Amazon’da Tarih

Kanadalı bir mimar tanıdığımdan, ülkesindeki arkeologların neredeyse kendi meslek gurubu kadar rahat iş bulduğunu ve para kazandığını duyduğum zaman, çok şaşırmıştım. Bir arkeoloji cenneti olmasına rağmen, Türkiye’deki çoğu arkeoloğun işsiz olduğu veya bambaşka işlerle uğraştığı, kendi işini yapma şansına sahip olanların da âdeta boğaz tokluğuna çalıştığı hepimizin malûmudur. Nasıl oluyor da, beşeri geçmişi Türkiye’ninkinin yanında çok sığ kalan Kanada’da, arkeologlar iş buluyor, para kazanabiliyordu?

Kanadalı mimarın açıklaması basitti: “Kanada’daki inşaatlar için ruhsat verilirken, tıpkı mimarlar ve mühendisler gibi, arkeologların da imzası aranır. Yalnız sit alanlarında veya tarihi binalarda değil, hemen her yerdeki çoğu yeni inşaatlar için de geçerlidir bu.”

“İnşaat temeli için açılan çukurlarda aranan tarih nasıl bir şey ola ki? Bir kızılderili baltası falan mı?” diye takıldığımda ise, aldığım yanıt şuydu: “Balta veya benzer nesneler olabilir. Balta deyip geçme. Herşey görecelidir. Bizim için 200 yıllık bir balta, sizin için iki bin yıllık bir tapınak kalıntısı kadar değerli olabilir. Kaldı ki, Kanada gibi bomboş görünen bir arazide bile tarih senin sandığından daha derin olabilir.”

Yıllar sonra, Amazon ormanlarındaki eski yerleşimler keşfedilmeye başladıkça, Kanadalı mimarın bu sözlerini hatırladım hep. Geçenlerde, New Scientist’te bu keşiflerle ilgili kapsamlı bir yazıyla karşılaşınca, sözleri zihnimde bir kere daha yankılandı.

Bu yazıdaki bulgulara bakılırsa, meğer Amazonlar bölgesi, bağrında binlerce yıllık uygarlıklar barındıran bir diyarmış. Bu, Kanada için olabileceğinden de önemli bir tespit. Kanada, uçsuz bucaksız ormanlarıyla tanınır ama, “balta girmemiş ormanlar” yahut “el değmemiş Mutlak
Doğa” gibi nosyonların hâlâ ilk akla getirdiği yer, Amazonlardır.

İşte bu nosyonların nasıl birer yanılsama olduğu şimdilerde ortaya çıkmakta. Meğer Amazonlar, sanıldığının aksine, fi tarihinde beşeri faaliyetlerin damga vurduğu, hayli “evcilleştirilmiş” bir coğrafya imiş. Son bulgulara göre, beş asırdan biraz fazla bir süre öncesine yani Avrupalıların fethine kadar, bu coğrafyada nüfusu 10,000’i bulan kasabalar hatta şehir denebilecek yerleşim merkezleri mevcutmuş. Daha çok Amazon nehrinin çeşitli kollarının kıyılarında kurulu olan bu merkezler arasında yollar, kanallar, mezarlıklar ardarda keşfedilmekte. Toplam 150,000 kilometre karelik bir alanda da ziraat yapıldığı tahmin ediliyor. Türlü setler ve bentler gibi, ürünleri sel ve dona karşı korumak üzere oluşturulmuş girift bir muhafaza ağı da cabası.

Muhtemeldir ki, Avrupalılar ilk ayak bastıklarında karşılaştıkları Amazon, boş bir doğa değil, böyle meskûn bir yerdi. Örneğin, İspanyol kâşif Francisco de Orellana’nın vakanüvisi Gaspar de Carvajal, 1542’de gördüğü manzarayı şöyle tasvir etmiş: “Sahil boyunca kurulu bir kasaba vardı ki, bir ucundan öbür ucuna 15 mil uzunluğundaydı ve tüm bu mesafeyi dolduran bitişik nizam evler arasında tek bir kesinti, tek bir boşluk bile yoktu. Toprak, bizim İspanya’daki kadar verimli görünüyordu ve en az onun kadar işleniyordu.”

İlgili literatürü bilenlere göre, Carjaval’in yazdıklarına benzer gözlemlerde bulunan başkaları da varmış. Fakat bunların hepsi kaleme alındıkları dönemde fantezi addedilmiş ve unutulup gitmiş. Şimdiki çalışmalar ise, kuşkuya yer vermeyecek bazı abartılı yönleri olsa da, bu gözlemlerin bir gerçek payı bulunduğunu ortaya koyuyor. En azından, konunun uzmanı tarihçi ve arkeologların kanaati bu doğrultuda. Ve yaptıkları bir tahmine göre, Avrupalılarla temasın arifesinde, Amazon bölgesinde 50 milyona yaklaşan bir nüfus mevcuttu.

