Bazı insanlara hayvan demek hayvanlara haksızlık

Şu anda geleneksel söyleme aykırı şeyler söylediğim için yanlış şeyler söylüyormuşum gibi gelebilir sizlere; çünkü yıllarca,  hatta yüz yıllarca hayvansı  güdüler ilkel, kaba, biraz da cinsellikle özdeşleşmiş nitelikler olarak işlendi beynimize; romanlarda, şiirlerde, hatta bilimsel eserlerde hayvanlar incelikleri olmayan, kaba saba, vahşi, sevgi ve şefkatten yoksun, iç güdüsel hareket eden, karşı cinsle ulu orta pervasızca ilişkiye giren düşüncesiz, yabani yaratıklar olarak yerleştirildi zihnimize… 

Şimdi iki örnek vermek istiyorum;

‘İlk kez benimle yatmıyor! Aylardır numaralar yaptı bir de. Sana yamanacak! Zor.(…) Seviyor muydum yoksa bu kızı? Kız  mı? Anasının gözü! Damdösyon malları bunlar. Bu işin her türden ince yollarını daha ortaokulda bellerler. Kötü mü, Abanoz Sokağı’na taşınmaktan kurtaracak seni, bedavadan. Yıkıntı mıkıntı niye olacakmış içimde? Yamanır birine. Bu evden kız almak için kıç atacak bir sürü pezevenk var.’ (Vedat Türkali, Güven, Gündaş A.Ş., İstanbul, 1999)

‘Biraz itiştikten sonra Hasan Efendi kendini bıraktı, üstünde ıslak bir sürüngen dolaşan bir adamın tiksintisiyle, karısının bedeninde dolaşmasına, küçük ellerini kasıklarına dokundurmasına, gecelik entarisini sıyırmasına ses çıkarmadı; her zaman olduğu gibi bu tiksinti bir süre sonra da içinde bir sevgi, hatta arzu bile bulunmayan kör ve sağır, etsel bir azgınlığa bıraktı.’ (Ahmet Altan, İsyan  Günlerinde Aşk, Can Yayınları, İstanbul, 2001)

Bu iki örnek, Türkiye’de çok satan iki kitaptan… Bu örneklerden yola çıkarak insani güdülerin hayvani güdülerden çok daha asil olduğunu  söyleyebilir misiniz şimdi… Öyleyse neden bu kadar satıyor bu kitaplar… İnsancıl duygulardan bahsettikleri için mi? Bu  duygular hayvansı olabilir mi peki?

Bu hayvanlara haksızlık olur gerçekten… Her şeyden önce girdikleri ilişkilerde onlar çıkar hesabı yapmazlar, bu şekilde bayağı niyetlerle yaklaşmazlar karşı cinse ve böylesi aşağılamazlar partnerlerini. İsteseler de yapamazlar bunu; çünkü onlar doğaldırlar; bayağılık ise bilinçle gerçekleştirilen, insana özgü bir davranış biçimidir…

 ‘Yıkıntı mıkıntı niye olacakmış içimde? Yamanır birine. Bu evden kız almak için kıç atacak bir sürü pezevenk var’ Hangi hayvan bütün bu bayağı ifadeleri bir araya getirerek cinsellik yaşar, sorarım size?…

Hayvanın istekleri ve ihtiyaçları yalındır, basittir, elde etme yöntemleri de… Bir karı haklamak için (Bu da Vedat Türkali’nin deyimidir) kırk takla atmaz hayvan, bin bir entrika çevirmez, tuzak kurmaz; bunları insan yapar.

Hayvan bir dişiyi beğenir, dişi de ona kur yaparsa flört başlar. Dişi bir adım atar erkek bir adım derken dişi bir takım işaretler verir erkeği istediğine dair; yerlerde yuvarlanır mesela, başını erkeğin başına sürter, erkek de bunun üzerine harekete geçer; önce başını, kulaklarını, belli yerlerini yalar dişinin, sonra da, ancak yine dişi izin verirse ilişkiye girer…

Kedilerde cinsellik böyle yaşanır…

Hayvansı olarak nitelendirdikleri halde insanların yaşadığı cinselliğe bakın bir, bir de hayvanların yaşadığı cinselliğe; bu durumda, insanlara özgü  bayağılığı ve hesaplılığı hayvanlara yakıştırmak, yaşanan ilişkiye de hayvansı demek biraz haksızlık olmuyor mu hayvanlara?…

