Bir soluk, bir ses

İtalyan –Fransız ortak yapımı olan bu filmde,  bir solukta 3.5 oktavlık sesi bozulmasın diye, küçük yaşta hadım edilen, 18. yüzyıl opera sanatçılarından biri olan Farinelli’nin hayatından bir kesit gösteriliyordu. O filme gidene kadar böyle bir kişiden de, böyle bir uygulamadan da haberdar değildim. Hatta bunun, o yıllarda böyle özel sese sahip çocukların bir çoğuna uygulanan bir yöntem olduğunu duymamıştım. Sanat uğruna böylesi bir vahşet, Avrupa’da, sadece iki yüzyıl önce uygulanıyormuş. Erkekliğin her zaman iktidar olduğunu düşünen ben,  en ince kadın sesi olan soprano tonuna sahip olmak isteyecek bir erkek ya da bunu bir erkeğe yakıştırdığı için buna izin verecek bir baba hayal edemezdim. Yıllar geçtiği halde filmden bazı sahnelere ve bu sahnelerin bende uyandırdığı duyguya hala yabancı değilim. Yüzünde tuhaf bir ifade ile yarı baygın bir halde kucakta taşınan çocuğun, suyla taşa akan kanı, fondaki, aslında bilgisayarla yapılmış olan  tüyler ürperten ses,  genç Farinelli’nin konserlerinde kendinden geçerek bayılan kadınlar, cinselliğini farklı bir şekilde yaşamak zorunda kalışını canlandırışları gibi  sahneler yer etmiş zihnimde. İnsanın doğuştan sahip olduğu yetenek, açığa çıktığında,  tüyler ürperten, saygı uyandıran, kendinden başkasına duyduğun türden tuhaflıkta bir korku hissettiren bir özellik. Büyük olduğunu düşündüğüm, hayranlık duyduğum tüm sanatçıların uyandırdığı duygu kabaca budur bende. Böylesi bir sese sahip olmak özel bir durum olabilir, ama bu da yeterli değil, o sesi çıkaran kişinin hali, hislerini yansıtışındaki gücü, samimiyeti, iç dünyası daha da önemli. Örneğin gerçekten özel bir sese sahip olan bir çok pop şarkıcısı, dinlediğimde bana hiçbir duygu vermiyor. 


Hep söylerim, kişinin kişiye öğretecek çok şeyi vardır diye. Geçtiğimiz aylarda bir gün bir öğrencim acele acele odama gelip, hocam bilgisayarınıza birkaç şarkı yüklemem lazım dediğinde, paylaşımı için teşekkür etmiştim. Öğrencilerimin, müziği iletişimin bir yolu olarak  görmeleri ve beğenilerini paylaşarak daha yakın olacağımız düşüncesi ile bana şarkı getirmelerine alışkındım. Hemen hemen her tenefüs ellerindeki mp3-çalarlar (benim için hala mucize bir alet) ile bana tanımadığım, takip edemediğim,  kendi kuşaklarına ait kişi ya da grupların parçalarını  dinletmeye çalışırlardı. Yerine göre dersleri müzikle yapmaya alıştırdığım, bunaldıklarında odamda müzik dinlemelerine izin verdiğim, yazı yazdırırken keman konçertoları gibi klasik müzik dinlemelerini sağlamaya çalıştığım, onlardan gelen önerilere de kulak kapatıp uzaklaşmadığım için onlar da benim müzik kültürüme çok katkıda bulunmuşlardır. Hepimiz biliriz, sevdiğimiz müziği, sevdiklerimize de dinletmek ve sevdirmek en büyük heyecanımızdır o yaşlarda. Yoldaşlığın ilk koşulu gibidir aynı müzikte benzer duygular hissetmek. Ablalarımıza, ağabeylerimize kasetler kaydederdik. Sonra dinledi mi, beğendi mi acaba diye heyecanla beklerdik. Hatırlıyorum da, Londra’da bir gece, gurbetlik durumunun neden olduğu ruh hali ile Ömer Faruk Tekbilek dinlediğimde, yanımdaki İrlandalı arkadaşım beni hiç anlamamıştı. Ağladığımı gördüğünde de, “bu melodi bana sıkıntıdan başka hiçbir şey ifade etmiyor” demişti. O an, benle aynı şeyi hissedecek birini hiç o kadar güçlü bir şekilde istememiştim.  Muhtemelen işte böyle bir istekle yanıma gelen öğrencim bana o zamana kadar dinlemediğim birini keşfetmemi sağladı. Cem Adrian.


