ABD’DEN… İhtilali babam da yapar…

Zaten yaptı da..Yıl 1960…Yer Yıldız yokuşunda çok mütevazi kagir bir ev. Ondan daha da mütevazi hatta ilk depremde tamamen arazi olacak bir evle bitişik. Orada fakir aileler oturuyor. Biz subay ailesi olduğumuz için fakirlik bir anlamda ordunun mühimmat malzemeleri hakkında da  fikir verici olduğu için saygın ama dar gelirli sınıftan kabul ediliyoruz… En pahalı lokantalara gidebilir ama parası olmadığı için giremez…

Bir de o devirde fakirlik nedense namus ve şeref kavramlarıyla birlikte  anılıyordu. Yani çulsuz kalanlara enayi sıfatı verilmiyordu öyle hemen. Hele bir de üniformalıysa bu onun aynı zamanda ne kadar vatansever olduğunu da fısıldıyordu kulaklara. O fısıldayanlar okullarda Marshall, daha büyük toplum kesimlerinde ise Sam amca olarak tanınıyordu.. Marshall amca bize süt, ayran, peynir veriyor, okullarda süt saatini yaratıyordu. Tam bir sağmal inek gibi görünse de onun sütleriyle beslenen  nesillerden de dana ile koyun karışımı garip türler çıkıyordu..

Giderek fakirleşen bir ülkede iktidarlar bir süre bu uyuşturucuyu damardan verdiler ama, yoksulluk bu.. Ne kadar damardan olursa olsun, gün gelir ardan namustan ediverir adamı. Çünkü midenin boşluğuna önce karın doyurmayan kavramlar düşer. Değerler son hızla hazmedilir, kana karışmadan bağırsaklar yoluyla toplumun kanalizasyon haline gelen bedenselliğine tamamen değişmiş NAHOŞ KOKULU elementler olarak gönderilir.

Ta yüzyıllar önce benzer bir çürümüşlüğü yaşayan Danimarka’da prens Hamlet şu müthiş sözleri söyleyerek tüm çağlara bir işaret fişeği atmıştı bile:

-Danimarka da pis kokan bir şeyler var!!!

Zavallı çok fakir kesim bu değerleri böyle hızla toplum zehirlerine  dönüştürse de,o toplumun bazı kesimleri de bu değerleri (tabi okumuş yazmış ve yozlaşmış oldukları için; hazmedemez) onları kendi asitli ifade tarzlarıyla tamamen enzimleşmiş, pek çok toplum bozukluğu için de zeminleşmiş olarak kusar. BKZ. 4 köşe yazarları…

Ben hemen GO HOME yapmalıyım çünkü sonuçta bu yazı bir AMARKORD TEMASINI TAŞIYOR. Zaten bu tema şimdi yeni başlayan HATIRLA SEVGİLİ filminde tüm belleklerimizi kanırta kanırta işleniyor.

Ben bebeklikten çocukluğa bu kagir evde geçtim. Bu binada küçük kardeşim doğdu. Ağlamasını kesmek için iki seçeneğim vardı: ya boğacaktım ya da oyuncak bebeğimi göstererek:

-Bak bu da bebek, ağlıyor mu diye ona kıyaslama üzerine kurulu bir hayat dersi verecektim.  İkinciyi seçtim. çevre kalabalıktı.

Sene1960. Mevsim ilk bahar… Arkada yıldız parkı, havada ihtilal kokusu var… Çok sevdiğim bir şiiri ARRANJE edip, bu kelimelerle başlamak istedim nedense şimdi… Apartman dersem benzer eylemleri yapan müzisyenlere ayıp olur…

Hava soğuk olmalı ki yanan sobamızın çıtırtılı sesi çocuk düşlerime  effeckt  oluşturuyor. Şimdiki gibi depremler ve yangınlar hemen haber alınamadığı için; bu çıtırtılar bir kabus habercisi gibi beni zıplayarak uyandırmıyor.

Bir gece önce fay hatları hakkında rahatlatıcı sözler söyleyerek hepimizi  yardım çantası olmadan da uyuyacağımıza inandıran, çağdaş yer altı tanrılarımız  jeoloji profesörlerine  sağlıklı bir hayat  dileklerimizi göndermiyoruz ağız dolusu…

Sonra  marşları duydum. Anneannemin sesi daha sonra… Erzurumlu aksanı :
-Galkın galkın… ihtilal yapmışlar.”

