“Bu bir yaşam seferberliği”

Ülkenin dört bir yanındaki derelerde sürdürülen hidroelektrik santrali (HES) katliamına karşı mücadele etmek için geçtiğimiz yıl Ocak ayında kurulan Türkiye Su Meclisi’nin ikinci genel kurulu, 18-19 Aralık 2010 tarihlerinde Antalya’nın Kumluca ilçesindeki Alakır Vadisi’nde yapıldı. Sekiz adet HES projesinin bulunduğu Alakır’ın kuzeyindeki Kuzca köyü yakınlarına kurulan Yörük çadırında ve hiç elektrik kullanılmadan yapılan genel kurul toplantısına ülkenin dört bir yanındaki vadilerden gelen su meclisi bileşenleri iki gün boyunca yaşam alanlarının korunması için eylem ve fikir birliği arayışlarını sürdürdüler. Ancak Türkiye Su Meclisi’nin yürütme kurulu üyelerinden biri olan Pervin Çoban Savran, hem ev sahibi hem de konuktu Alakır’da. Konuktu, çünkü ait olduğu Sarıkeçili Yörüklerinin yaşamını sürdürdüğü Mersin’den katılmıştı genel kurul toplantısına. Ev sahibiydi, çünkü ülkenin dört bir yanından Alakır’a gelen konukları kurduğu 70 kişilik Yörük çadırında ağırlayıp, teknolojiden uzak kalarak da yaşanabileceğini, üstelik hiç de zor olmadığını gösterdi…

Türkiye Su Meclisi Yürütme Kurulu Üyesi ve aynı zamanda Sarıkeçili Yörükleri Derneği Başkanı olan Pervin Çoban Savran’la, yokedilen doğayı, HES’leri ve mücadele ruhunu konuştuk…

-HES’ler ve genel olarak su konusunda durum neden böyle ve nereye doğru gidecek bu süreç?

-Bize göre teknoloji hızla değerleri yok ediyor. Biz bunun farkına vardık ve bir şeylere zarar vermeden de hayatın sürdürülebildiğini göstermek için bir mücadele veriyoruz. HES’lerle ilgili çalışmaların yanlış olduğunu düşünüyoruz. HES’ler olmadan da, doğal yaşama, akarsulara, derelere zarar vermeden de yaşamın devam edebildiğini göstermeye çalışıyoruz. Derelere yapılacak olan HES’lerden yararlanacak insanların sayısı bellidir ama biz yüzlerce yıldır bu doğada, bu akan derelerde bu ormanlarda tek bir ağaç kesmeden yaşadık geldik. Bundan sonra da böyle devam etmesini istiyoruz. Çünkü sular yokolunca bir tek biz yokolmuyoruz doğada. Havası, böceği, kuşu; herşey yokoluyor. Gözle görülen ve görülmeyen tüm canlıları yokolduğunu herkesin idrak etmesini istiyoruz. Biz sanal alemde yaşayamayız. Biz dört kare camın içerisinden görerek bu hayatın sürdürülemeyeceğini canlı canlı olarak tanığıyız, bunu yaşıyoruz. Binlerce insanın bunun idrak etmesini istiyoruz. Bunun için birşeyler yapılmasından yanayız.

-Genel olarak doğayla iç içe yaşayanlar, özel olarakm da Sarıkeçililer için anlamı nedir bu yaşananların?