Hayvanları vahşi olarak biliriz biz öyle değil mi ve sık sık işlenen cinayetlerin, yapılan katliamların, işkencelerin dehşetini anlatabilmek için ‘insan değil hayvan bunu yapanlar’ deriz…

Şimdi bakın Irak’ta, Filistin’de yapılan katliamlara, işkencelere, Amerikan askerlerinin, İngiliz askerlerinin ellerine düşen esirlere yaptığı insanlık dışı muamelelere bakın; Avrupa’nın, Amerika’nın  Asyalılara, Afrikalılara, Kızılderelilere, Zencilere yaptıkları zulme bakın, Nazilerin Yahudilere yaptığı soykırıma bakın; Ülkemizde 12 Eylül sürecinde yok edilen, telef edilen gençliğe bakın, -sağ kalanların bir süre sonra hapishanedeki kötü koşullar sonucu iyice sağlıklarını yitirerek, büyük bir çoğunluğunun da işkence sonucu  organlarında oluşan hasarlar sonucu öldüğünü hatırlayın- yine Güney Doğuda  Kürt halkının çektiği çileye, devlet ve PKK arasında sıkışıp kalmanın yarattığı dram ve boşaltılan köylerle darmadağın edilen yaşamlara bakın; Sivas’ta, diri diri yakılan insanlara bakın,  savaşın, vahşetin, terörün, katliamın kirli tokadının değdiği her yüze, her toprağa bıraktığı ize, kanayan yaralara bakın; düşünün şimdi de, hangi hayvan başka bir hayvana, üstelik de hesaplı kitaplı bir şekilde böyle bir kötülüğü yapar…

İnsanlar yalnızca birbirlerine kötülük yapmakla kalmıyorlar üstelik; hayvanlara da en vahşi en acımasız yöntemlerle eziyet ediyorlar; onları hunharca öldürüyorlar. Bir süre önce haberlerde izledik hep  beraber; daha birincisinin üstünden bir ay geçmeden, ikinci kez, 60-70 tane köpek toplu halde zehirlenip, can vermeleri bile beklenmeden çukurlara atılmadı mı, diri diri üzerlerine toprak örtülmedi mi?!… Hayvan severler çukurların yanına ulaştıklarında sağ kalan birkaç tane yavru çukurları eşeleyerek, koklaya koklaya  annelerine ulaşmaya çalışıyorlardı meme emebilmek için… Eşeledikleri çukurdan annelerinin ölülerinin ortaya çıkardığı manzaranın  vahşetini ve dehşetini kavrayamayacak kadar masumdular o yavrucaklar… Bu vahşeti hangi hayvan düşünebilir, tasarlayabilir, uygulayabilir bu şekilde ve sonrasında saklamaya bile gerek görmeden pervasızca çekip gidebilir olay yerinden?!!!

Yine kuş gribi olayında gördük, korku ve dehşet içinde etrafa kaçışan tavuk,  horoz, civciv, kanatlı ne varsa binlerce, yüz binlerce hayvan hoyratça yakalandı,  diri diri çukurlara gömüldü, ya da gaz konteynırlarının içine tıkıldı yine diri diri…Biz de izledik bu katliamları evlerimizden ne yapacağımızı bilemeden… Peki virüsü kapanlar insanlar olsaydı, onları da hastalık yayılmasın diye bu şekilde hunharca katledecek, toprağa diri diri gömecek veya
zehirli gaz konteynırlarının içine atacak mıydık böyle canlı canlı…

Bir başka örnek daha sizlere; insandan başka her hangi bir canlı türü var mıdır dünyada, bu derece doğaya, çevreye, hayatın kendisine düşman ve bu şekilde  çevresindeki doğal yaşamı kirleten, öldüren, yok eden… Tuzla’ya , Kartal’a o zehirli atık bidonlarını, ölüm saçtığını bile bile; havayı, suyu, dolaysıyla yaşamı kirleteceğini, öldüreceğini bile bile, hiç tereddüt etmeden ortalığa bırakan ve öylece ardına bakmadan çekip giden cani ruhlu insanları düşünün, bu insanların her hangi bir hayvan ruhuyla özdeşleşebileceğini düşünür müsünüz, böyle bir hayvanı isteseniz de getirebilir misiniz aklınıza, isteseniz de bir hayvanın böyle bir şey yaptığını canlandırabilir misiniz zihninizde…  Bu hayvanlara haksızlık olur gerçekten…

