Türklerin Balkanlardan zorunlu göçü…

Tarih bir çok açıdan yazılabilinir. Tarihteki olayları tek bakış açısı yoktur, nereden bakarsanız tarih yazıcılığı ona göre kendisine özgü gerçekler yaratır ve o yaratılan gerçekler ile tarihten dersler çıkartılmaya çalışılır…  Kısaca tarihin tek bakış açısı ve tek doğrusu yoktur, yaşananlara en yakın doğrular ancak karşılaştırmalı tarih ile ulaşılabilinir…

Bizim tarihimiz hep resmi tarih ile bizim ülkemiz üzerinde planlar yapan emperyalist devletlerin bakış açısına uygun olarak yazılmış ve onlardan elde edilen gerçeklikler gerçek olarak kabul edilmiş ve hatta üzerinde pek de kafa yorulmamıştır, çünkü bize öğretilen şey “tek doğru” vardır, “akılın yolu birdir”… yani tek ve tartışılmasına “gerek olmayan” gerçekler vardır…

Yaşananları ancak yaşayanlar ve o yaşananlar sırasında hayatını kaybeden ailelerin gelecek kuşaklara taşıdığı acılar ve sözlü tarihtir. Elbette o da sübjektiftir, çünkü olaylara duygusal tepkiler ile bakmakta, hatta bir çok sözlü tarihte nefret suçlarını açık açık görebilirsiniz.

Ezilmişlerin tarihi hep acıların taşınması ve yenilgiler ve kaybedilen yakınlara duyulan özlem üzerinedir…

Balkanlarda gerçekleşmiş olan her olay ülkemizin yakın tarihini çok yakından ilgilendirmektedir, çünkü Balkanlar aslında Osmanlı imparatorluğunun kalbidir. O dönemde devlet kendisini bir Balkan Devleti olarak görmekte ve oraya karşı özel bir ilgisi ve yatırımı vardır. Osmanlı devletinden günümüze kalan bir çok yapının Balkanlarda olması ve halen orada yaşayan Osmanlıdan kalan Türk / Müslüman ailelerin yaşamları geçmiş ile bağlantısı güçlü bir şekilde yaşadığını görürüz. Osmanlı Mahallesi, Osmanlı evleri, Osmanlı/ Türk hamamı, Osmanlı geleneği diye tabir edilen aslında Osmanlı değil, Müslüman olanlardır… Her türlü yok etmeye karşı direnen halen bir çok Osmanlı zamanında kalan tarihi eserler varlığını korumaktadır.

Müslüman demek Balkan devletleri ve halkları için Türk demektir…

Balkanlar Osmanlı imparatorluğunun kaderine en çok etki yapan coğrafi bölgedir. Kuruluşundan ve yıkılışına kadar Balkanlar Osmanlı tarihi içinde çok önemli yeri vardır ve o önemini hep korumuştur. Kuruluşunda batıya doğru seferler yapmayıp, beylikler savaşı içinden birlik oluşturmaya kalkmış olsaydı sanırım Osmanlı diye bir imparatorluk kurulamayacaktı büyük olasılıkla, onu diğer beyliklerden farklı kılan konumu ve stratejik önemidir.

Osmanlı devleti Avrupa’nın kabine doğru ilerleyişi durduktan sonra gerileme sürecine girmiş, yavaş yavaş sınırlarını geriye çekmiştir. Her sınırlarda oynama olması demek, Osmanlı devletinin kaybettiğinin anlamına gelmektedir. Gücü batıda gelişmelerin karşısında zayıflaması anlamındadır.

Osmanlı devleti maddi açıdan bankerlere bağımlı olmaya başladıktan sonra gelişen kapitülasyonlar ile borç sarmalı içinde, siyasi kararları alacak cesaretini de kaybetmiştir.

Borç sarmalı Osmanlı devleti içinde isyanlar, komşuları ile yaşanan savaşalar, batıdan başlayan bir küçülme anlamına gelmektedir…

Fransız devrimi sonrası gelişen emperyalist bakış açsısı, sömürgeden kalan birikimler ile Osmanlı devletinin paylaşımının başlangıcıdır.

