‘Çernobil’den ders çıkarmadık’

Tanay Uyar, elektrik mühendisi, Boğaziçi Üniversitesi’nde, ‘Nükleer Mühendislik Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. 1976’daki yüksek lisans tezi ‘Enerji Karar Destek Modelleri Projesi’nin bir parçası olarak “ Türkiye İçin Nasıl Bir Nükleer Enerji Stratejisi ”ydi. Bu tarihlerden 1996 yıllarına kadar “Türkiye’de hangi kaynaklardan elektrik üretilsin” sorusuna cevap aradı. 1981’den itibaren Gebze TÜBİTAK Marmara Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Merkezi’nde dünyadaki araştırmalarla eş zamanlı olarak, ‘Enerjinin Etkin Kullanımı ve Yenilenebilir Enerji’ konusunda çalışmalara başladı. Doktorasını makine mühendisliği bölümünde tamamlayan Tanay Uyar, yine o dönemde tüm dünyada araştırmaları yapılan “İklim değişikliği ve küresel ısınma” tehdidine karşı “temiz teknolojiler” konusunda incelemelerde bulundu.


Özellikle Türkiye’de  bol olan linyit kaynaklarını değerlendirip, linyit su karışımı yapıtlar hazırlayıp, onları geleceğin temiz teknolojileri denilen, basınçlı kaplarda besleyecek bir yakıt haline getirmeyi başardı. Bu çalışmaları ile Enerji Bakanlığı’nın da  dikkatini çeken ve nükleer karşıtı örgütlenmelerde de yer alan Uyar 2000’de “Yenilenebilir Enerji” doçenti oldu.


Şu anda Marmara Üniversitesi’nde görev yapan Tanay Uyar aynı zamanda Dünya Rüzgar Enerjisi Birliğinde de ülkemizi temsil ediyor. Tanay Uyar’la Türkiye’nin enerji politikalarını değerlendirmesi ve nükleer karşıtı görüşleri için Açık Gazete’den Çiğdem Şahin konuştu…


–  Hocam bütün dünya’da enerji santrallerinin kurulduğu bir dönemde üniversite eğitimine başladığınız için öğrenciliğinizde belki de enerji santrallerini savunuyordunuz, şimdi ise çok farklı bir noktadasınız. Bütün çalışmalarınızı ‘temiz teknolojiler’ konusundaki araştırmalarda yoğunlaştırdınız ve ‘enerjinin etkin kullanımı ve yenilenebilir enerji’ konularında uzman oldunuz, bu süreci siz kendi açınızdan nasıl değerlendiriyorsunuz…
–  Sizin de belirttiğiniz gibi benim öğrenciliğim döneminde sadece petrol, kömür ve hidrolikten elektrik üretiliyordu. Daha  sonra 1996’lara doğru, Türkiye’nin yeterince elektrik üretecek kaynaklarının olduğu, bunun için nükleer enerjiye ihtiyaç olmadığı sonucu çıktı yapılan araştırmalarda.  1976’da başladığım yüksek lisans tezim 1980 yılında bitti. Bu arada Dünyada da nükleer enerjiden geriye doğru bir dönüş süreci başladı. Örneğin 1978’den bu yana Amerika’da tek bir Nükleer Santral siparişi yapılmadı. Ayrıca 1973’ten 1978’e kadar yapılan siparişlerin de 100 tanesi iptal edildi.  Yani 78-80 arası artık nükleer santrallerin öngörüldüğü gibi beş bin tane kurulmayacağı, şu anda kullanılanlar kapatıldıkça artık terk edileceği ortaya çıktı. Bu yüzden ben, 80 yılında tezimi bitirdiğimde işsiz kaldım. Çünkü Nükleer Enerjiden kaçışın, yani Nükleerin çözülmeye başladığı bir dönemdi. İki seçeneğim vardı, yani iki teklif gelmişti bana; ya Çekmece Nükleer Araştırmalar  Merkezinde çalışacaktım ve Türkiye’de  Nükleer Santrallerin kurulması için hem elektrik mühendisi olarak hem nükleer mühendisi olarak, hem de nükleer planlamacısı olarak nükleer enerjiyi  destekleyecektim, ya da Gebze TÜBİTAK Marmara Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Merkezi’nde yeni kurulan Enerji Biriminde çalışacaktım.  Ben ikinci şıkkı seçtim ve yani TÜBİTAK Araştırma Merkezindeki, Enerji Birimi’nde çalışmaya başladım. Böylece 1981’den itibaren, Petrol kriziyle birlikte diğer bütün dünya ülkelerinin yaptığı gibi, yani endüstrileşmiş ülkelerin, biz de ‘Enerjinin Etkin Kullanımı ve Yenilenebilir Enerji’ konularındaki çalışmalara başladık. Amerika Rüzgar Türbünleri kurmaya başlamıştı o zaman, ondan önce Güneş Enerjisini kullanmaya başlamıştı. Çünkü panik halinde Petrole olan o bağımlılıktan kurtulmak için tüm OECD ülkeleri, öncelikle ‘Enerjinin Etkin Kullanımı’ yani daha az  enerji ile aynı işi nasıl yaparız konusunu araştırmaya başladılar. Sonra da ‘Yenilenebilir Enerji Kaynakları’ üzerinde çalışmalar izledi bunu. Ben de TÜBİTAK’taki görevim süresince endüstride, konutlarda daha az enerji ile aynı işi  nasıl yaparız  konusunda ‘Enerjinin Etkin Kullanımı Projeleri’  üzerine çalışmaya başladım.