Geçenlerde, ‘Objektif’ programının yapımcısı Kadir Çelik, çevredeki yoğun fabrika atıkları yüzünden halkının toplu halde kanserden ölme riski ile karşı karşıya bulunduğu Dilovası köyü’ ile ilgili ‘ Dilovası Ölümovası’ deyimini kullanmış ve kanserden kan kusan köylülerin acı feryatlarını kamuoyuna duyurmaya çalışmıştı ekranlarımızdan… Bu insanlar o kadar sahipsizdiler ki, etraftaki fabrika atıklarıyla kirlenen ve zehir haline gelen su, toprak, yiyecek ve havadan hastalanan bu insanların dertleriyle gerçekten ilgilenen tek bir yetkili bile yoktu ve göz göre göre ölüyordu bu insanlar… Hem de ne uğruna, bazı paraya doymaz, aç gözlü sanayicilerin birkaç kuruş daha fazla kazanç elde etme hırsları uğruna… 

Bir zamanlar yaşam ovası olan Dilovası artık zehir yayıyor, ölüm saçıyordu… Buna sebep olanlarsa fabrikalarındaki konforlu ofislerinde içkilerini yudumluyor, kanlı paralarını lüks klüplerde, otellerde eğlenerek harcıyorlardı. Ya da paralarına para katmak için yeni yatırımlar yapıyor, ölüm saçacak yeni fabrikalar kuruyorlardı. Bu arada Dilovası’nın bebekleri sakat doğmaya devam ediyor, halkı kansere, türlü akciğer ve kalp hastalığına karşı hayat mücadelesi veriyordu. Anneler babalar tüm vakitlerini ve olanaklarını hastanelerde, doktorlarda, ilaç, serum alarak, günlerini ışın tedavisiyle, kemoterapi görerek, ölüm kalım içinde savaşarak geçiriyorlardı. Ve bu arada o canavar fabrikalar üzerlerine ölüm püskürtmeye devam ediyordu Dilovası halkının.

Fabrika sahipleri olayı kesinlikle sahiplenmiyordu ve bağlı oldukları beldenin belediye başkanı dahil tüm ileri gelenleri fabrika sahiplerine arka çıkıyordu; bizim sanayicilerimiz yanlış iş yapmaz, onlar tedbirlerini almışlardır diyorlardı  hep bir ağızdan, söz birliği etmişçesine…

köylüyü gün be gün  zehirleyen, kanserden kan kusturan bu sanayiciler kutsaldı, dokunulmazdı onlara… Yaşam sadece onların hakkıydı… Köyde sakat, altı parmaklı, yedi parmaklı çocukların doğması, doğan sakat çocuk sayısının sağlıklı çocuk sayısının yarısına ulaşması, kanser hastalığına yakalanan insan sayısının yüzde kırkları bulması, yakın gelecekte köyde kansere yakalanmamış tek bir insanın bile kalmama riskinin olması, tüm bu gerçekler umurlarında bile değildi bu insanların; onlar ceplerine girecek kirli paranın peşindeydiler… Her kan tüküren çocuğa karşı bir kadeh daha fazla şarap içebilecekleri kirli paranın peşinde…

Objektif programının sunucusu Kadir Çelik bir gün olaya el atıyor ve durumu yakından incelemek üzere, belde  belediye başkanını  makamında ziyaret ediyordu. Onu asık bir suratla karşılayan belediye başkanı, Kadir Çeliğin gerçekleri dile getirmekteki kararlılığını gördükçe öfkeden kuduruyor ve kontrolünü yitirerek Kadir Çeliğin suratına tükürüyordu; bu yetmiyormuş gibi bir de kuvvetli bir de şamar indiriyordu Çeliğe… İçinizden geçenleri tahmin edebiliyorum, ama inanın bana  böylesine tükürseniz de anlamaz, yağmur sanır yalar tükürüğünüzü…

Gelelim hayvanların dünyasına; insanlık alemi bu kadar pislik, kirlilik, kin, nefret içindeyken, böylesi gaddar böylesi acımasızken, hayvanlar nasıl yaşıyor bir de ona bakalım isterseniz…