Bu, o devrin ölçüleriyle muazzam bir rakamdır. Dahası, Amazonlar’da keşfedilen kalıntıların izi 3 bin yıl kadar gerilere sürülebiliyor. Bütün bu bulgular, Amazonlar’la bugüne dek özdeşleştirilegelen ilkel topluluk düzeyini hayli aşan bir uygarlığın varlığına işaret ediyor. Kuşkusuz, henüz adı konmayan bu uygarlığı İnka ve Aztek uygarlıklarıyla kıyaslamak abes olur; hatta bu aşamada bir uygarlık olarak nitelemek yersizdir belki. Fakat adı ve niteliği ne olursa olsun, bu geniş ve köklü beşeri varlığın, klâsik Amazon algısını radikal biçimde değiştirdiği muhakkak.

Bilindiği gibi başta Aztek ve İnka olmak üzere, Amerika kıtasındaki bütün topluluklar Avrupalılarla temasın ardından çok çabuk çözüldüler ve kısmen yok oldular. Anlaşılan o ki, Amazon’daki topluluklar daha da hızlı çözüldü ve yok olmaktan kurtulabilenler, cangılın derinliklerinde daha az “evrilmiş” ya da daha “ilkel” vaziyette kalmış kabileler oldu.

Çok muhtemeldir ki, Amazon topluluklarının diğer Amerika topluluklarına nazaran Avrupalılar karşısındaki direnci, hem sosyal, hem askeri hem de biyolojik açıdan daha zayıftı. Bu zafiyette Amazon’un özel koşullarının önemli bir rolü olduğu açıktır. Aynı koşulların, bu topluluklara ait tüm izleri nasıl bir hızla sildiği de kolaylıkla tahmin edilebilir: Amazon’un hayatiyet dolu dehşetengiz florasının, normal koşullarda yüzyılların silemediği en kalıcı iz ve kalıntıları bir kaç onyıl hatta sadece bir kaç yıl içinde örterek gizlemesi işten bile değildir.

Bahsedilen bu son keşifler, yeraltının bir tür röntgenlenmesini sağlayan türlü yeni tarama teknolojileri sayesinde mümkün olmuştur. Ama herhalde bu keşiflere ilk başta yol açan asıl etken, Amazonlar’da son onyıllarda daha da hızlanan korkunç talandır. Keşfedilen istisnasız her şey, yol, yerleşim ve tarım arazisi kazanmak için yakılan ve sökülen orman örtüsünün altından tesadüfen çıkmaktadır. Tıpkı bizde bir inşaat veya maden kazısı sırasında tesadüfen bulunan antik eserler gibi.

Yakın gelecekte Amazonlar’daki talanın yavaşlaması ve durdurulması ümit ediliyor. Bu yönde ciddi girişimler olduğunu duyuyoruz. Eğer bu gerçekleşirse, sözkonusu keşiflerin arkası gelmeyebilir. O durumda, Amazonlar’ın geçmişini gerçek boyutlarıyla kavramak belki de hiç mümkün olmayacaktır.

Kuşkusuz böyle bir ihtimal, halen sahada çalışan arkeologlar dahil, aklı başında kimseyi üzmeyecektir. Eğer bedeli devasa bir yıkımsa, en hayırlı, en heyecan verici bir keşiften bile hayır gelmeyeceği ortadadır.

Diğer taraftan, Amazon’un derinliklerinde yatan tarihin pek çok bilinmez yönü kalmakla beraber, en azından ana hatlarıyla bir sır olmaktan çıktığı söylenebilir. Bugüne kadar toplanan bulgular, hiç arkası gelmese bile, tarihçi ve arkeologları daha yıllar boyu meşgul edecek niteliktedir.
Kanımca bu bulguların, son zamanlarda haberdar olduğumuz pek çok benzer keşiflerden de önemli bir yanı var. Örneğin bu keşiflerden son bir tanesi, israil’in kuzeyindeki Ohalo II bulgularıyla ilgili olanıdır. Kuraklık ve aşırı su çekiminden dolayı kurumaya yüz tutan Teberiye gölünün kıyısında neolitik çağ-öncesi bir yerleşimin izleri, büyük tesadüfler sonucu çok özel koşullarda korunmuş olarak ortaya çıkınca, İsrailli bilim adamları çarpıcı bir gerçekle karşılaştı. Bulguları, o alanda 23 bin yıl önce bir tür zirai faaliyette bulunulduğunu gösteriyordu. Oysa hep varsayılan, ziraatin Ortadoğu’da yaklaşık 12 bin yıl önce başladığı ve oradan Avrupa’ya yayıldığı yönündeydi. Bu keşif, insanlık tarihinin bir misline yakın bir süre ile geriye çekilmesi demekti, ki bu da halihazırdaki şemaların baştan aşağıya gözden geçirilmesini gerekli kılıyordu.
İsrail’deki keşif, kadim bir gerçeği hatırlatırcasına, yeryüzündeki insanlık tarihinin sandığımızdan daha eski olduğunu bize bir kere daha gösteriyor. Amazonlar’daki keşfin de bir bakıma gösterdiği bu. Ama tarihin daha eski olduğu kadar, her türlü coğrafyada olabileceğini de göstermesi işe ayrı bir sürpriz katıyor. Dahası, yalnız Amazonlar’la ilgili değil, genel olarak “el değmemiş doğa” dediğimiz mutlak varlıkla ilgili varsayımlarımızı ister istemez sorgulamamıza da yol açıyor.

641250cookie-checkAmazon’da Tarih
Önceki haberKoalisyon için karar anı!
Sonraki haber“İran, Suriye’ye savaşçı taşıyor” iddiası
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.