledir .

Sıradan insanların henüz  keşfedemediği  ama  belli belirsiz hissettiği  bu gerçeği kendince yorumlayıp onu bu  prematüre  haliyle kendi hayatının belli noktalarında  yörüngeleştirmesi, ya da bir tez gibi yalan yanlış ileri sürmesi,  tüm dünyanın aslında bir yanlışlıklar komedyası olduğunu  gösterir; ama bu yanlışları doğrularıyla hiç itirazsız bir biçimde değiştirecek insan belki de hala tanrının tezgahında, kendine gösterilen anne baba adaylarını inceliyordur…

Onun eleme işlemi belki de yeni bir evrimin  ilk insanlarını da düşürecektir insan toprağına…ana rahmine.

Yargıç “duruşmayı açıyorum “ diye söze başladı.

Belli bir takım sözler söylendikten sonra bakışlarını artık gözleri de yarı kapanmış mağdura yahut davacıya çevirdi; az sonra söyleyeceği kelimelerin insanlarda yaratması gereken saygıyı hatırlatmak istercesine sesini kalınlaştırarak konuştu :

-Davacı Avukat  Y. S ! Siz de biliyorsunuz ki bugün burada çok önemli şahsiyetler adına dava açmış bulunuyorsunuz. Üstelik avukat olarak kendinizi temsil edebileceğinizi de beyan ettiniz.
Zaten suçladığınız  şahsiyetlerin  önemi ve dokunulmaz olmaları gerekliliği göz önüne alındığında hiçbir avukat sizinle bir işbirliği  içine girmek istemez.
Sizi savunmak   insanı bugünkü biçimiyle oluşturan  bütün fikirlerin  üstünde oturduğu   temeli  dinamitlemek anlamı da taşıyor bence.
Ama burası bir hukuk devleti ve bu mahkeme de hukukun tam işlerlikle varlığını ortaya koyması için kuruldu; hatta daha da önemlisi burada varlık gösteren hukukun gelecek yıllara da  sapasağlam aktarılabilmesi için bütün duyguları ve ön yargıları  önemli kavramlar olarak ele almayıp sadece kendi kurallarını işletecektir.”
”İşte bu yüzden,  sizin davacı olma hakkınızı da her şeyin üstünde tutarak   davacı olduğunuz bu çok önemli   sahsiyetleri   zanlılar olarak yargılamak durumundayız..
Şimdi sizin  duyarsızlık, işlevsizlik ve  hukuku  unutturma çabalarına engel olabilecek büyük bir güce sahipken onu kullanmamakla  suçladığınz bay DEVLET” i  çağırıyorum.” 

”Buyrun efendim, lütfen herkes ayağa kalksın. “

İnsanlar   kendince kıpırdandı sadece.  Yalnız mağdur çok belli bir çaba içinde, hatta çevresinde ona yardım edecek biri var mı diye bakınarak titreyen bacakları üzerinde doğrulmaya çalıştı.
Gelenin somut varlığından çok soyut varlığına ve onun   süreklilik koşuluna  olan  inancı nedeniyle  bu gayreti gösteriyordu.

Ama hepimiz biliriz ki bedenin gücü bir yere  kadardır ;  hangi duygu bir insanı ayakta tutabilir tümüyle tükendiğinde o insan.

Hayatın   özündeki o ilk ve son cevher bile yetmez ölümün ayak sesleri duyulduğunda çözülen diz bağını o hayata bağlı tutmaya.

Yargıç bu garip görüntüyü daha fazla sürdürmemek için,  sanık  yerine oturan devlete döndü:

-Hakkınızda, her durumundan  tam anlamıyla haberdar olmanızı gerektiren,  insanlığın daima koruyucu kalesi olmuş hukuk gibi bir kavrama karşı  son derece ilgisiz bir tutumla yaklaştığınız iddiası var .”

Birden yargıcın   sol tarafında oturan ve şu ana kadar hiç sesi çıkmadığı için yazarın bile dikkatinden kaçan savcı söze karıştı.