Daha önceki yazılarımı okuyanlar bilirler, Üsküdar’da, bir apartmanın bahçe katında yaşıyorum ben. O daireye taşındığımda bahçemde 5-6 tane kedi yavrusunun olduğunu fark ettiğimde çok sevinmiştim. Çünkü yaşadığım çevrede hayvanların olmasının, onları sürekli gözlemleyip onlarla iletişim kurmanın duygu dünyamı zenginleştirdiğini, beni daha yumuşak, daha sevecen bir insan haline getirdiğini biliyordum… 

Yeni daireme taşınalı iki ay olmuştu ki bahçemdeki bütün kediler ölümcül bir hastalığa yakalandılar;‘Gençlik Hastalığına’. Özellikle yavru kediler için çok tehlikeli bir hastalıktı bu ve ne yazık ki yavruların hepsi virüsü kapmıştı. Bu hastalığı yenmek için onlarla verdiğim mücadeleyi ve sonunda sadece iki kayıp vererek hastalığı nasıl yendiğimizi şimdi burada uzun uzun anlatmayacağım; ama merak edenler varsa eski yazılarımdan ‘Yaşam Ölümden Üstündür’ adlı yazımdan öğrenebilirler ayrıntıları.

Kurtardığım kediler içerisinde Prenses, biz insanların deyimiyle en yabani en ürkek olanıydı. Sırt kısmı tamamen siyah, yüz kısmı ve karın bölgesi beyazdı; iri, zümrüt yeşili gözleri vardı… Hastalığından önce bırakın ona dokunmak, yanına bile sokulamıyordum. Hatta hastalığının ilk günlerinde ona yaklaşamadığım için tedaviye de başlayamamıştım. Durumunun her geçen gün kötüleştiğini izliyor ama bir şey yapamıyordum. Ancak iyice elden ayaktan kesildiğinde ve artık karşı koyacak gücü kalmadığında onu yakalayıp eve alabildim ve nihayet  tedaviye başladım; ama yine de geç kalmış olmaktan korkuyordum. Veteriner arkadaşlardan aldığım talimatlarla ve tamamen onların belirttiği dozlarda, önce serum verdim; sonra antibiyotikler, vitaminler, sonra uzun bir bekleyiş derken yavaş yavaş iyileşmeye başladı Prenses…

Bir  kedi yeniden iştahlanarak yemek yemeye başlarsa iyileşiyor demektir.

Tehlikeli iki geceyi atlattıktan sonra Prenses de yemek yemeye başlamıştı ve  iştahı arttıkça iyileşeceğinden emin olmuştum. Çok mutluydum. Onun için yaptıklarımı biliyor ve bana minnetle bakıyordu; hayvanlarla sıkı diyalogunuz varsa ve iyi bir gözlemciyseniz bunu anlamanız hiç zor olmaz. Bununla birlikte bir kedinin size güvenmesinin çok zor olduğunu da bilmelisiniz. Prenses’in de bana tam güvenmesi bir  hayli zaman aldı. Elinde değildi, hayvansı güdüleri onu sürekli savunmaya itiyor, ne zaman yanına yaklaşmaya kalksam hemen savunma güdüsüyle kabarıyor, hırlıyor ve o bildik saldırı pozisyonunu alıyordu. Oysa  bana zarar vermek istemediğinden emindim. Kaç kez elimi ağzına, dişlerinin arasına sokmuştum ama ısırmamıştı. Sadece korkuyordu ve dürtüleri bu durumda neyi gerektiriyorsa onu yapıyordu.

‘Prenses’ tamamen iyileştiğinde onu tekrar ait olduğu yere, bahçeye bıraktım. O günden sonra ‘Prenses’ mutfağımın penceresinden hiç ayrılmıyordu. Ne zaman mutfağa girsem ordaydı. Beni görür görmez başını pencereye sürtüyor, sevgi dolu bakışlarla gözlerini gözlerime dikip, minnetle bakıyordu. 

Aradan aylar geçti, Prensese bir haller oldu. Yerlerde sürünüyor, yuvarlanıyor, cilveler yapıyordu; mahallenin bütün kedilerini peşinde koşturuyordu. Daldan dala, bahçe bayır koşturup duruyorlardı. Felaket flörtçüydü bizim kız, ardına takmadık erkek kedi bırakmamıştı… Derken ürün meyvesini verdi, ‘Prenses’ hamile kaldı.