Annemin  sesi:

-Allaha şükür… oldu sonunda… Yaşa varol Harbiye.

Annem ŞİMDİ 86 yaşında…

Bu günkü kadar olmasa da o zamanda sayılı (terelelli sivil kaçar) askeri bir tempoyla söylersem, dat ta ri ra ri ra’larden olduğu için sevincini anında Harbiye marşına dökmüştü.

Zaten 1957’den beri ihtilal bizzat bu evde planlanıyordu. Fransız ihtilaline eşlersek Robespiyer’ler Danton’lar gazeteci Mara’lar. hatta Voltaire’ler bu evde bir masanın çevresine oturup, usulca ve çok sakin bir sesle bir ülkenin kaderini değiştirecek HAKİ HAREKETİ konuşuyordu..

Ben her akşam bir masa çevresinde toplanan subay amcaların; üst katta oturan Suphi Gürsoytrak, Orhan Erkanlı, Dündar Seyhan ve diğerlerinin alçak sesle konuştukları sözlerden bir şeyler çıkarmaya çalışıyordum hep.

Sonunda malum 9 subay olayı oldu ve babam 9 arkadaşıyla birlikte sanırım Selimiye kışlasına, belki bundan sonra tüm hayatının geçireceği küçük koğuşuna hapsedildi.
Ayrıca bütün hayatını geçirecek derken bu hayatın süresi çok kısa da olabilirdi. İhtilalin  LEGAL BİR DİLLE BAŞI, AMA İLLEGAL BİR İFADEYLE DE ELEBAŞISIYDI.

O zamanlarda  bütün bu kavramlar çok büyüktü sevgili okurlar.

Netekim Paşanın zamanında bu kavramlar işkenceye, vatana ihanete, komünist uşaklığına filan dönüştüyse de; çağın globalleşen dünyasında daha iki yıl geçmeden işin  suyu çıktı,
Hatta  bu işe tanrı bile karıştı… 

Bir daha tekrarlanmaması için; ülkenin içine eden MARMARİS paşası, prostattan muzdarip olarak ilahi adalet tarafından cezalandırıldı. Bu hadiseden daha elim ve vahim olmak üzere icrayı sanattan men ettiği Bülent’in porostatı taş gibi yerinde kalırken onunki gitti…

Şimdi dünyanın en absürt yorumcusu Reha Muhtar vari bir yorum yapalım, işi zıvanadan çıkaralım:

-Demek ki tanrının darbesi deprem darbesi gibidir. Daima habersiz ve alttan gelir…

Ama 1957 gibi komünizm tehlikesinin korkunç bir ucube olarak düşlerimize bile endekslendiği, Türkiye’ye gelip futbol oynayan Rus futbolcuların yenildikleri takdirde asılacaklarını bilmenin tedirginliğiyle bir türlü sevinemediğimiz maçlar seyrettiğimiz o cadı kazanı yılda, ihtilal yapma girişimi en az komünizm kadar gizemli, ürkütücü ve kökü mutlaka dışarıda bir eylemdi.

Ama öyle değildi. Değildi, çünkü bu genç subaylar Menderesi Vahdettin, meclisi de Damat Ferit paşanın meclisi yerine koymuşlardı. Buna tıpta da yerine koyma denir gerçekten de.
Ülkenin giderek büyük bir felakete doğru gittiğini düşünüyorlardı. Fakirlik Yeşilçam filmlerinin o mütevazı, sosyal çalkantılardan habersiz,sofrasında her şey olan tuhaf ve çok mutlu fıkralıkları çoktan aşmıştı. Kemalettin Tuğcu’nun; fakirliği  masumlukla eşdeğer sayan romanları aç karnına okunmuyordu… Ancak yıllar sonra ortaya çıkacak dizi furyasında yine toplumun ekonomik yapısından tamamen habersiz fakirler ve de zenginler türeyecek, hiçbir temel gerçekliği olmayan bu diziler yüzünden toplum bir gece önceki diziye göre şekillenecek. ya birilerinin başına SIKILACAK ya çocuk istismarı had noktalara gelerek;uyuyan sapıklar uyandırılacaktı…

Şimdi düşünüyorum da Menderes İstanbul’a göçü önleyebilseydi, taşı toprağı altın fikri, tıpkı Vahşi Batıdaki altına hücum gibi insanları İstanbul’a yorgan döşek atmasaydı;  İstanbul, bu büyük metropol, bu Bizans tavırlı gizemli şehir, yabancılığını ve güzelliğini hep koruyacak, bizler de Anadoludan önce fakirlikleri sonra yarım yamalak kültürleri ve sonra; en ucube akraba evliliği ürünü Arabesk yaşam biçimini almayacaktık.