Ayağa kalktı ve kollarını iki yana açarak  konuşma  alışkanlığını  bu davada da  sürdürdüğü için orada bulunan herkeste uçmaya ve avlanmaya hazırlanan yırtıcı bir kuş duygusu yarattı.

Mağdurun belki de bulanıklaşan gözleri bu görüntüyü görmek için kısılınca, küçülen ve aslına dönen görüntünün onun kafasındaki negatif biçimi ve beynin karanlık odasındaki yıkama suyundan geçerek insani biçimlere dönecek  fotoğrafı  şimdi sadece  yırtıcı bir kartaldı.

-“Sayın yargıç sözlerinize bir kaç kelime ekleyerek durumu daha da açıklığa kavuşturmak istiyorum.
Bay devlet hukuka göstermesi gereken ilgiyi  bu  davada   hiç göstermemiş;  bu nedenle mağdurun hukuktan yararlanma çabasını;  onun durumunun hukuku gerektirmediğini  hissettirerek adeta sabote etmiş  ve mağdurun direnişinin bireysel bir karar sonucu ortaya çıkan bireysel bir gösteri olduğu kanısını kamu oyunda  yaratmak istemiştir…

“Bunu kendi dümen suyunda olan,  yelkenleri gazete kağıdından yapılmış olduğu halde bütün fırtınalarda sadece güçlülerin limanlarına sığınarak ıslanmaktan bile kurtulan dev medya   donanmasından  da destek bularak başarmıştır.”

Oysa devlet kişinin kimliğini gözetmeden,  davası ve inançları ne olursa olsun, o kişi hukuk alanına  girdiği andan itibaren  kendi varlığını da bu hukukun hiç zedelenmeden yürümesi için seferber etmek zorundadır…
Bay  devlet kulaklarını tıkamıştır. Aslında kulaklarını tıkayan bir devlet zaten sağırdır. Kulak tıkama eylemi başkalarınca da taklit edilmesi amacıyla yapılmıştır.

Yargıç devlete döndü:

-Bu konuda ne diyorsunuz bay Devlet ?

Devlet öksürdü. Üstündeki frak onu sıkıyordu. Bundan yıllarca önce giydiği o geniş kaftanlar,  eteklerini her gün yüzlerce kişinin öptüğü   rüzgarlı ve görkemli  giysiler şu anda üzerinde olsaydı ne kadar rahat edecekti  kimbilir.

Hala genetiğinde yaşıyordu ; otoritenin tek kişiye bağlı olduğu, sözü geçen hukukun da o zaman adının sadece hak olduğu ve bu hakkın da  kendi ellerinden dağıtıldığı ,devletin  tanrı rolünü bütün senaryoları kendisi yazarak üstlendiği   parlak  günler.
 
İçini yırtıcı bir özlem  yakınlarda çakan  şimşek   gibi dağladı geçti…

-Sayın yargıç ben hala bu ölüm orucu   kararının  kişisel bir karar olduğu düşüncesindeyim.  Ve hukukun olduğu bir yeryüzü parçasında da kişinin bu kararına  saygı duyulması gerektiğini savunuyorum…
Ama bu  kişi  intihar eylemini bir gösteriye dönüştürerek azmettirici bir tavır da takınmış ve suçlu olmuştur bence.

“Kişi uzun  sürelerde  gerçekleşen bu  intihar eylemi ile dikkat çekmek istemekte hatta dava dediği soyut  kavramlara da başka türlü ilgi  çekemeyeceğini bildiği
için  hepimizi meşgul etmektedir…
“Devletin ilgi sahasına giren bunca olayın arasında kendi dertlerine derman arayan buradaki mağdur birey, iki lokma bir şeyler yese;  beyni beslenecek ve yaptığı işin anlamsızlığını kavrayacaktır.”

Devlet küstah ve hükümran bir bakışla mağdura baktı; ve  bakışlarını  hiçbir  anlam ayarı yapmadan  hatta biraz da tehdit tozu yükleyerek  yargıç kürsüsüne çevirdi.