Hamileliğinin son günlerinde bana daha yakınlaşmış, hatta kapımdan  ayrılmaz olmuştu; Her fırsatta içeri girme teşebbüsünde bulunuyor, ama ben izin vermiyordum. Zaten evde üç kedim vardı halihazırda, daha fazlasını istemiyordum. Bir gece sürekli miyavladı, çok bitkin görünüyordu, dayanamadım, içeriye aldım… Hayvanların bu yönü çok üzer beni; aç olurlar söyleyemezler, canları yanar söyleyemezler, dertleri olur söyleyemezler, söyleyemedikleri gibi, miyavlıyorlar diye bir de tekme atar bazı cani ruhlu insanlar onlara…

Prensesin doğumu yakındı, bu yüzden hazırlıklı olmaya çalışıyordum. Onu geniş bir karton kutuya koydum. Burada rahatça doğurabilirdi. Hissediyordum, eğer hasta değildiyse mutlaka doğumu yakındı; bu yüzden huzursuzdu ve kendini içeri aldırana kadar miyavlamıştı… Kışın başlarıydı ve dışarısı çok soğuktu. Bu mevsimde hayvanların bebeklerini doğuracak sıcak bir sığınak bulmaları çok zordu. Zaten kışın doğan bebekler, birileri acıyıp içeri almazlarsa genelde yaza çıkamıyorlardı… Kışın onları sokaklarda, gözleri iltihaptan şişmiş ya da akmış bir halde, bir köşede tir tir titrerken sizler de görüyorsunuzdur mutlaka… İnanın, yardım etmezseniz birkaç gün içinde öleceklerdir, bu konuda çok az şansları vardır yavrucakların…

O gece Prensesin inlemeleriyle uyuyamadım. Hayvancağız çok sıkıntılıydı. Sonunda sancıdan kıvranarak ilk yavrusunu doğurdu. Hayatımda ilk kez bir kedinin doğumuna tanık oluyordum. İnanılmaz güzel duygular içindeydim. O gece sabaha kadar tek tek bütün yavruların doğumunu izledim. Önce yavru kordon içinde rahmin dışına çıkıyor, anne etraftaki saydam deri ve kanı yalayarak temizliyor ve yavruyu ortaya çıkarıyordu. Bizim kız böylece altı yavru dünyaya getirdi. İki tanesi zifir gibiydi, simsiyah; iki tanesi ise anneye benziyordu, siyah beyazdı; birinin çenesinde top sakalı olduğu için ona profesör adını vermiştim. İçlerinde en sevimli olanı ise gri olanıydı, yani Duman… Altıncısı ise  beyaz üzerinde gri benekleri olan, tüylü, yumuk yumuk bir şeydi ve adını Yumoş koymuştum.
 
Yavrular ilk birkaç gün gözlerini açamadılar. Anne patileriyle onları yönlendirerek meme başlarını bulmalarını sağlıyordu. Bu arada bilmeyenler için,  yavrular iki aylık olana kadar anne yavruların dışkılarını yalayarak temizliyor ve hiç pislik bırakıyordu çevresinde…

Yavrular henüz üç haftalık olmuşlardı ki içlerinden biri, hem de benim en sevdiğim yavru  hastalandı. Yavrucak sürekli kusuyor, her kusuşunun ardından önce biraz rahatlıyor, ama hemen ardından acıkıp memeye daldığı için bulantı nöbetleri tekrar başlıyor ve tekrar kusuyordu. Bu gençlik hastalığının en önemli belirtisiydi. Bunun yanı sıra burun akıntısı, ishal, iştahsızlık, ateş eşlik ediyordu…  Sonunda yavrular su kaybından ve dirençsizlikten ölüyorlardı.