Osmanlı devletinin zayıflaması ve küçülmesi Fransız devrimi sonrası oluşan emperyalist düşünce yapısı içinde parçalamak anlamını dönmüştür.

Osmanlı devleti parçalanacaktır, çünkü o yer altı zenginliği ile emperyalist devletlerin iştahını kabartmakta, “hasta” olarak kabul edilen devletin helvasını pişirmeye başlamışlardır. Sinsice, inceden inceye işlenen emperyalist bir politika zamana yayılarak, uzun vadeli ama kısa zamanda sorunlara yanıt verecek çözüm yolları bulunmuştur. Osmanlı devleti, iktidarının yani sarayın elinden devleti bankerler ve ulus devleti olacak kadar bilince erişmiş halklar eli ile alacak politikalara hayat verilmiştir…

Sarayda padişah çok güçlüymüş gibi kendi tabasına kudretini gösterilirken, aslında dışarıda güçsüz ve muhtaçtır. İktidarın bankerlerden aldığı borçları, onun elini kolunu bağlamaktadır…

Borcu kontrol eden, devleti kontrol etmekte ve yönetmektedir…

Emperyalist politikalara uygun olarak Balkanlarda önce Yunanistan bağımsızlığını ilan etmiştir, çünkü Yunan kültürü demek batı demektir. Batının kültürünün temeli Yunan kültüründen alındığı vurgusu bugün dahi sürekli yapılmaktadır. Yunanistan diye bir devletin kurulması aslında Balkanlarda kiliselerin savaşının fitilini de yakmıştır, çünkü Balkanlarda devlet kadar güçlü olan kilise, Balkan coğrafyasında halklarında kültürünü, aidiyet duygusunu ve uluslaşama için gerekli aydınlanmanın da temelidir.

Balkanlarda kilise, Fransız Devriminin uluslaşma ve kapitalistleşme rüzgarına nefesleri ile katkı sunmasıdır… Elbette burada kilise yalnız değildir, onların arkasında emperyalist devletlerin istihbarat ve ekonomik gücüde vardır…

Fransız devriminin ortaya çıkardığı ve ihraç ettiği ulus devleti ve mantığı bir çok küçük devletinin de oluşumunun alt yapısını oluşturmaktadır. Osmanlı devleti sömürge devlettir, imparatorluk içinde bir çok ulusu ve inancı barındırmaktadır. Doğuya özgü bir tarih çizgisi ile gelişmiş ve batının içinde doğunun yayılmacı ve yağmacı kültürünü sembolize etmektedir.

İmparatorluk, üretim ile kendisini finans etme yerine yağma ve seferler ile ekonomik krizden çıkış yolları aramıştır.  Sarayın harcaması devletin harcaması olarak algılanmıştır. Bir çok coğrafya unutulmuş, eğer bir devlet saldırmışsa anımsanacak yerler mevcuttur, tebaa orada devlet adına gelene vergi veren ve kaçıran konumundadır. Osmanlı devleti ne kendisini anlatma ihtiyacı duymuş ne de yatırım yapmıştır. Başlangıçta yağma seferlerini başarı ile uyguladığı yöntem zaman içinde sefer için yapılan hazırlıklar krizin derinleşmesinin nedeni olmuştur.

Osmanlı devleti teknolojik gelişmeye kapalıdır, teknolojiye yatırım yapmak yerine liderlerin ne kadar ulu ve yenilmez olduğu fikrine yatırım yapılmış ve liderlik ile ülkenin içinde bulunduğu sorunun aşılacağı fikri yaygınlaştırılmıştır.

Batıda teknolojinin gelişimi ve feodal devletlerin içinde gelişen sanayinin ve teknolojinin günlük hayata uyarlaması ile gelişmekte olan kapitalist ilişkiler feodal alışkanlıkları, gelenekleri de parçalamaktadır.