Bu bakışların projektör taramasında insan bir  yerlere  saklanmak ta isteyebilirdi; suçlu olmasa bile.  Devlet bunu çok denemişti…

Savcı   önce mağdura baktı,  dudaklarında,  mağdura her şeyi ölümüne  zorlaştırmış olan bu iklimde  böyle bir davranışa kalkışmak için en az yüzlerce yıl erken davrandığını söyleyen müstehzi bir kıvrım belirdi.

-Sayın  yargıç bir devletin en önemli işi,  her eyleminde hukuku gözetmesidir.
Devlet “yapacağım bunca iş”  derken hukukun önemini geri plana atmakta, ve bunca işinin içine hukuku sokmadığı  gerçeğini ağzından kaçırarak ,  belki de bir devlet suçu işlemektedir…
Bu durumda kendi varlığının da sorgulanması gibi bir süreç başlayacaktır ki; bu süreç onun yerine geçmek için fırsat kollayan nice oluşumun harekete geçmesine neden olacaktır.
Ne tarihimiz ne de bu tarih içinde şu anda belirlediğimiz sosyal varlığımız böyle bir iddialaşmayı kaldırabilecek güce, kültüre ve de gelecek bilincine sahip değildir ne yazık ki…

-Sayın yargıç “ diye söze karıştı devlet:

“Bütün kültürler, bütün kalabalıklar ve bizi oluşturan dokunun bütün parçaları ve de  hücreleri,  adına devlet denmese bile bir otoriteyi zaten her zaman iş başına getirecektir. Değerli  savcılık makamı  çok meraklanmasın yani…heh heh..

Yargıç devlete dik dik baktı…Elleri terlemişti. Çok insiyaki bir şekilde eli  tokmağa gitti , ama sonra vazgeçti.

Mağdura döndü:
-Konuşun, bu duruşmanın  acaip  bir duruşma olacağını sezmiştim zaten.

Mağdur yine ayağa kalkmak için zorlandı.
O anda bu mahkemenin  acaipliğinin   bizzat yargıç tarafından kabul edilmesinden  cesaret alan iki kişi yerinden kalkıp onu kollarından tutarak ayağa kaldırdılar.

Hatta  biri  kolunu mağdurun sırtına dolayıp eliyle ensesinden destek verdi.

Şimdi mağdur başı dik bakıyordu karşıya.

-Sadece   otoritenin devamını isteyen bir devlet bugün burada temsil edilen her kavramın da karşısındadır.”diyerek söze başladı.
”Bay devletin özlediği otoritenin kullanıldığı bir ortamda, benim hiç söz hakkımın olmayacağını hissetmiş olmanızı dilerim.”
“Bence artık beni aşan bir tehlike de söz konusudur ef..en..dim.”

-Bay Devlet siz yerinize geçiniz. Şu andaki sorumluluğunuzun ve  görevlerinizin kalıpları çerçevesinde düşünmeniz gerekiyor sanırım.
Bu nedenle sizi kendi kendinizi sorgulamaya davet edeceğim bu durumda.

”Şimdi ikinci davalıyı çağırıyorum. Bay Vatan ,  lütfen buyurunuz. “
”Sayın savcılık makamı  bay vatan hakkındaki iddianamenizi rica edelim.”

Savcı biraz düşünceliydi bu kez. Sesi daha ağır bir tonlamayla  söz haline geliyordu. Ekolu konuşur gibiydi.

-Bay Vatan siz de  bu davada, varlığınızın,  size ait topraklarda yaşayan her bireyden çok daha üstün olduğunu söyleyerek,  mağdurun varlığının şu anda neyin ifadesi olursa olsun, çok ta önemli olmadığını iddia etmişsiniz.