İhtilalci subaylar da Şark hizmetine gittikleri zaman bu koyu karanlık fakirliği görecekler ama masaya yumruklarını vurmaktan öteye gitmeyeceklerdi. 

Haa bir de bir kurtuluş savaşı filan olsaydı, yani her kış bizzat Celal Bayar tarafından geleceği teyid edilen komünizm gelseydi, bu toplantılar Samsun’da filan başlayabilirdi belki de…

Ama  bizim evde başladı.

BENİM BABAMI HAPSE ATTILAR… BENİM BABAM İHTİLAL YAPACAK!!!

Babam hapse atıldığında ben çok küçüktüm. Bu hapis olayını benim çocuk beynim aynı kazana iki düşünceyi atarak BİRLİKTE PİŞİRDİ. Babam haydut filandı… Kızılderiliydi belki de… Ama aynı zamanda kahramandı. Atatürk gibi vatanı kurtaracaktı… Her on kasımda ağlatacaktı bizi. Törende gizlice gülen olursa öğretmenlere haber verecektim… Şimdi susuyorsam ben de gülüyordum da ondan…

Tam bir çocuk şizofrenisi…

Belirtileri: Her gün erkenden kalkar, annemin mamasını yedirmeyi bana bırakarak gittiği kardeşimi doyurur, sonra onu  3. kattaki evimizin dışarıya çıkıntısı olan penceresine oturtur ve bağırmaya başlardım.

“Benim babam hapse girdi… benim babam koğuşta yatıyor, eve gelmiyor.

Zavallı  kardeşimi niye pencereye oturturdum onu da çözdüm. Sonradan reklamcı olduğuma bakılırsa onu bir afiş malzemesi, dikkat çekici bir unsur olarak kullanıyordum. Aşağıdan geçenler:

“Kızım içeri çek sabiyi düşecek dedikçe ben sloganlarımı daha da pekiştiriyor ve kardeşim dünyanın en masum gözleriyle; bir ufacık yanılmayla veda edeceği bu dünyaya  bakıyordu.

-Babamı asacaklar… babam suç işledi..

-Nerde bu çocuğun annesi, komşulara haber verelim.

Sonunda çevreden bir müzevir beni gammazladı. Sopa yedim ama ertesi gün kardeşimin saçlarını sıfır numara kestim.

Babam hapiste olduğu için hayatımızın bir parçası olan emireri yoktu;  benim bu korkunç eylemlerimi askeri bir darbeyle durduracak olan.

Babamı  ziyarete gidişimizde, onun küçücük koğuşundan elleri asker parkasının cebinde, yemyeşil gözleri gözyaşı kızarıklığını saklamaktan vazgeçmiş, sanki üstüne üstlük bakışlarına hasret ve sevgiyi bindirmiş bir halde çıktığında ve bizi kucakladığında bunu onu son görüşümüz olduğunu düşünürdüm.Mahkemeye çıkacaktı ve onu İDAM EDECEKLERDİ.

Sonra Park otelin önünü hatırlarım. Annem elimden tutmuş, uzun boylu çevresi kalabalık bir adamın yolunu kesiyor ona bir şeyler söylüyor. Sonradan duyuyorum. Bu geçmiş zaman şehzadesi tavırlı adam Ethem Menderes… Annem ona babamı bırakmalarını söylüyor. O da elini annemin omzuna koyup:

-Merak etme merak etme diyor.