Batıda iktidarı paylaşmak isteyen yeni bir güç vardır. Feodal düzenin yerini feodal düzen içinde örgütlenmiş bir sermeye gurubu 10. yüzyıldan itibaren oluşmaktadır. İktidar artık mutlak bir aileye ve dini gruba değil, halka ait olduğu fikri ile feodal kaleler, saraylar kuşatılmaktadır… Aşağılanan, hor görülen sanayi ve teknolojiye hükmedenler artık feodal beylerinin yanında itibar görmek ve zaman içinde onlar ile eşit haklara sahip olmak istemektedir.

Çatışma kaçınılmazdır, o çatışmaların oluşturduğu ortamların sonuncunda Fransız devriminin alt yapısı oluşmaktadır.

Osmanlı imparatorluğu Avrupa’da gelişen bu süreçten bağımsızdır, hatta habersizdir, o kendi içine dönmüş, ekonomik krizler ile uğraşmaktadır, sanayileşme ve üretim ile krizden çıkmak yolu yerine borç alarak, daha çok borç alarak sorunlardan kısa yolda kurtulma peşine düşmüştür. Sık sık değişen padişahlar kısa sürede sorunlara çare arayıp bulmak ile yükümlüdür, aksi halde asker içinde “kazan kaldırma” tehdidi ile yeni padişahın yolunu açmakta, sarayın arka kapısından boğulan akrabaların cenaze töreni sessizce yapılmaktadır…

Osmanlı “kazan kaldırma” ve yeni lider arayışını sonlandırmak için yeni çeri ocağını zor ile ortadan kaldırmış yerine yeni ordu kurmuş, yeni ordunun yapılandırılması ve teknik ile donanımını tamamı ile batıya bağımlı hale gelmiştir.

Yeni yapılanma sonucunda saraydan eskisi gibi sık sık kardeş cenazesi çıkmıyor ama borç sarmalı ile boğuşmaktadır. Borç öyle bir sarmaktadır ki, padişah ve onun altında yer alan iktidarın gücünü temsil edenler bankerler ile iletişime geçmek için batıda her kapıyı çalmaktadır…

Osmanlı batının gözünde “hasta adam” diye anılmaktadır…

Emperyalistlerin düşünce yapısında ise hastalığın tedavisi; parçalayarak yeni bir devlet oluşturmak ve borç verenlerin alacaklarının tahsil edilmesidir. Emperyalist planlar oluşturmakta ve açıktan ya da gizliden gizliye tartışılmaktadır.

Doğuda sık sık oynanan satranç oyununu siyasete uyarlayan İngilizler, birkaç hamleyi önceden görebilen ve o hamleyi yapmak için ortam hazırlayan iyi bir siyasi oyuncu olarak siyaset sahnesinde öne çıkmaktadır. Birleşik Krallık sömürge kültürüne ve birikimine sahiptir ve o birikimini emperyalist amaçlara uyarlamakta da ustadır…

Fransız devrimi, değişik coğrafyalarda ulus devletleri ortaya çıkarmaktadır…

Fransız devrimi ile uluslaşma, yani sermaye birikimi için homojen devletler oluşturması, aslında katliamların, soykırımların kapısını açmakta ve feodal düzen içinde imparatorlukların katliamlarını kat ve kat aşacak boyutta kitleselleşmektedir… Gelişmekte olan sanayi için sermaye birikimi yapan ulus devletler, ihtiyacı olan ham maddeye en ucuz ve en verimli ulaşmanın yollarını da emperyalist politikaların gelişiminde zaman içinde bulmuştur…

Napolyon’un Mısır seferi yakın ve orta doğunun zenginliğini gözler önüne sermiştir.

Emperyalizm, daha kanlı bir gelecek planlarını ihtiyaca uygun olarak hazırlamaktadır…

Osmanlı imparatorluğu borç sarmalındadır ve önemli ham maddeleri de toprağında barındırmaktadır… Denizaşırı coğrafyalardan ham madde taşımak pahallıdır, en kısa yoldan ihtiyacı karşılayacak bir plan yapılması gerekmektedir ve İngilizler o planı sömürge döneminden itibaren yapmaya başlamıştır bile…

Balkanlar, Osmanlı imparatorluğunun kalbidir.

Yunanistan Osmanlıya karşı düzenli olarak ayaklanan ve Rus savaşı sonrası Edirne Anlaşması 14 Eylül 1829 bağımsızlığını kazanan ulus devleti olmuştur. 1832’de Yunanistan Devleti, Osmanlı yönetimi tarafından da resmen tanındı.