Bay vatan gözlerinden ateş saçarak sıçradı yerinden:

-Elbette ki evet ! Benim  topraklarım üzerinde yaşayan herkes bu topraklar için yaşamak görevi kadar ölmek zorunluluğunu da hissetmelidirler.
”Mağdur bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin özgürlüğünü  savunan  sinsi tutum içerisinde benim varlığımın kutsallığını tartışılır bir zemine çekmek istemektedir.
O ölebilir… başkası da ölebilir. Ama vatan kalmalıdır…

“Toprakları sulanmalıdır; sınırları korunmalıdır.
.
”Vatanın bütünlüğünü içermeyen hiçbir düşünce benim topraklarıma bir tohum olarak bile düşmemelidir.”

”Oysa bu ölüm orucu, benim bütünlüğümü tartışma zeminlerine çekmek isteyenler için yapılmaktadır. “

”Benim topraklarım besledi onları, benim topraklarım doyurdu; demek doymamışlar.
İhanet zaten açların sahnesidir sayın yargıç.
Ama görüyorlar ki ihanet o kadar karın doyurmuyor.
Kaç kiloydu bu zat.  Şimdi bir ilk çağ iskeleti gibi,  haline bakın…
Evet, ihanet karın  doyurmaz ! “

Savcı söz aldı:

-Vatan sadece korunması gereken topraklar olarak isimlendirildiğinde,  bu korumayı üstlenen herkesin de  kendisi  tarafından kabul göreceği fikri çıkıyor ortaya.
“Bu toprakların  kutsallığı  kalıcılığı oranında geçerlidir.
Bu kalıcılık ta onun üstünde yaşayanların varlıklarıyla çok yakından ilintilidir.
Sadece toprak bütünlüğü  değil  çağlara yayılan bir insani bütünlük de  vatanı kuru bir toprak parçası olmaktan kurtarır.
Vatanın devlet kadar ilgisiz olması,  üzerinde yaşayanları tıpkı  kendisi  gibi birer nesne olarak gördüğü fikrini uyandırdı bende.”

Yargıç mağdura döndü.  Yine zorlukla ayağa kaldırdılar onu:

– Bay vatanın söyledikleri doğrultusunda  suçlamanızı  sürdürüyor  musunuz?

-Evet;  bay Vatan topraklarından başka hiçbir şeye önem vermiyor.  Topraklarının belirlenmiş sınırı içinde o da bir  anlamda…eee.. hü..küm.. ranlığını ilan ediyor.

”sınırlarının dışına çıkıldığı anda  yeryüzüyle bütünleşmek ve anlamını yitir..mek i…işi..ne gel..miyor.”

Mağduru tutanlar onun daha fazla dayanamayacağını anlayınca onu yeniden sandalyeye oturttular.

Uzay arkeologları artık hiçbir titreşim alamayacakları için   yanılacaklar, ve şahsın öldüğünü düşüneceklerdi.

Aslında bu ufacık zaman  hatası  çağlar içinde diğer hatalarla birleştiğinde tarihin olaylar konusunda pek de güvenilir bir kaynak olmayacağını söyleyebiliriz.

Zaten tarihi bir zamanlar dizisi olarak kabul etmek,  insanlığın akışını duymamıza yarayan bir nabzı bırakmak anlamına gelir; o nabız zaman dilimlerinden soyutlanan nadir insanların kalp sesleri bileşimi olan bir başka tarihtir.

-Sayın savcı söyleyecek bir sözünüz var mı ?  Kısa  olsun. Bugün bekleyen çok dava var.

-Bay vatanın bencilliğini destekleyen ve duruşma sırasında çalınmasını istediği marşlar ve türkülerin konumuz dışında olduğunu da belirtmek istiyorum. Söyleyeceklerim bu kadar…

Yargıç ona uzatılan  kasetleri, CD leri  alarak bir süre gözden geçirdi.   Sonra  itiraz etmek üzere yerinden doğrulan bay Vatana baktı.  CD  ve kasetleri yeniden savcıya verdi.

-Evet, şimdilik gerek yok, burada bir duruşma yapıyoruz.  Savaş sanatlarından  sayılabilecek bir ögenin hangi türde bir kanıt olacağına bu mahkeme karar veremez.  Bay Millet ve bayan Millet  buyurun.  Siz de cinayete teşvik zanlıları arasındasınız.