Babamın hapisten çıkışı ile hayatımız eski akışına kavuşuyor sanki… Toplantılar aile ziyaretleri biçiminde yapılıyor. Babam hep yarbay. Çoktan albay olması gerektiği halde o tek yıldız ondan esirgenmiş Arkadaşları albay olmuş ama o ebedi yarbay…

Ama küçücük bir çocuksanız, evinizin önünde koskoca bir park, okuduktan sonra kapının önünde satışa koyduğunuz Tom Miks ler Teksaslar ve Bütün Dünyalar varsa, her hafta gidip bir çocuk haftası alıp,Yıldırım kaptanı izliyorsanız ,Ten Ten ve Aziz Nesin in iflah olmaz tutkunuysanız,işlediğiniz bütün suçlarda (kapıları çalmak, duran arabaları yokuştan aşağı itmek, kendinizden küçükleri arada bir dövmek, abilerinden dayak yemek) ve çok masumsanız, üstelik çok da yaramazsanız babanızın başına gelenler de macera içeren bir masal keyfi verebilir size.

Fakirlik, gelecek korkusu, babamın asılacağı duygusu,dar ağacı oyunları, bebek kardeşimin arabasını yokuştan bırakıp tutma yarışları… bir samanyolunun; içine sızan tek tük karanlıklara rağmen ışığını benim hayallerimden aldığı  yıllar.

Soba çıtır çıtır yanıyordu… Beni asıl uyandıransa o tok ses.., Nato’ya bağlılık ama ordunun idareyi ele aldığını bildiren o tok ses.

Alpaslan Türkeş’ti konuşan. Marşlar çalıyor evlere bayraklar asılıyor, kapının önünden geçen inzibatlar sanki ihtilali onlar yapmışçasına sevgi yumağıyla çevriliyor, onlara börekler ikram ediliyordu.

Annem ağlıyordu sürekli… Eğer tanrı gözyaşlarımızı sudan değil de akarken sevgili kullarını azıcık ferahlatsın diye kolonya bazlı bir sıvıdan yapsaydı, sobanın çıtırı bile annemi bir anda alev topuna döndürebilirdi. Öylesine zafer sarhoşluğu…

Ama  annem şimdiki yaşına hafızasını hiç yitirmeden ama tüm hayat eylemleri de bütün değerlerden artık sıyrılmış, umursanmaz olmuş bir biçimde  geldiğinde; Adnan Menderes’e  ihtilali haber verdiğini söyleyecekti.

Menderes ona inanmamış. Sonra İstanbul Merkez komutanı olan babam onu Yassıada’ya götürürken:

-“Bana bütün bu olanları bir dostum haber verdi albayım ama onu dinlemedim” demiş.

Böyle  bir durumda “ufak kes de civcivlere yem olsun” denebilir ama inanılabilir de Ethem Menderes’in yolunu kesmiştik. Ama sokak ortasında ihtilal tellalığı yapamazdı kimse… Menderesin makamı jurnaller için hala Abdülhamit’in mekanı gibi uygun olabilirdi.

HAFIZAYI BEŞER NİSYAN İLE MALULDUR

Hatırla sevgili… Hatırlamazsan dünya, senin unuttuğun yerde durur… Şimdilerde bir dizi başladı. Hatırla sevgili… O devri tam anlamıyla vermek için daha ilk bölümde tıka basa nostaljik malzeme doldurmuşlar  her kareye… Hulahup’lar, küçük çiçekli empirme elbiseler, adanın yeşil çamları, tellerine kuşlar konan telgraflar, o devrin arabaları, tüm ihtişamı ile GALATASARAY lisesi, yani mektebi sultani ve de abartılı bir makyajla yaşayan bir karikatüre dönen Adnan Menderes…

Bu kadar trajikomik bir  tip eğer bir çizgi filmde kullanılsa; konusuna bakılmadan Oscar alabilir.

Makyajcıya selam olsun, o korkunç kaşları biraz inceltilip, o yüze yapılan badana  önce duvarlarda test edilip onaylansın…

Evet bir nostalji hücumu… Hani bir de sürekli burası İstanbul… Yıl 1960. Hatırla ey seyirci… Eksik olan galiba o ünlü  marş… ”TUNA NEHRİ AKMAM DİYOR… etrafımı yıkmam diyor..”