Çaresizlikten ne yapacağımı bilmiyordum. Gecenin bir yarsıydı. Anne gözleri korkudan kör bir kuyunun derinliğine bürünmüş adeta beni içine çekiyordu… kendisine bakmış iyileştirmiştim ya, yavrusu için de bir şeyler yapabileceğimi düşünüyordu sanırım…

Öncelikle vücuttaki su ve elektrot kaybını gidermek için bir miktar izotonik (serum) uyguladım. Sonra çok yönlü etkisi olan, gençlik hastalığına da iyi gelen bir antibiyotik enjekte ettim sırttan deri altına. Yavru çok küçük olduğu için dozuna çok dikkat etmek gerekliydi.  Ertesi gün hemen veterineri arayıp doğru yolda olup olmadığımı sordum. Onay alınca, veterinerin diğer talimatlarını da uygulayarak tedaviye devam ettim.

Sonunda  yavrucak iyileşti…
 
Annenin mutluluğunu görmeliydiniz. Kuyruğu dikleşmiş olarak -ki kediler en keyifli zamanlarında dikleşir kuyrukları- sürekli beni takip ediyor, mırıl mırıl çevremde dolaşarak başını bacaklarıma sürtüyor, kendi dilinde teşekkür etmeye çalışıyordu bana… Düşünün bunu yapan bir zamanlar o yanına bile sokulamadığım  yabani  kediydi…

Son olaya gelince… Biz insanların en çok şaşıracağı ve aynı zamanda da en çok ders alacağı türden bir olaydır bu…

Biz insanlar dünyayı birbirine dar ederken, birbirimizin kafasını koparıp, derilerimizi yüzerken, gözlerimizi oyarken ve bunu üstelik çoluk çocuk gözetmeden yaparken, bakın kediler birbirlerinin yavrularına nasıl davranıyorlar:

Dışarıdaki karton kutulardan birinde de bir başka anne kedi yavrulamıştı. Yavrular her geçen gün büyüyor, büyüdükçe güzelleşiyorlardı. Onları gözlemlemek, kısacık sure içinde  nasıl değişip geliştiklerini izlemek büyük keyif veriyordu. Kedi yavrularını oyun oynarken seyretmek ayrı bir zevktir. Hele onların meme kapma mücadelesini seyretmek; memeyi  kapan sımsıkı yapışıyordu memeye; çünkü açıkta kalanlar sürekli patileriyle emmekte olanların başlarını çekiştiriyor, bazen cılızlıklarından umulmadık bir çeviklikle karşısındakilere pata küte girişiyorlardı.

Yine bir gün bu afacanların ne yaptıklarını merak edip dışarıdaki kutuya baktım ki ne göreyim; bizim yavruların yanına üç tane de yeni doğmuş yavru eklenmemiş mi… Hayretler içinde kaldım; anne kedilerin yuvalarına diğer kedileri yaklaştırmak konusunda ne kadar hassas olduklarını bilirdim; ama şimdi görüyordum ki, bir başka dişi kedi, bizim annenin yuvasına yaklaşmakla  kalmamış bir de yavrulamıştı yanına…

İnanması zor ama iki anne artık ortaklaşa kullanıyorlardı o kutuyu. Yavrular her iki anneden birden besleniyorlardı. Eğer annelerden biri  yavruların yanındaysa hepsi birden o annenin memelerine çullanıyorlar; eğer annelerin her ikisi birden oradaysa bu kez yavrular iki annenin memesine dağılarak emmeye başlıyorlardı. Böylece her birine rahatlıkla bir meme düştüğünden, kapışmadan tıka basa doyabiliyorlardı…  Sonra da derin bir uykuya dalıyorlardı yavrucaklar…

Şimdi bunları görüp de,  bir yandan da insanların yalnız kendilerine değil tüm dünyaya, doğaya, canlılara verdiği zararları, caniliklerini, katliamlarını düşünüp,  sonra da bazı insanların en kötü yönleri ile hayvanlarla özdeşleştirdiklerini duymaktan benim gibi siz de rahatsızlık duymaz mısınız; bu hayvanlara haksızlık gerçekten diye geçirmez misiniz içinizden…
 
 NOT: İstanbul’da yaşayanlar, bahçemde artık her renkte ve güzellikte yavru kedi var bildiğiniz üzere. Eğer onlardan birini veya birkaçını edinmek isterseniz, lütfen [email protected]  adresime not bırakın ya da yorum olarak dileğinizi iletin, hemen yavrulardan birini size ayırabilirim. Şimdiden ilginiz için teşekkürler…


*Yrd. Doç. İ.Ü İktisat Fakültesi

 

1079490cookie-checkBazı insanlara hayvan demek hayvanlara haksızlık

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.