Bay millet  bayan Milleti yanına katmıştı  gelirken. Ama söyleyeceklerini şimdiden onaylayacağını her haliyle belli eden,  kızgın bakışlı bayan millet oturmayı seçti.
Savcı  bay  Millet‘ in oturmasını bekledikten sonra bütün bedeniyle ona dönerek konuşmaya başladı.  Duygularını belli eden bir mizacı olsa şu anda büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını herkes   fark edecekti.
Bu kırıklığı saklamak için gösterdiği çaba  onu et ve kemikten oluşan korkutucu bir heykele çevirmişti.
Duyguların yoksunluğundan muzdarip insanların bazen ne kadar korkutucu olduklarını düşünebiliriz bu noktada.
Yaratıldıktan sonraki   ilk adımı  duygulara doğru atmamış nice insanla birlikte yaşarız.

-Bay  Millet, şu anda burada bulunan ve cinayete teşvik suçuyla yargılanması istenilen tüm varlıklardan çok daha fazla zan altındasınız.

”Sizin duyarsızlığınız aynı zamanda otoriteyi kullananlar için bir cesaret anlamına da gelmiştir.  Böyle durumlarda cesaret hiçbir kelimeyle ifade edilmese bile gerçek bir suç unsurudur.

”Çünkü millet olarak tanık olmak durumunda olduğunuz hadisenin farkında bile olmamanız; duyarsızlığınızın nedeni ne olursa olsun;  sizi bu mahkuma  bir gün mutlaka hesap  vermenizi   gerektiren  bir mercii doğuracaktır.
Bu merciin  doğması, yaşaması ve varlığını sürdürmesi mutlaka çok sarsıcı depremlerle, kendi varlığını her şeyden üstün gören bay Devlet ve bay Vatanın da
varlıklarının gerekliliğini tartışma zeminlerine   taşıyacaktır.

“Siz bugünkü duyarsızlığınızla cinayete teşvik suçundan da büyük bir suçu işliyorsunuz… Atalarımız  buna “benden sonra tufan”  demişlerdir…

Kılıksız iki genç öğrenci artık duyulmasını pek umursamadıkları bir kıkırtıyla birbirlerini dürttüler.  Delikanlı kızın kulağına eğilerek fısıldadı:

-Benden sonra tufan…ben Nuh kaptan , dişi kuş  kızım,  gemime binmeyi kabul ediyor musun?

-Kıh kıh..elbette…ama  yanıma erkek türünden kimi alacağım.

-Beni,  Nuh kaptanı elbette kızım. Geminin dümenini ayarlayınca bizim dümenimiz başlayacak.

-Kıh kıh..valla çok utanmazsın.  Hani tufan olmasa kalıp şu salaklarla boğulurum ama ben daha gencim yani..kıh kıh”

Yargıç sandalyesinde adeta dağılmış hatta öyle ki, eksilmiş olarak oturan   mağdura seslendi:

-Söyleyecek bir sözünüz var mı?

Mağdur kendini zorlayarak konuştu:

 Benden sonra tufan…ama … bay ve bayan Millet için öyle.  Ya çocuklar. Tufan onlardan önc. Onlar…onlarla  birlikte.

Yargıç mağdurun daha fazla konuşamayacağını sezmişti. Bu yüzden sözünün anlaşıldığını belli edercesine başını salladı.
Bu  acaip  duruşmanın  sonu gelmeyecek  diye düşünürken yerinden sıkıntıyla kıpırdandı.
O anda sandalyesinin bir ayağının altına sıkışmış cübbesi yırtılıverdi.
Sıkıntıyla cübbeyi toparlarken,  diğer yanın da söküldüğünün farkına vardı.

”Allah kahretsin. Yenisini almalıyım hemen. Şu savcının  cübbesi gıcır  gıcır.
Mahkeme çıkışında sorayım kumaşını.  Benimki gitti gider. Yama da kaldırmaz. Hah ha…yamalı hukuk…hah hah.