-HES’ler, barajlar, ambalajlanan sular vesaire… Biz bunların hepsinin karşısındayız. Bizler vücudumuzun içerisinde dolaşan kanı depolayabilir miyiz? Kalbimizin fazla kan barındırdığını öğrettiler bize. Şimdi biz fazla kan pompalıyor diye kalbimizdeki kanın bir kısmını hortumla alarak başka bir yere nakledebilir miyiz? Vücudumuzun her tarafında kan dolaşıyor. Bazı kısımlarında az, bazı kısımlarındaysa çok. Kalp bölgemizdeki fazla kanın akışını farklı bir yere yönlendirdiğimiz zaman bu bizim sağlığımızı ne derece etkileyecek bu? Azıcık aklı olan herkes bu şekil düşünürse daha iyi kavrayabilir bu meseleyi. Başka türlü anlatamayız. Ben üzerinde yaşadığımız toprakları, ülkemizi bir insan bedeni gibi düşünüyorum. Yaşadığım coğrafya benim bedenim gibi. Benim bedenimdeki kanı hortumla bir başka dokuya, bir başka bedene aktardığınız zaman ben ölürüm. Bunun bizim için başka bir ifadesi yok. Bizim için anlamı bu. Eğer bu dünyanın dönüşü durdurulamayacaksa, bu göç de durmayacak. Bu kan da bulunduğu yerden bir başka yere aktarılamayacak. Herkes alternatif bir çözüm arayışına girsin. Biz sonuna kadar mücadele edeceğiz bu uğurda.

-Somut olarak sizi nasıl etkiliyor HES’ler?

-Örneğin Göksu Havzasında yapılan barajlar bizim hemen hemen sonumuzu getirmek üzere. Neden derseniz, biz yüzyıllardır Göksu Havzasından göçüyoruz. Hem ilkbaharda hem de sonbaharda bu güzergahı kullanıyoruz. Bu havzadaki hayat bittiği anda biz de yokolacağız. Bu açıdan bizim yaşamımıza gözle görülür etkisi bu. Ayrıca planlanan bütün HES’ler tamamlandığı zaman bizim için susuzluk da başlayacak. Başkaları suyu taşıyabilir, borularla bir yerden bir yere götürebilir ama biz bunu yapamayız. Bizim için su hayattır.

-Alakır’daki bu buluşmanın anlamı ne sizce. Ülkenin dört biryanından gelen insanlar var ve hepsinin de sorunu aynı. Sizin kurduğunu bu çadırda toplanıp, sorunlarına çözümler arıyorlar. Nasıl bir ruh gördünüz burada?

-Bu buluşmanın asıl gayesi, insanların bizim kültürümüzü yalnızca sözle değil, yaşayarak da anlamalarıydı. Ve buraya gelen insanların yüzlerinde gördüğüm gülücük benim için çok anlamlıydı. HES’lerle ilgili bundan sonra yapılacak bütün toplantıların ve biraraya gelişlerin ki ben buna eylem demeyeceğim; bu derelerin sonsuza kadar akabilmeleri için bir başlangıçtır. Çünkü buraya gelen insanlar belki de ömründe çadır hayatı nedir görmemiş, bilmiyorlar. Çadırda nasıl yatılır, çadırda elektrik yok… İçinde akan su yok, tüpgaz yok. Daha başka modern hayatta olan bir çok ayrıntının çadırda olmadığını gördüler. Ateşimizi, ocağımızı yaktık ve buluştuk. Biz kendi yaşantımızı anlatsaydık insanlara masal gibi gelecekti ama buraya gelen insanlar bunu yaşayarak gördüler. Ve görenlerin düşünceleri biraz daha değişti. Çünkü insanlar kendi yaşamlarını ve buradaki yaşamı karşılaştırdılar. Bir de şu bir gerçek. İşte başka yerlerde önceden rezervasyon yapmak gerekiyor, kim gelecek, nerede yatacak gibi sorunlar oluyor. Bu kültürde bunlar da yok. İşte kara çadırımızı kurduk. Yetmezse bir tane daha kurarız. Çullarımız var.

-Çadırdakilerin hepsinde bir heyecan da göze çarpıyor. Olağanüstü günlerde yaşanan bir heyecan. Neler olacak yakın gelecekte?