Ama daha ilk bölüm. Mutlaka bir yerden fışkırıverir. Kenardan köşeden Osman paşa tablosu daha büyük bir anlam zenginliği katar… Diziyi seyrederken belleğim o yıllara gitti elbette.  Ama sonra o yıllara varan bu bellek diziyi bıraktı kendi anılarında izledi maziyi mesudu… “Bir zamanlar maziye bak ne kadar şendik… ama ne yazık ki mazinin bu dizisi şimdiki haliyle çok dandik”

Bizim evdekinin aynısı olan  o radyo, yani ne var ne yok, tvist, o devrin pop müziği bile benim gerçek 27 Mayısımı canlandıramadı kafamda. Belki  belleğini yitiren bir Yeşilçam kahramanı aşık olduğu hemşire kızın birdenbire bu şarkıyı söylemesiyle aklından son sürat bunları geçirebilir, tabi konu tıbbi olduğu için de seyirci  sesini çıkarmaz. O devrin özellikle yazlık sinemalarında film koptuğunda ıslıklar eşliğinde yuhalamaz..

İHTİLAL İN PATENTİNİ ALDI ORDU…

Büyük bir coşku, büyük bir zafer gururu, orduya duyulan ve sonraki yıllarda da orduyu bütün rejimlerin yılmaz bekçisi olarak tescilleyen, hatta ihtilal kelimesinin üstüne bir R harfi koyarak bu vazifeyi orduya  birinci görev olarak veren anlayış  dalga dalga kapladı tüm  damarlarımızı.  Beynimizin ihtilal lobundaki gri akıl hücreleri haki oldu… başımızdaki yıldızlar ise gökyüzündeki yıldızlar değildi artık. Omuzlardaki yıldızların uydusu olduk hepimiz… O haki;  gökyüzünün hakiki yıldızlarının rengiydi; Yaşa varol Harbiye…”Seni sevmeyen ölsün” arabeskinin eli kulağındaydı…

Bu anlayış bize 12 martı da 12 eylülü de bir kurtuluş gibi gösterebildi. Çocuklar darağacına çekilirken “oh olsun” dedik. Hele hele 12 Eylülün Selimiye duvarlarını çatlatan insan çığlıklarını alınmış intikamımız gibi kabul ettik. 

Bu hareketlerin yanında; belki ilk oluşu nedeniyle 27 mayıs (tabi arkasına İstanbul’u birbirine katan öğrenci hareketlerini de aldığı için) daha Vatani gözükebilir. Radyolardan gazetelerden başka bir haber kaynağı olmayan bu ülkede 27 mayıs  bizzat onu yapanlar tarafından tarihe altın harflerle yazıldı. Nice zaman onu bayram günü olarak kutladık. Üstelik okullar da tatil olduğu için her bayram gibi coşkusunu ikiye katladık.

İhtilal günü babam ortalarda yoktu… Sokaklarda tanklar vardı. Her köşeden yüzü o mahallenin kadınları tarafından defalarca öpülen  sert olmaya çalışan çehresini, güleç mimiklere bırakmamak için neredeyse komik bir ifadeyle dolaşan Memetçikler çıkıyordu.
Bizim ev sürekli mahalleli tarafından ziyaret ediliyordu. Hayat mecmualarını bana 150 krşa satan komşumuz Hamiyet hanım bile bana yelpaze mecmuaları verdi. Hem de bedava… Babası ihtilal yapana yelpazeler bedava….

Yani 9 şubat olayının baş kahramanı ihtilalin ilk kurucu subayı babam artık çok önemli bir subay olmuştu. O gün Albay oldu sanıyorum.

Sonra da Bolu valisi oldu. Bolu’ya gidiyorduk. Milli birlik komitesine girmedi ya da ötekiler imtina ettiler. Sonuçta hapislere düşecek kadar ihtilalci olabilen bu kahraman subayın  Mata Hari benzeri eşi, Menderes’e bir şeyler söylemiş olabilirdi.

Biz Mata Hari ve dört kardeş babamın valilik yapacağı Bolu’ya harekete ettik. Sizlere şimdi garip gelebilir ama o günlerin coşkusunu ben bir daha hiçbir önemli olayda yaşamadım. Belki halkın bu inanılmaz kurtuluş sevinci 27 Mayıs ı sonradan  NETEKİM LERDEN TUTUN Pinoche e ye varan o zalim ve anti demokrat çizgiden sıyırabilmişti.

DEVAM EDECEK: Gelecek yazı “Mata Hari konuşuyor…”

1090550cookie-checkABD’DEN… İhtilali babam da yapar…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.