İçinden gülse de yüzünde beliren çocuksu muzip ifadeyi önleyemedi; sesini sertleştirmeye  çalışarak hatta gereksiz yere tokmağını da masaya vurarak son konuşmacıyı  çağırdı:

-Devlet, vatan, Millet’  i dinledik… Şimdi  bayan  Sakarya’ yı  çağırıyoruz.
Kendisi bu davada suçlanmadığı halde bir eylemde bulunacağını haber vermek; ve bunun suç sayılıp sayılmayacağını da sormak üzere geldi.
Kendisini duruşmaya almamız,   yapacağı eylem suç olsa da  vazgeçmeyeceğini belirtmesi  sebebiyledir . Buyurun  bayan Sakarya.

Bayan  Sakarya  mavi uzun bir elbise giymişti.  Hatta ismini vurgulamak istercesine uzun mavi etekleri yerde sürünüyordu.   Bir  nehir gibi.  Yerine  oturdu. Eteklerini toplamadı; akması durdurulmuş büyük bir suyun ortasından, birdenbire yükseler bir su tanrıçası gibiydi.
Savcının bakışları ona çok yumuşak ifadelerle  değdi.  Hatta o bakışların yarattığı duygular  birer su halkası gibi kadının çevresinden yayıldı,  bir hoşgörü,  bir sevgi, havada asılı kalan neyse işte o,  herkesi biraz gevşetti. Kız esnedi bile:

-Ya  iyi ki hukuk okuyoruz; böyle üç davaya girsem hepsini hücreye tıkar, kesin istirahat; anca ölünce beraat.

-Yok ya.  Ben hepsini  salarım .  Bana ne. Gitsin  dışarıda  dalaşsınlar, birbirlerine girsinler. Derslere de ara verilir. Körün istediği bir göz.  Hah hah”

Savcı bakışlarının neredeyse sözle anlatımı denebilecek kadar yumuşak bir sesle başladı konuşmasına:

-Bayan Sakarya. Yapmak istediğiniz eylemi bir kere daha burada yüksek sesle tekrarlar mısınız?

Suların   tanrıçası başını kaldırdı. Yargıcın  üstünde,  görünmeyen bir gökyüzünü görüyormuş  gibi akıp giden hayali bulutlara dikti gözlerini:

-Ben tersine akmak istiyorum efendim. Bunu başarabilirim !

Yargıç cüppesinin sökülen kolunu belli etmemek için dirseğini kürsüsüne dayadı:

-Tersine akmak bir fizik kuralına karşı gelmektir; ama bu  duruşmamızı da pek ilgilendirmiyor sanırım, öyle değil mi ? Gidin tersine akın. Başınız dönmesin yani. Hıh hıh.

Davacı yine yerinden doğrulmaya çalıştı.
Yargıç oturduğu yerde konuşması için eliyle otur işareti yaptı.  Davacı çabasını sürdürerek konuştu, belli ki heyecanlanmıştı.

-Sayın yargıç, bayan… Sa..karya  başka bir şey daha yapacak.  Ben..ben bunu onaylıyor ve o…ona evet,  o..ona saygı duyduğumu bildiriyorum.

Savcı sözü aldı:

-Bayan  Sakarya neden tersine akmak istiyorsunuz?

Delikanlı kıza fısıldadı:

-Guiness rekorlar kitabına geçecek.  Sular tersine akmaz diyenler şişecek. hah hah

Bayan Sakarya yerinden doğruldu.  Eteklerini kendine doğru çekti; sanki suların tersine  akmasını sembolize edercesine onları arkasına doğru serbest bıraktı:

-Benim istediğim çok basit değil elbette ki.  Savcınız bunu anladı. Davacı da biliyor.
Ben tersine akarak,  mucizemin yanı sıra bir başka mucizenin oluşmasını da sağlayacağım tanrı izin verirse…
”Zaman da tersine akacak. Çok gerilere. Her şeyin yeniden başlama umudunu taşıyan o eski günlere. Benim sularımda akıp giden o kutsal ölümler zamanına. Onlara soracağım bugünü anlatıp; “değer mi çocuklarım”  diyeceğim.”