-Bu kelimenin tam anlamıyla bir seferberlik. Bir yaşam seferberliği. Seferberlik diyince insanlar belirli bir sınırın kurtarılmasını ya da bunun için savaşılmasını anlıyorlar. Bizler, doğada varolan kendi yaşam alanlarımızın dışında tüm canlıların yaşayabilmesinin seferberliğine hazırlanıyoruz. Yani bu tarifi mümkün olmayan bir seferberlik. Ben aklıma sığdıramıyorum. Yani akıllara durgunluk verecek bir durum. Ben şöyle bir şey söyleyeceğim, bakın herşey gelip geçicidir. Yasalar da şirketler de gelip geçicidir. İnsanlar da gelip geçicidir. Ama tek bir gerçek vardır, insanaların doğru olarak yapmış olduğu şeyler kalıcıdır. Bizim yapmaya çalıştığımız, mücadelesini verdiğimiz iyi bir gerçek var. Bu gerçek bizimle gitmeyecek. Bizden sonrasına da kalacak.

-Şimdi sizler burada toplanıp mücadele yöntemlerini tartışırken dışarıda, vadide iş makinaları da aralıksız çalışıyor. Siz bir Yörük anası olarak bu HES’leri yapan şirketlerin yöneticilerine ne söylemek istersiniz?

-Şimdi bu santralleri kuran şirketlerin yöneticilerine bir şey söyleyeceğim; bakın insanı eğitim, diploma ve okular beslemez. İnsanı yaratan besler. Biz eğer sevgiyle yaklaşırsak doğa ana her türlü bağrına basar bizi. Her türlü imkanını verir bize. Çünkü bizleri bir yaratan var. Bu doğayı yok ederek, akarsuları yokederek bir şeyler kazandığını düşünmesin şirket sahipleri. Buyursunlar Toroslara gelsinler biz onları da konuk edelim. Ben soruyorum onlara, kaç kişiyi ağırlayabilirler sahip olduklarıyla. Sayılıdır… Onları da köleler gibi kullanarak. Ama biz kuru ekmeğimizi, yanında soğanımızı, bulursak bulgur pilavımızı paylaşmaya hazırız. Binlerce HES’çi gelsin. Binlercesini ağırlarız. Bakın onlar mutlu da değiller. Ben onların neden mutlu olamadıklarını da biliyorum. Çünkü onlar birşeyleri kaçırma, bir şeyleri çalma ve yok etmek mücadelesindeler. Bu yüzden mutlu da olamıyorlar. Ben bunun farkındayım, bu sesi duyuyorum. Toroslara gelsinler bu HES’çiler biz onların ruhunu sağaltırız. Ve onları aç bırakmayız biz. Bizleri yaratan, bizi bağrına basan bu doğa hepimize yeter. Yeter ki biz onu yoketme çabasına girmeyelim. Doğanın bizi her türlü nimetle ödüllendirdiğini görelim. O eğitim gözlüğünü, o şirket gözlüğünü, o bilmem ne gözlüğünü çıkarıp öyle bakalım doğaya yeter ki. Bir kaç gün o şirketten uzak kalarak, o bürodan uzak kalarak çıkıp bir bakalım doğaya. Doğayla bir başbaşa kalalım, benden daha iyi anlayacaklarına eminim.

-Çarıkları ıslatacağınızı söylediniz. Ne anlama geliyor bu?

-Şimdi çöyle bir şey var. Kuru çarık ayağa dar gelir. Yani kuru çarıkla bir iş yapamazsın. Çarık ıslanacak, ondan sonra da yağlayacağız. Çarık demek hareket demektir. Yürümek demek. Elbette çarıkları ıslatacağız. Islatmak ise suyun varoluşu, varolan bu suyun sonsuza kadar akmasını sağlamak demek.Yani ülkemizde bir hareketin halen varolduğunu göstermek . Sadece Ankara’dakilere değil, herkese göstermek. Kapalı camların arkasında oturanlara göstermek. Kurtuluş savaşında olduğu gibi bu çekirdek kadroyla birlikte daha nelerin yapılabileceğini göstermek. Çünkü bunu biz kararlaştırmadık burada. Bu doğanın vermiş olduğu bir karar. Oksijen, sayısız yıldızlar, şu görmüş olduğumuz ateşteki alev verdirdi bu kararı. O ruhu bize aşılayan içinde yaşadığımız doğa. Gecenin ayı, gündüzün güneşi, soluduğumuz hava verdi bu kararı. Biz vermedik, doğa verdi. Biz sadece bir parçasıyız bunun.