Yunan devletinin kurulması Balkanlarda kazanılmış bir mevzi işlevi görmüştür.

Yunanistan’dan sonra Balkanlarda ulus devleti anlayışı ve uluslaşma fikriyatı yaygınlaşamaya ve yeni çatışmalarında alt yapısını oluşturmaya başlamıştır. Balkanlarda oluşacak her ulus devleti, homojenleşmek adına ve yeni devleti oluşturmak için içte temizliğe gitmiştir. Ulus devlet için çok kültürü yaşamı ve bir arada oluşmuş olan tüm birikimlerin silinmesi anlamına gelmektedir.

Balkanlar göçler ve katliamlar ile anılır oldu.

Her dere, her ırmak insan kanını taşır oldu.

Emperyalist politikalar öyle kısa vadeli sonuçlar için oluşturulmaz, uzun vadeli ve bir çok olasılık gözetilerek oluşturulur ve iyi bir planlama ile ortam yaratılarak hayat bulur. Öyle ortamlar yaratılır ki, çatışmanın olduğu yerde bir biri ile içli dışlı kültürlerin birbirini boğazladığı çatışmanın içinde, yer aldığı koşularda/ortamlarda birbirini öldürürken bulur, çünkü artık namludan bir kere kurşun çıkmıştır, ölüm ve katliamlar kaçınılmazdır…

Ölüm ve katliamların olduğu yerde toplu göçler kaçınılmazdır.

Devlet içinde yer alan göçler devlet eli ile yapılmadığı sürece “tehcir” olarak kabul edilmez ama yaşanan olayın kendisi bir daha dönmemek üzere yıllardır yaşadıkları topraklardan uzaklaştırılmalarıdır…

Planlı, düzenli sistematik sürgünler, katliamlar ancak devlet kurulduktan ve devlet eli ile yapıldığında soykırım olarak tanımlanabilir, onun dışında kitlesel toplumsal olaylar olarak adlandırılır… Tarih yazıcıları bir çok olaya bakarken devlet eli ile mi oluyor, yoksa çatışma içinde olan güçlerin birbirini boğazlarken zayıf konuma düşürülmüş, mazlum olanların katliamı şeklinde mi olmuş diye fikir yürütür, fakat bu fikir yürütmeleri de genellikle resmi tarih yazıcıların ihtiyaca cevap verecek şeklide biçimlenir.

Balkanlarda isyanlar ve yeni oluşturulan devletler Yunanistan’ın Osmanlı’dan ayrımı ile İstanbul patrikhanesinden bağımsızlığını isteyen Slav kökenli halkların kiliselerin bağımsızlık fikriyatını ulus devleti oluşturma şeklinde gelişmiştir.

Yunanistan’ın bağımsızlığı aslında Balkanlarda bir anlamda kiliseler arası çatışma ve yeniden rollerin dağılımı sırasında ulus fikrinin kitle içinde yaygınlaşması ile sonuçlanmıştır…

 Bulgarların çete örgütlenmesi ileride anti faşist örgütler için model olacaktır… Yatay şekilde örgütlenen bir şemada, örgütün merkezi ortaya çıkarılamayacak şekildedir… Hücreler birbirinden bağımsız ama bir amaç için hareket eden organizma şeklindedir.

Konuyu daha fazla uzatmadan Balkanlarda ulus devletler oluştukça Osmanlı içinde de iktidar mücadelesi keskinleşmekte, Balkanlarda örgütlenen İttihat ve Terakki Partisi mücadele ettiği Bulgar örgütlenmesinden etkilenerek Abdülhamit’e karşı bir anlamda gerilla savaşı vermektedir… Abdülhamit ise emperyalist ülkelerden gelen direktiflere karşı fazla direnememekte, onların istemleri yönünde adımlar atmakta ve kısa sürede geri almak ile bir anlamda iktidarını uzatmaya çalışmaktadır… İstibdat devleti oluşturan padişah diğer anlamda içte kendisini koruyucu önlemler alırken, borçlar yüzünden eli kolu bağlıdır ve sürekli tavizler vermeye zorlanmaktadır.