Devlet ve vatan hep bir ağızdan bağırarak yerlerinden fırladılar:

-Muhbir bu kadın.Muhbir…devletin vatanın bölünmezliğine saldırıyor…
Yakalayın,tutun !..sularını kesin. Kurusun kalsın. Yatağında ölsün !

Davacı onlar kadar olmasa bile yine de eskisinden daha kolay duyulur bir sesle konuşmaya çalıştı:

-Sular zaten tersine akmıyor mu ? Hukuk kendi işleyişine ters düşen bir yanılgının tam ortasında değil mi?  Bir avukatın hukuk adına kendini ölüme  terketmesi  ortaçağların engizisyonlarına açılan kapılar anlamına gel..miyor …mu ?
Bir devletin beni, bu tek bireyini umursamaması, o birey milyonlarca olduğunda da o..onların isteklerini yerine getirmeyeceği anlamına da gelir.O za…zaman da
Devlet,vatan, hatta artık bin bir parçalı millet o kalabalıklara karşı güç kullanacaktır.

Bir büyük kalabalık suların  tersine  aktığı yöne, karşısındaki silahlı ve organize kalabalık ta suların  akması zorunlu ama artık belirsiz tehlikeler içeren bir yöne koşacak.  Orta çağlara geri dönmektense bırakın bayan  Sakarya, ter..tertemiz sularını  herşeyin  başladığı zamana çevirsin… Buna cesaret edelim…ce..sa..ret,  e..evet.

-Bence de fena fikir değil ha, diye fısıldadı delikanlı yanındakine.  Öteki de onayladı.

-Back to the future.  Tam filmi.  Yahu benim babam  Sakarya harbinde öldü  derdi ninem.  Adam bi kere daha ölecek .Yuh yani.

-Yok ya, dirilecek  belki de. Benim dedelerimden  Çanakkale” de  ölenler de yırttı yani.
Davacı artık son nefesini vermek üzereydi;   yargıç  çaresiz ve artık komik bir alışkanlıkla  tokmağını indirip,  davacı avukata  yardım etmeye çalışan,  kalp masajı uygulayan   üç beş kişiye sordu:

-Siz kimlersiniz ? Yok mu yakını ? Ambulans çağırın ?

Devlet de deminki ataktan sonra çok mecalsiz kalmıştı. Ona da yardım gerekti . İşin tuhafı Vatanın elinde tuttuğu tohum sapları, çiçekler, ağaç dalları vs solmuştu.
Bay vatan da görünüşe bakılırsa   çok sağlıklı durumda sayılmazdı.

Yargıç şaşkınlıkla sorusunu tekrarladı:

-Siz kimsiniz yahu ?…

Adamlardan biri yanıt verdi. Diğeri kalp masajı yapıyordu.

– Biz onun eski müvekkillerinin yakın akrabalarıyız.

-Ne kadar yakın ?

-Şeyy,  birinci dereceden… anne baba filan yani. 

-Bu adam onları savunamadığı için mi ölüyor   burada?   Başka…daha dayanıklı bir  avukat tutsaydınız ya.  Bu hem ölüyor hem de müvekkillerinin   davasını onlardan soyutlayıp kendi davası haline getiriyor.  Oysa bir suç varsa eğer faillerinden bu  kadar soyutlanırsa başka bir ifade kazanır. Siz başka avukat bulmalıydınız.”

Delikanlı    biraz daha yüksek bir tonlamayla fısıldadı bu kez:

-Ah be amca… bekleseydin ya beni.Tek ders sınavı çıkar çıkmaz işlem tamam.
Sonra hadi desen  bir buçuk sene staj.

-Ya adam ölüyor ya…Seni mi bekleyecek bir buçuk sene.

