En ‘kayıtlı’ ağzımızla: Hrant!

ülkenin üzerine çökmemiş gibi, televizyonlar boylu boyunca yanında bir parça kan görünen bedeni önümüze sermemiş gibi Hrant Dink’in öldürüldüğünü duyunca geldiği yer belli olmayan bir tokat yemiş gibi olduk.


Oysa biz aynı tokatı, aynı yerimizden defalarca yemiştik.


Uzaktan uzağa, televizyon ekranlarından tanıdığın bir insanın öldürülmesine bu kadar üzülmek için, o insanın iyi bir şeyler yaptığına daha önceden inanmak gerekir herhalde…
Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürüldüğünde lisedeydim. Sınıfımızın tek ve en muhalif öğrencisi Derya, göğsünde Kışlalı’nın resmiyle girdiği sınıfta arkamdaki sıraya oturup sırtını duvara verince sormuştum ona, kim bu adam diye. İki yıl sonra, isminin verildiği sınıfta Siyaset Bilimi dersine girerken, kahpe bir tuzakla gitmeseydi aramızdan, bize o dersi onun vereceğini öğrenecektim. Derya’nın girmeyi çok istediği, ama artık Kışlalı’dan ders alamayacağını bilerek daha o zamandan çok üzüldüğü okula, sonra çok isteyerek kendimin gideceğini henüz bilmiyordum tabii…


Necip Hablemitoğlu’nun öldürüldüğünü duyduğumdaysa üniversitenin ilk yıllarıydı. Kurşunlu, bombalı, kanlı ve sonunda “iyi biri”nin öldürüldüğünü iyi-kötü anladığımız bu olaylar için cümlelerimiz henüz çok yetersizdi. Çoğumuz için tuhaftı olanlar sadece; “Birinin öldürülmesi”ydi. Ölünün arkasını anlayamayacak kadar “küçük” olmaktan gelen bir “yetersizlik” içindeydik.


Çok değil, memleketin “niteliğini” bıçak gibi kesen 1980’in öncesi olsa, o yaşlarda, o adamlar öldü diye sokaklara fırlayacak bilinçte olurduk. Oysa biz 1980’in bu tarafındaydık. 12 Eylül’ün üzerinden teker teker geçtiği adamların üç-beş yıl içinde doğacak çocuklarıydık. Artık üniversite sıralarına oturduğumuzda bile, bu ülke için “iyi olan” adamların öldürülmesine “yeterli kayıtı” gösteremeyecek kadar kayıtsızlaştırılmıştık.
Sonra, 12 Eylül’ün “Kayıtsızlaştırma” artığıyla çırpına çırpına büyüdük!


‘BİZ’ NE KADARIZ?


Hrant’ın katli, benim kuşağımın kayıtsızlaştırma karşısında kendini kayıtlı olmaya iliklediği bilinçli çocuklarının “bilinçle” gördüğü ilk cinayet. Dilerim, sonuncusu da bu olur.
Zor oluyormuş, yeni öğrendik. Daha biri “cümlem bitti” diyemeden sözünün parçalanıp paylaşılmasının, bedeninin soğuk bir kaldırım taşına uzanmasının haksızlığı… Çok zormuş!
Anladık ki, bu memleket onulmaz bir defoyla ürettiği insanların ürediği yerini temizlemedikçe, bir ayağı çamurdan çıkmayacak.


Eskiden bu ülkede biri öldürüldüğü vakit tahmin edebilirdin kimin yaptığını. Bu tetiği çeken ülkücü derdin, şunu vuran sol cenahtan diye kuvvetli bir tahmin yürütürdün, bunu yapsa yapsa filanca örgüt yaptı diye kestirip atardın. Ya şimdi?! Kayıtsızlaştırılmış asalakların bile canı sıkılıp, kendince bir sonuca varıp ya da asalak beyninin yönlendirilmesiyle; beyni de, kalbi de, kendi de dağ gibi adamları çekip vurduğu zamanlardayız.


Peki biz bu kadar az mıyız?


Hastalıklı “toprak ve bayrak bilgisi (‘sevgisi’ diyemeyeceğim)” olan adamları çıkarsak içimizden, Hrant’ın ölümü elimize sihirli bir neşter verse de o hastalıklı beyinleri kazısak bu memleketten, hakikaten çok merak ediyorum, ne kadar kalır bu memleket?


TARAFSIZ DEĞİLİZ!


Kayıtsızlaştırma üretiminden kendimizi kurtardıysak bir parça, şunları da söylemek, sormak gerekir o vakit:


Taksim’de, Agos’un önünde toplanan kalabalığa sorası geliyor insanın; Dink, Türklüğü aşağıladı diye mahkemelerde yargılanırken, mahkum edilirken neredeydi bu refleks?
Bugün, Dink’in görüşünü paylaşmadığını ama acısını yüreğinde hissettiğini söyleyenlerin, mahkeme önlerinde Elif Şafak, Orhan Pamuk, Perihan Mağden, Hrant Dink ve daha çokları, birini öldürmekten geri kalmayacak namussuzlukta bir eylem olan linçle cezalandırılmaya çalışılırken, bugün, “Düşüncesine katılmıyorum ama yapılana lanet okuyorum” diyenlerin acıyı hisseden yüreği neredeydi?


Basın bu cinayetin neresinde kaldı? Linç gösterilerinde açıkça aklın ve medeniyetin tarafını tutmayan, göstere göstere taraf tutmayan televizyonlar, gazeteler; o görüntülerin, kayıtsızlaştırılmış asalakların hastalıklı beyinlerinde neye tekamül edeceğini hesaplayamadı.


Gazeteci tarafsız değildir efendiler! Şu dünyada bizatihi en fazla taraf tutması gereken şahsiyettirler!


BİR GÜN SABAH OLURSA…


Bir de, yalnızca son yazısı olduğundan mı bilinmez, kendisini “Bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görmesi”nden çok söz edildi Hrant’ın. Herkes son yazıdan bir alıntı yaptı, en çok da bunu yazdı. Öyle sanıyorum ki, Hrant’ın, bu ülkede insanların güvercinlere dokunmayacağına inandığını söylemesine, buna inanmasına herkes içinin çok gizli bir yerinde kızdı.


O da bilmesine biliyordur aslında bu ülkede değil dokunmak, çok güvercinin boğazlandığını ama… İnsan bu memlekette de bir gün sabah olacağına içini karartmayınca… Olmadık şeylere inanıyor…


Katilin yüzünü gazetelerde göre göre, bizim da hala O’nun öldüğüne inanamadığımız gibi…


[email protected]
 

696660cookie-checkEn ‘kayıtlı’ ağzımızla: Hrant!

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.