-HES ya da başka amaçla doğaya müdahele edenler, ‘doğayı imar etmek’ten söz ediyorlar…

-Doğayı imar etmek onu yoketmektir. Doğa imar edilmez, o zaten kendi kendini yeniliyor. Şirketler doğayı imar etmiyor, talan ediyorlar. Büyükler bunu daha iyi anlayabilirler; bundan elli yıl kadar önceki hayatı bilenler daha iyi anlayabilirler. O zamanlar doğayı böyle imar edecek, tahrip edecek insanlar yoktu. Ve herkes daha mutlu, daha huzurluydu.

-Bu söylemi kullananlara son zamanlarda ‘devlete karşımısın?’ sorusunu yöneltiyorlar. ‘Devlet enerji üretmesin mi, enerjide dışa bağımlı mı kalalım’ diyorlar.. Siz ne diyorsunuz bu yaklaşıma?

-Devlet neden oluşur, insanalardan. İnsanlar nerede yetişip de biraraya geliyor, kapalı mekanlarda… İnsan olduğu zaman beşerdir, yanlış karar verebilir. Bugün devletle olabilir, yarın devletin dışındakiler olabilir. Bizim devlete karşı bir şeyimiz yok. Devlete karşı olduğumuz da söylenemez. Bizim yıllardır Orta Toroslar’dan İç Anadoluya göç ettiğimizden kimsenin haberi yoktu. Hele hele Çankaya’nın hiç haberi yoktu. Son bir kaç yıldır sesimiz duyuldu ama genel olarak habersizdi toplum. Biz bu göçümüzü, bu varoluşumuzu dünyaya göstermek istiyoruz. Doğada kadim haklarımızın olduğunu dünya görsün istiyoruz. Ama biraz devlete karşıymışız gibi algılanıyoruz diye çekimser kaldık. Biz devlete karşı değiliz asla. Bu sene Allahın izniyle ülkenin heryerindeki insana bunu gösterelim istedik. Biz daha yaşanılabilir bir enerjiden yanayız. Enerji de üretilsin ama biz de varoluşumuzu sürdürelim. Şimdi bu tür projeler devletin arkasına sığınılarak anlatılıyor. Yanlışı devlet de yapabilir, şirket de yapabilir. Bunlar doğanın korunabilmesi için mücadele edenleri yıpratmak için kullanılan bir sistem. Bu mücadele, insanların doğanın içinde de daha iyi yaşanılabileceğini anlamalarının mücadelesi. Ben hep şunu diyorum; parayla nasıl yaşanır ki, para insana ne verir ki? O şirketler şimdi para kazanıyorlar, kazandıkları parayla ne yapıyorlar ben onu merak ediyorum. Buyursunlar gelsinler, benim o kadar parası olmayan, üniversite bitirmeyen doğa bilimcisi insanlarımız var, onları keşfetsinler. İçimizde okul görmemiş ama filozof gibi insanlarımız var. Eğitim almamış, parası da olmamış ama doğanın diliyle öğrenmiş insanlarımız var. Buyursunlar yürekleri varsa keşfe gelsinler. Eğer hazmedebiliyorlarsa, tahammül edebiliyorlarsa bizim binlerce bilge insanımız var. Hiç bir şey görmeden ama hiç bir şeye de zarar vermeden doğada yaşayan insanımız var.

-Ancak sözünü ettiğiniz bu doğa bilgeliğinin, kültürünüzün yaşam alanı giderek daralıyor değil mi?

-Bizim üzerimizde çok büyük bir karalama var, bizde keçi var ya, ‘keçiler ormanlara zarar veriyor’ diyorlar. Bunu da zaten bu kurumlar kurululuşlar yağıyor. Ortada bir günah var. Bide de keçi var; bizi günah keçisi ilan ediyorlar. Ama ben diyorum ki gerçek gözleriyle gelsinler görsünler. Doğayı koruyan, doğanın bekçisi kim görsünler. Dört duvar arasında oturarak orman korunmaz. Orman, bulunduğu yerde korunur. Ormanı, bulunduğu yerde anlarsın. Kapalı mekanlarda, bürolarda elde edilen gelirle, ormandan yapılan dekorla orman korunmaz. Ben bunu çok komik buluyorum.