–  Sizin 1980’lerde, doktora teziniz doğrultusunda ‘temiz teknoloji’ üretimi konusunda çok başarılı çalışmalarınız var, özellikle linyit ve su karışımından elde ettiğiniz yakıt projesi bu konuda oldukça ilgi çekici, bu çalışmalarınızdan biraz bahseder misiniz?
–  Bildiğiniz gibi doktoramı makine mühendisliği bölümünde yaptım ve TÜBİTAK’tayken linyit su karışımı yapıtlar hazırlayıp, onları geleceğin temiz teknolojileri dediğimiz, -o zaman için diyorum bunu-, basınçlı kaplarda besleyecek bir yakıt haline getirmek üzerine çalıştım. Bütün Türkiye linyitlerinden numuneler alarak onları işlemden geçirip, kendi suyuna akışkanlaştırıp, kalorifik değerini iki misli arttırıp homojen bir yakıt haline getirdik. Doktora tezim buydu. Bir yandan onu yaptım, bir yandan da ‘Enerjinin Etkin Kullanımı ve Güneş Projeleri’ üzerine çalıştım. Bu arada Türkiye’de ilk rüzgar enerjisi çalışmalarını başlattım. Rüzgardan, Amerika, Kolombiya, Danimarka, Hollanda gibi diğer endüstrileşmiş ülkelerde zaten yararlanmaya başlamışlardı o yıllarda; bu ülkeler halihazırda rüzgar enerjisini kullanıyorlardı. Bu konuda çeşitli teknolojiler geliştirmişlerdi. Türkiye’de ise ilk Rüzgar Atlasını ben yaptım 89 yılında. Türkiye’nin toplam enerji ihtiyacının en az iki mislini rüzgardan sağlayabileceğini kanıtladım. 90’da bu konuda yaptığım çalışmalarla Doktora tezimi tamamladım. Yakıtı üretmiştim, artık birilerinin alıp onu  kullanması kalmıştı geriye.


–  Bu konuda da şansızlık sizi buldu ve bu kez de Rio ve Kyoto Protokolü ve ‘İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması’ ile yeni bir süreç başladı değil mi? Artık dünya yepyeni bir doğrultuda ilerliyordu, dünyadaki iklim değişikliklerinin doğa üzerindeki tahrip edici etkisi ve küresel ısınma tehdidi  saptanınca bu kez de dünyada başka bir süreç söz konusu oldu enerji açısından. Bu süreç fosil atıkların ve nükleer enerjinin sorgulanmaya başladığı ve ‘temiz teknolojilerin her zamankinden daha fazla önem kazandığı bir süreçti, bu konuda sizin görüşleriniz nelerdir?
–  Evet 1992 yılında ‘Rio ve Kyoto  Protokolu’ ve ‘BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması’ ile dünyada yepyeni bir süreç başladı. Fosil atıkların atmosferde oluşturduğu tahribatın insan ve doğa yaşamı konusunda ne kadar büyük tehdit olduğunun anlaşılması üzerine, dünyada fosil yakıtların neden olduğu karbondioksit emisyonlarını, yani kömür, doğalgaz, petrolden kaynaklanan karbondioksit emisyonlarını nasıl ortadan kaldırılacağı konusu tüm dünyada enerji politikalarının gündemini oluşturdu. Sorun ‘dünyadaki iklim değişikleri’ ile oluşan ‘küresel  ısınma’ sonucu atmosferdeki yaşamın tehdit altında olmasıydı.


