Aynı coğrafyada iki ayrı dünya: Sarp

Çocukluğum önemli ölçüde, Doğu Karadeniz’de, Artvin iline bağlı Hopa ilçesinin Sarp köyünde geçti. Hayat hikayemi anlatıyor olsaydım, böyle bir başlangıç sıradan olabilirdi, ama ben özellikle doğduğum yerin coğrafyasına dikkatleri çekmek ve tamamen o coğrafyada yaşamanın sonucu olarak gerçekleşen birtakım olguları vurgulamak açısından bu girişin altını çizmek istiyorum. Sarp köyü iki dünya savaşını takip eden süreç içinde Türkiye ve o zamanın SSCB’si arasında ikiye bölünmüş bir Laz köyüdür.

Düşünün amcanızın, dayınızın çocuklarıyla, hatta kardeşlerinizle aynı coğrafya içinde koşup oynuyor, aynı bahçelerden meyveler yiyor, aynı sahilde yüzüyor, güneşleniyorken, düğünlerde şenliklerde aynı türkülerle eğlenip, aynı horonlarla oynayıp aynı üzüntüleri birlikte paylaşıyorken ve dünyayı aynı kültürün penceresinden algılayıp aynı dille anlamlandırıyorken, birden birileri bir ayarlama yapıyor ve yaşadığınız coğrafya ikiye bölünüyor. Amcalar dayılar, halalar, teyzeler hatta evlenip evlerinden ayrılmış, bir adım ötede komşu çocuklarıyla yuva kurmuş kız ve erkek kardeşler, bir anda iki ayrı dünyanın birer parçası oluveriyorlar. Osmanlı imparatorluğunun parçalanması üzerine oluşan kapitalist Türkiye ve komünist devrimin başarısıyla kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne bağlı Gürcistan vatandaşı olarak, iki düşman blok içinde karşı karşıya buluyorlar kendilerini…

Köyün ortasından akan dere sınır kabul ediliyor ve iki adım ötede oturan komşunun komşuya gitmesi, iki yakın akrabanın hatta, kardeşle kardeşin görüşmesi yasak oluyor bir anda. İki komşu kızı aynı köy okuluna giderlerken, biri Türkiye diğeri Gürcistan Cumhuriyetine ait iki farklı okul ve iki farklı eğitim sisteminin içerisinde buluyorlar kendilerini. Gürcistan’dakiler Rus ve Gürcü alfabeleriyle sökerken okumayı, Türk ilkokullarındakiler, Türk alfabesinden Ali koş, Ayşe gel’i öğreniyorlar. Gürcistan’dakilerin masal kitaplarının kahramanları Maria’lar, Victor’larken Türkiye’dekiler Ayşegül’le Mehmet’le büyüyorlar. Bir taraf Lenin’in Stalin’in büyüklüğünü bir taraf Atatürk’ün dehasını öğreniyor. Bir taraf Hıristiyanlaşırken, bir taraf resmi din olan İslamiyet’in görgü ve kurallarıyla yetişmeye başlıyor. Peki bu süreçte, Türk ve Gürcü olmadan önceki kimlikleri, Lazlıkları ne oluyor bu insanların. Konuştukları Lazca diline, Lazca söyledikleri türkülere, Lazca ağıtlarına, manilerine neler oluyor…

Farklı ideolojilere sahip farklı iki ülkenin yönetimi altında, bu küçük coğrafyada yaşam, iki farklı örgüyle gelişip değişiyor ve egemen iki kültürün etkisi altında Laz kimliği küçüldükçe küçülüyor. Köyden kente göçen aileler yavaş yavaş sonradan edindikleri kültürü ve dili benimseyerek asimile olurken, köyde kalan küçük bir azınlık ancak Lazcayı kullanmaya devam ediyor; Gürcistan’ın büyük şehirlerinde Laz çocukları gittikçe Maria ve Viktor’laşırken, Türkiye’deki kentlerde, Ali’ler, Mehmet’ler Mustafa’lar, Ayşe’ler yeni kimlikleriyle barışık yaşamayı öğreniyorlar. Ama köyde ağıtlar hala Lazca okunuyor, düğünlerde türküler Lazca söyleniyor, horonlar tulum eşliğinde tepiliyor… Bu arada sınırın iki tarafında yaşayan aynı etnik kökene sahip halk, ve hatta her biri birbiriyle akraba olan bu insanlar, aylarca yıllarca, on yıllarca birbirlerini görmeden doğuyorlar, büyüyorlar, ölüyorlar…