Batıda anti Osmanlı söylemler artmaktadır. Emperyalist planlara uygun olarak Balkanlar isyanların her yerde görülmeye ve yaygınlaştığı dönemdir. İsyanlar arttıkça emperyalist ülkelerde Osmanlı Devleti’nin katliamlar yaptığı iddialarını gündeme gelmektedir. Artık Balkanlarda kalan son Müslüman / Türk Anadolu’ya gönderilmeye zorlanmaktadır…

93 harbi ve sonrası gelişen olayılar Balkanlarda yeni devletçiklerin kurulması ve devletlerin tanıması ya da himaye alması ile sonlamıştır. Balkanların kaybedilmesi ve Balkanlarda katliamlardan kaçan Türklerin Anadolu içine yerleşimleri yeni bir sürecinde başlaması anlamındadır…

Parantez açayım, bu Balkan sorunun olduğu süreç içinde Osmanlı sürekli olarak savaşlara girip çıkış ve sürekli yeni anlaşmalar imzalamak zorunda kalmıştır.

Balkanlardan sürgün edilenler gibi Kafkasya’dan da Çerkes halkı sürgün olarak Anadolu topraklarına gelmektedir.

Sürgün yolu acıların tarihidir, diller lal olmuştur, kulaklar sağır olmuştur batı dünyasında… Üzerinde fazla konuşulmaz çünkü önemli olan onlar için amaçtır, amaca giden yolda katliam olmuş soykırım olmuş önemli değildir, zaten o tarihte soykırım tanımında yapılmamıştır.

Gücü gücü yetene değil, emperyalist devletlerin çıkarı ne yöndeyse, borçları kontrol edenlerin çıkarı hangi yöndeyse tarih o şekilde akmasına olanak verilmiş ve yol açılmıştır…

Suçlular her zaman haklı ve güçlüdür, mazlumlar ise hep güçsüz ve suçludur…

Savaş, yeni anlaşmalar ve yeni sınırlar Osmanlı imparatorluğunun iç mücadelesini ve yeni oluşumların da oluşması anlamına gelmektedir…

Yenilgi kaçınılamaz şekilde Osmanlı devleti içinde de iktidarın değişimi anlamına gelmektedir.

Kısaca anımsarsak İttihat ve Terakki yanlısı subayların ayaklanması sonucu  Abdülhamit, 24 Temmuz 1908’de kaldırdığı anayasayı yeniden yürürlüğe koydu. 13 Nisan 1909’da İstanbul’da 31 Mart Vak’ası adı verilen isyan çıktı. İsyan bastırılması ile İttihat ve Terakki artık devlet yönetimindedir. 27 Nisan’da II. Abdülhamit tahttan indirildi ve yerine V. Mehmed’in geçirildi.

  1. Dünya savaşı ve o savaşa giden süreçte Balkanlarda yaşanan olayların travması iktidarın üzerinde ve aldığı kararlarda etkili olmuştur. Balkanlardan sürgün gelenler ve gelemeyenlerin anıları tazedir. Yakınlarını kaybedenlerin öfkesi büyüktür. Savaş içinde alınan kararlar, “tehcir” uygulamaları ve yeni devlete giden süreç Balkan Savaşının toplum üzerinde bıraktığı etki ve onun dışa vurumu şeklindedir.

Sevr Anlaşması ile İstanbul içine sıkışan devletin İstanbul dışına çıkışı, yeniden derlenip, toparlayacak kadroların Anadolu’ya geçişi ve yeni devlet için Yunanların İzmir’e İngiliz desteği ile çıkarılması ve ona karşı duyulan öfkenin Anadolu’da dağılmış kadroların birleşmesini beraberinde getirmiştir. Eğer Yunan krallığı İzmir’e çıkarma yapmamış olsaydı acaba Samsun’a giden kadroların başarı şansı ne kadar olabilirdi? Elbette bugün bu soru anlamsızdır ve cevabı da yoktur ama İngiliz ve müttefik güçlerin emperyalist politikası uzun vadelidir.