Fazıl Say’ın elinden tuttuğu çok genç bir yetenek. İnanılmaz bir gırtlağı (7 oktavlık bir mucize) olan bu gencin, hali, sahnedeki görüntüsü Nick Cave’i hatırlattı. Ama itiraf etmeliyim, verdiği duygu ondan çok daha güçlüydü.  Öğrendiğime göre  ses telleri normal bir insanınkinden çok daha uzunmuş ki, o sadece bir soprano değil aynı zamanda çok özel sesler çıkarabilen bir yeteneğe sahip. İşte herkesin ertesi gün işe gitme paniği ile erkenden uykuya dalmaya çalıştığı şu saatlerde, yaz tatilinin tadını çıkarmaya çalışan ben, onun sesinden bir Aşık Veysel şarkısı olan “Uzun ince bir yoldayım” ı dinleyip transa geçiyorum. Bu ses insanı saatlerce ağlatabilir. Nasıl hissederek, ibadet eder gibi, göğe yükselir gibi, ırmaklara karışır gibi, dağların üstünden geçer gibi,  damarlarda akar gibi söylüyor. İsterse, o ne bir kadın, ne de bir erkek.  “Ben bu şarkıyı sana yazdım” adlı, sözü ve müziği kendisine ait  parçasında  “Ahiretten  ölüm, tanrıdan inanç aldım” diyor en yumuşak sesi ile.  Ne bir kadın ne bir erkek sesi dedim, çünkü hayalini kurduğumuz bütünlük gibi, tek bir ses, cinsiyet aramadığın, ayrılığın, karşıtlığın olmadığını düşündüren kadifemsi bir ses. Kadının ya da erkeğin iktidar oluşu gibi değil, “insan” olmak gibi. Her şey için en doğru bir zaman gerçekten varsa, bu şarkılar için en doğru zaman sanırım bu geceydi benim için. Gök yüzünden gelen bu sesin sahibi kimmiş bakalım diye internete girdiğimde kendisine ait olan sitenin ilk sayfasında


“ ‘Ye kendin dikebilirsin ya da hiç kimse.
Eline yalnızca bir iğne ve bir iplik verebilirim’ dedi Tanrı” 
cümlesi karşıladı beni.
Benim gibi önünde yirmi günlük tatili olup, işi gücü olmayan biri, ya sanatla ya felsefe ile uğraşıyor, müzik dinleyip sonra da oturup yazıyor işte. Bana sinir olan dostlarımın seslerini duyar gibiyim.


Keşke hayatlarımızı neler için tükettiğimizi, en azından durup mola verecek kadar farkına varabilsek. Şu sesi bir molada dinlesek bari!


***


“Bulutlardan beyaz,gökyüzünden mavi aldım
Denizlerden sonsuzluk,gözlerinden umut aldım
Yıldızlardan ışık,kuşlardan haber aldım
Ahiretten ölüm,tanrıdan inanç aldım


Ben bu şarkıyı sana yazdım


Gecelerden yalnızlık,sabahlardan ümit aldım
Seslerden değil , direttim cesaret aldım
Gözyaşlarından şarkı,karanlıktan korku aldım
İçine biraz hüzün,hüzün kattım
Şarkı yaptım


Ben bu şarkıyı sana yazdım
cem adrian

701870cookie-checkBir soluk, bir ses

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.