Peki bunca yıl içinde birbirlerinin kapı komşusu olan bu insanlar hiç mi birbirlerinden haberdar olmuyorlar, hiç mi iletişim kurmuyorlar, tabii ki kuruyorlar tabii ki haberleşiyorlar, ama nasıl ve ne tür engellere rağmen… Aslında engel sözü hafif kalıyor burada, çünkü gerçek bir baskı ve korku var halk üzerinde, yasaklarla dolu bir yaşamı normal bir yaşammış gibi kanıksayacak kadar alışmışlar baskı ve yasağa… Baskı karşı tarafın gücü ve gizeminden geliyor. Dile kolay demir perde ülkesi, tüm batıyı tek başına karşısına almış dev bir devlet, kesinlikle katı ve kuralcı… Karşı tarafa yan gözle bakmanın, el uzatmanın, işaret etmenin bedeli ağır, hemen Rus askerleri gözetleme kulelerinden bunları tespit ediyor ve protokolle Türkiye’ye bildiriyor. Türkiye de o vatandaşa anında uyarısını yapıyor. Aman ha, sakın ha, bu Ruslar bilmezsiniz ne tehlikeli insanlardır, onlarla başımızı belaya sokmayın bizim…

Gerçekten de hatırlıyorum köy halkı üzerinde Rusya’nın korkutucu, ürkütücü ruhani bir etkisi vardı. Annelerimiz bizi korkutmak istediğinde ‘seni Ruslara veririm ha’ cümlesi en etkili silah olabiliyordu bizim için…

Hafızamı zorladığımda bazen öyle ilginç anılar canlanıyor ki zihnimde, bugün birçok şeyin değiştiği günümüze bakınca, bu olaylar şimdi bana akıl almaz gibi geliyor… Örneğin o dönemde, hiçbir şeyden habersiz evinizde oturup kahvaltı ediyorken, sabahın 7’sinde bir asker kapınıza elinde bir fotoğrafla gelebilir ve sizi komutana götürmek istediğini söyleyebilirdi. Şaşkın şaşkın takip ederdiniz Askeri, -çünkü o garibanın da bir emir kulu olduğunu bilirdiniz, sorun çıkarmanın ne anlamı vardı ki…- Ve komutanın çağrısının sebebinin, nerede ne zaman yaptığınızı bilmediğiniz bir hareketiniz yüzünden Ruslardan gelen bir protokol olduğunu öğrenirdiniz. Sert bir ifadeyle uyarılırdınız komutan tarafından, +Kardeşim size kaç kere söyleyeceğiz, bu adamlarla muhatap etmeyin bizi diye, yine elinizle Rusya’yı işaret etmişsiniz, adamlar çekmiş fotoğrafınızı bize hesap soruyorlar, bir daha böyle bir şey olmasın kardeşim, tekrarlarsa veririz sizi vallahi Rus’lara+ Bu ikaz nasıl da etkili olurdu bilemezsiniz. Artık her hareketinizde acaba Ruslar tarafından izleniyor muyum kaygısını yaşardınız. Yine çok olağan bir günde bir haber yayılabilir, bütün köy korku ve tedirginlik içinde, damlarında Rusya’dan kaçmış bir kaçağı arayan askerlerin ayak sesleriyle uyanabilirdi. Eğer şüphelenilirse evler de tek tek aranabilirdi bu arada…