Osmanlı devleti parçalanmış ve ham maddeye erişim daha da kolaylaşmış, Süveyş kanalı kontrolü ile emperyalist devletler için dünya küçülmeye başlamıştır…

Borçlar mesesli vardır ve İstanbul içine sıkışmış bir devletin borçları ödeme şansı yoktur, borcun üzeri bir çırpıda çizilecek boyutta değildir…

Borcu ödemeyi taahhüt eden elbette yeni devletin iktidar koltuğunda oturacaktır…

Anadolu’da yapılan mücadele iktidar koltuğuna taliptir. Bunu sözde değil, gerçekten istediğini de kayıt altına alma ihtiyacı duymuş ve muhatap aldığı emperyalist ülkelere bunu açıkça deklare etmiştir.

İzmir İktisat Kongresi, 17 Şubat 1923 toplanır, henüz cumhuriyet ilan edilmemiştir. Kongrede alınan kararlar ile kurulacak devletin yönü, amacı ve nerede durduğu ilan edilmiştir. Kapitalist sistem içinde kalacak bir devlet, elbette borçlara sahip çıkacaktır. 4 Temmuz 1923 Lozan’da yapılacak anlaşmanın da alt yapısı İzmir’de toplanan bu kongre kararları ile ilan edilmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi, 9 Eylül 1923 kuruldu. CHP meclis gurubunda kabine değişikliği görüşmeleri yapılırken, yaşanan sorunları aşmak için cumhuriyet’in ilan edilmesi gerektiği vurgulanmış ve bu görüş kanun teklifi verilmesi konusunda karara varılmıştır. Aynı gün meclise kanun teklifi verilmiş ve kısa zaman içinde “Yaşasın Cumhuriyet!” sesleriyle teklif kabul edilmiş…

Cumhuriyet ilan edildi ve bizler önümüzdeki aylarda 100. yılını kutlayacağımız bir cumhuriyet deneyimi yaşadık.

Balkanlarda yaşanan her adım hala bizi etkilemektedir, cumhuriyetin 32. yılında Selanik’te yaşandığı iddia edilen bir olayı bahane edilerek 6-7 Eylül olayları tarihte yerini almıştır. 16 Mart 1964’te İstanbul’da yaşayan yaklaşık 12.000 Yunan uyruklu sınır dışı edildi. 10 Ağustos 1950 Bulgaristan 160 bin Türkü sınır dışı etmiştir.  1985 yılında Türklere zorunlu Bulgarca ismi dayatmış, kabul etmeyenleri ya sürmüş ya da cezalandırmıştır.

Ulus devleti anlayışı ne yazık ki geleceği belirsiz yapmış, halklar arsında nefret söylemini geliştirmiştir. Kapitalist sistem savaştan ve kandan beslenmektedir, sistem sürekli olarak nefret söylemini ve çatışmayı körükleyerek yaşadığı kronikleşmiş krizden çıkış yolu aramaktadır…

Bizler kapitalist sistemin tüketici dayatmasına karşı üreterek, bir arada yaşayacağımız bir geleceği bugünden kurabilmek istiyorsak, onların körüklediği nefret söylemlerini ve nefret dilini günlük yaşantımızdan atmak ile işe başlamamız, resmi tarih yalanları ile beyinlerimizi biçimlendiren tüm kalıntılardan ve duvarlardan kurtulmamız gerekmektedir…

Acılar karşılaştırılmaz, bir biri ile yarıştırılmaz. Her acının kendisine özgü bir oluşum ve geçmiş öyküsü vardır. O yüzden acıyı yaşayanlar bilir; acı üzerine nefret söylemi gelişirse, çatışma ve düşmanlık kaçınılmazdır. Kanı kan ile temizlemek tarihin kanlı sayfasında çok denenmiş ve kaybeden hep nefret duygusu ile saldıranlar olmuştur. Kısa süreli kazanımlar, tarih içinde uzun vadede yıkımı getirir.

İsmail Cem Özkan

_______________________

http://galatagazete.blogspot.com.tr/

2628950cookie-checkTürklerin Balkanlardan zorunlu göçü…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.