-Canım  ölmeyecek kadar yiyeceği bir oruca girerdi beni bilse.  Hani sen rejim filan yapıyorsun ya.  Bikini rejimi. Hah hah.
.
Devletin güçsüz sesi yine duyuldu:

-Bu adam yapacağını yapmış; belli ki bir salgın hastalık virüsünün taşıyıcısı olmuş; bakın herkes hastalandı. Siz bile sapsarı oldunuz sayın yargıç.
Hepimiz ölüyoruz onunla birlikte…
Bayan Sakarya sağlıklı bir sesle konuştu :

-Benim geçmişe  akmam  gerçekleştiğinde hepiniz yeniden hayata dönebilirsiniz.

Savcı da onun kadar sağlıklıydı:

-Sanmam   bayan Sakarya.  Sizin bu amacı güttüğünüzü sanmam. Burada tarihi bir olay yaşanıyor; bu da bir kere yaşanır.

”Herkes burada hukuk tarihinin bu en önemli dönüm noktasında birer varlık olmaktan çok birer kavram olarak da karşı karşıya geldiler.  Ve davacımız…hepsini   hukuka ilgisizlik ve de bundan kaynaklanan cinayete teşvikle  suçlayan  avukat Y.S  şu anda son nefesini vermekte…

”Ama bire bir olarak karşısına çıkan  bay  Devlet, bay Vatan,  bay ve bayan Millet de kendi anlamları doğrultusunda can vermek üzereler.”

”Çünkü    onları  ancak  bir bütün olabilen bireyleri yaşatır; burada olduğu gibi simgesel bir biçimde kendilerini temsil ettiklerinde ise, onların muadili olan bireyin ölümü onların da sonunu getirir.”

”Sayın yargıç  hukuk da bu salonda    durup dururken kendini paralayan cübbenizde çok derin yaralar alan varlığını bize duyurmuştur…”

Dışarıdan mübaşir seslendi:

-Ambulanslar geldi,  yaralıları ,  şey hastaları taşıyalım.

Devlet ve vatan kendilerine gelen sedyelere konulduklarında, telaşla başlarını kaldırıp davacının durumuna baktılar.
Onu de sedyeye koymuşlardı. Kollarından birine serum takılıydı. Devlet telaşla onu taşıyanlara sesini duyurmaya çalıştı:

-Aman önce onu götürün. Onu…şu serumlu olan…

Vatan da aynı telaşla söylendi:

-O bizden daha  değerli…aman onu yaşatın…bir  daha hiçbir duruşmaya gelmem böyle tek başıma. Allah kahretsin hepsini…

-Canım dirilsin yeter, “ dedi devlet.
”Sonra yine bizim”

Yargıç yırtılan cübbesini sandalyesinde bırakıp gitmişti…
Duruşma salonunda şimdi savcı ve iki hukuk öğrencisi kalmıştı.

Delikanlı savcıya yaklaştı:

-Şeyy efendim biz hukukta okuyoruz da. Çok garip bir deneyim oldu bizim için.
Savcı gülümsedi:
-Evet… çok önemli bir duruşma gördünüz.  Her şeyin bir tek anlamı vardır. Kalabalıklar bu anlamı ya güçlendirir, ya da sömürür; onu anlam olmaktan çıkarıp acımasız bir güç haline getirir. 
Siz   yanlış  birer güç  haline gelmiş devlete, vatana, millete ve  bütün bunları içinde taşıyan bir zamana; o zamanın da  geri dönme arzusuna tanık oldunuz.   Bir daha olmaz böyle şeyler. Şeyyy bayan Sakarya nerede?

Kız biraz rahat bir soluk alarak konuştu:

-Hala hayatta olduğumuza göre vazgeçmiş bence.

Delikanlı gülümsemeye çalışarak kekeledi:

-O kadar da  sevinme.  Bel…ki çok ama çok hızlı akmaya karar vermiştir.
Geç..geçip  gidelim diye !

1091520cookie-checkTersine akmak…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.