Bu baskıya rağmen halk sık sık olmasa da çaktırmadan yasakları delebiliyordu. Örneğin köyün gençleri birbiriyle bitişik iki bahçede buluşup sohbet edebiliyor, hatta birbirlerine aşık olabiliyorlardı. Her iki taraftaki yakın akrabalara bu yolla havadisler yollanabiliyordu. Ama bu çok riskli bir işti, çünkü, her an bir Rus askerinin dürbünüyle tespit edilebilir ve protokol konusu olabilirdiniz. Bunun maddi manevi cezaları vardı. Bu tür görüşmeler dışında en yaygın haberleşme biçimi evlerin görünen yerlerine asılan değişik renklerdeki örtülerdi. Eğer bir evde siyah bir örtü asılırsa o evde yas var demekti, hemen o evin yakın akrabalarının yüreği alev alırdı, acaba yakınlarından kim ölmüştü, genç miydi, yaşlı mıydı. Derhal mektuplar yazılır ve ayrıntılı bilgi istenirdi. Ama bir adım ötedeki bir eve mektubun ulaşması haftalar hatta aylar alırdı. Aynı bahçelerde koşuşan, aynı okulda aynı sıraları paylaşan, aynı ağaçlarda meyve yiyip türkü söyleyen bu insanların arasında artık sınırlar, vizeler, pasaportlar, yasaklar, yasaklar, yasaklar vardı…

Bir diğer örtü ise beyaz renkte olandı. Eğer bir evin penceresi ya da balkonunda özellikle bırakılmış beyaz bir örtü fark edilir ise, o evde düğün, nişan vs. var demekti. Genelde evdeki bekarlar bilindiği için kimin evlendiği kolayca tahmin edilirdi. Eğer örtü iki evde asılıysa, o iki evden gelin ve damat çıkıyor demekti. Düğün günleri düğün evlerinin içi insanlarla dolup taşar, köyün bu tarafında olanlar o kalabalık içinde kendi yakınlarını görebilmek için düğün evini dürbünle tararlardı. Tabii tüm bu işlemler Rus askerlerine çaktırmadan yapılırdı…

Ve bugün…. Doğu Bloku’ndaki son gelişmelerle birlikte SSCB dağıldı. Ona bağlı bir sürü irili ufaklı devletler bağımsızlıklarını ilan ettiler ve kendi kaderlerini kendilerinin tayin edeceği bir gelecek için yola koyuldular. Gürcistan da kendi adıyla, yanı başımızda yeni bir bağımsız devlet olarak yerini aldı. Ve nasıl fakir, nasıl garibandı. Sınırların açıldığı 1989 yılında, önce büyük bir bayram havası esmişti her iki köyde de, nihayet hasretler bitecek, genç yaşlı, bütün akrabalar birbirini görecek, tanıyacak ve yeniden kaynaşma şansı bulacaktı… Bu şölen havası çok uzun sürmedi, çünkü SSCB’nin izlediği emperyalist politikalar bu küçük cumhuriyetleri mahvetmişti. Tüm kaynaklarını zenginliklerini kendi çıkarına sömürmüş, bu ülkelere doğru dürüst hiçbir yatırım yapmamıştı. Evler soluk renkleri, ruhsuz görüntüleriyle adeta yas tutuyordu. Halk sefalet içindeydi. Türkiye’deki akrabalarının vereceği iki kuruşa muhtaçtılar. Ülkede mafya cirit atıyor, halk can güvenliğinden endişe ediyordu. İşte o dev, gizemli demir perdesinin ardından çıkan manzara buydu. Emperyalizmin egemenliği altındaki topluluklara neler yapacağının bundan daha iyi bir örneği olamazdı. Şimdi oradaki halk bir kimlik bunalımı yaşıyordu. Rus kimliği çok acı bedeller ödetmişti onlara, Gürcülükleri de çok sağlam temellere dayanmıyordu. Ama bir şey vardı kendilerini en iyi ifade ettikleri tek kültürleri, Lazlıkları…

Sınır kapısı açıldığında iki yakın akraba, dayı, kardeş, hala önce birbirlerine sarılıyorlar ve sonra nasılsın demek için ne Gürcüce konuşmak geliyor akıllarına ne Türkçe, ‘Mu çoşi ye’ sözcüğü doğal akışıyla çıkıveriyor ağızlarından… Çünkü onlar iki ayrı dünyanın vatandaşı olmadan da ‘mu çoşi ye’ yi kullanıyorlardı merhaba demek için… Ve nasıl Lazca anlaşıyorlardıysa geçmişte bugün de öyle…

________________

19 Ağustos 2005
* Yrd.Doç.Dr.Çiğdem ŞAHİN

1079590cookie-checkAynı coğrafyada iki ayrı dünya: Sarp

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.