-Geçtiğimiz günlerde Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda da sorunlarınızı anlattığınız bir toplantıya katıldınız. Neler yaşandı orada, sizi dinlediler mi? Ya da bir çözüm beklentisi oluştu mu sizde?

-Brüksel’de çok derin şeyler anlattık. Anadolu’da alev alev bir yangının olduğunu anlattık. Ama ülkemizin coğrafyası gibi insanlarının da çok farklı olduğunu söyledim. Ülkemin insanları da dağları, dereleri, engebeleri gibidir dedim. Bunlar benim ülkemdeki gerçekler, belki siz çözüm olmayacaksınız ama bunları bilin dedim. Yani ben Avrupa’dan bir çözüm geleceğine de pek innamıyorum dedim ama davulun sesi uzaktan uzağa hoş gelirmiş bunun için bir kez de burada konuşma gereği duydum dedim. Aslında çözüm elimizde. Sizden bir çözüm bekliemiyorum ama bunun da bilin dedim. Eğer siz çözüm olsaydınız, metrolarda, garlarda köprü altlarında yatan milyonlarca insan omazdı dedim. Benim kültürümde bu yok. Daha benim oralarda sokaklarda yatan insanlar yok. Daha benim ülkemde insanlar arasında sınıflandırma yok. Oralarda esmer insanlar hep ikinmci sınıf insan muamelesi görüyorlar. Bu hep göze çarpıyor. Ben yabancı dil bilmesem de bunu gözlemliyorum. Anlalabiliyorum. Benim Brüksel’e götürdüğüm ve toplantının yapılacağı parlamento binasının önüne koyduğum keçeden yapılmış ‘Sarıkeçililer’ yazısının kaldırılmasını istediler. Ben Pervin olarak değil, Sarıkeçilileri temsilen gittim oraya. Keçeden yazılmış bir ‘Sarıkeçililer Derneği’ yazısı vardı. ‘Bu Türkçe bir yazı anlaşılmaz, kaldırın’ demişler. Ben binlerce yılık kültürümün yokolduğunu anlatmak için gidiyorum oraya, onlar benim yazımı ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Tepkimi sert gösterdim tabii. “İşiniz ne Türkçe öğrenin. Ben yazıyı kaldırmaya mecbur değilim” dedim. Sonra toplantıyı yöneten bir parlamenter kulaklığı takınca bana dedi ki, “Pervin, biz sizi bize bu kadar sert konuşmanız için davet etmedik, sorunlarınızı dinlemek için davet ettik” dedi. “Sorunlarımız bu ama siz hala sorun üretiyorsunuz” dedim. Sorunu çıkartan merkezin ne olduğunu öğrendim ben bugün dedim. Gelişmişlik de sorun çözmek değil. İnsan olarak biraz anladılar, bu sesi duydular…

-Son olarak eklemek istediğiniz bir şey varsa…

-Bizim artık masallara karnımız tok. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a sesleniyorum buradan, Türkiye’nin imza koyduğu Somut Olmayan Kültürel Miras projesini bir an önce hayata geçirsinler. Sarıkeçililerin bu projenin içine girmesini istiyoruz. Verdiği sözü, taraf olduğu anlaşmayı yerine getirmiyor bakanlık. Bir an evvel attıkları bu imzanın içini doldursunlar.

Alakır Vadisi HES projelerinin kıskacındaki önemli doğa alanalarından biri

Alakır’ın yerlisi Durmuş amca

Pervin ana

Pervin Çoban Savran

Toplantı devam ederken Alakır’daki HES şirketleri aralıksız çalışmalarını sürdürdü

Çadırda toplantı

Toplantı

Toplantı

Çadır

Çadır

Pervin ana temsilcimiz Yusuf Yavuz’a konuşurken

733740cookie-check“Bu bir yaşam seferberliği”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.