–  ‘İklim değişikliği ve küresel ısınma’ deyince ne anlamamız gerekiyor, dünyamız ve yaşamımız açısından bu nasıl bir tehdit oluşuyor, bu konularda bizi  aydınlatır mısınız hocam?
–  İnsanlar atmosferin içinde yaşam hacmini, güneşin her sabah  doğmasıyla sağlıyorlar. Yani her sabah doğan güneş atmosferin dışı eksi 60 derece iken, atmosfere ışınlarını yollayıp, sera gazları dediğimiz, bu şekilde oluşan battaniye ile atmosferin içini ortalama 16  dereceye getiriyor. 16 derecelik ısı insan ve canlı yaşamı işin zaruri bir oran ve bütün yaşam topu topu atmosferdeki 12 kilometrelik bir alanda ve bu 16 derecelik ortalama ısı da gerçekleşiyor. Bu ısı derecesindeki her değişiklik iklim değişikliği ve küresel ısınmaya yol açıp atmosferdeki yaşam hacmini tehdit ediyor. Biz insanlar enerjiyi yaşamımızı sürdürebilmek için istiyoruz doğru, ama yaşamı asıl belirleyen şey enerji değil, atmosferdeki bu 12 kilometrelik yaşam hacmidir. Yaşamı nükleer enerji oluşturmuyor, fosil atıklar oluşturmuyor, petrol, kömür, doğal gaz oluşturmuyor.  Yaşamı her sabah doğan güneş oluşturuyor. Güneş sayesinde atmosferin içinde hepimizin yaşaması için elverişli bir ortam oluşuyor ve bunun kalınlığı da toplam 12 kilometre topu topu hepsi ve ortalama ısı derecesi de 16 derece. Yani 6 milyar insan ve bütün canlılar yaşamımızı bu koşullarda, bu  ısıda ve bu alan içinde dengede sürdürebiliyoruz. Sağa sola da gidemiyoruz, bir anlamda  bu koşullarda yaşamaya mecburuz. Bu koşullarda yaşamak için oluşmuşuz, evrimleşmişiz. Sonuçta yaşamamız için gerekli bu 16 derecelik ısıyı ve 12  kilometrelik yaşam alanını korumaktan başka çaremiz yok. Aksi taktirde, ısı çok yükseldiğinde, yani belli bir derecenin üstüne yükseldiğinde, atmosferdeki denge bozulacak ve yaşam sürdürülemez olacaktır.


– O zaman yaşamamız için zaruri olan bu ısı değişiminin sebepleri nelerdir, iklim değişikliği ve  küresel ısınmaya neden olan başlıca etkenler nelerdir. Bu konuları biraz açabilir miyiz?
–  Dediğim gibi atmosferde yaşam hepsi 12 kilometrelik alanda gerçekleşiyor ve biz 6 milyar insanın her birine 2 metrelik bir alan düşüyor.  Yani Tusunami geldiği zaman, 2 metrelik alanda 150 bin kişiyi öldürüyor. Bu denge bu şekilde düzgün bir şekilde sürerken, o bahsettiğim battaniye de belli bir kalınlıktayken, biz, 100, 150 yıl önce  yine güneşin oluşturduğu ama şu ya da bu nedenle toprağın altında gömülü kalmış, sonra fosilleşmiş tüm bu doğal gaz, petrol gibi enerji kaynaklarını bulmuşuz ve yeryüzüne çıkarıp bunları  tutuşturmayı öğrenmişiz. İşte yer altındaki bu kaynakların yeryüzüne çıkarılıp yakılmaya başlamasıyla, daha önce düzgün olarak işleyen bu denge bozulmaya başlıyor. Bitkiler büyürken karbondioksiti alıyorlar biliyorsunuz fotosentezle, dışarıya oksijen veriyorlar. Karbonu da bünyelerinde bırakıyorlar. Bunlar atmosferdeki karbonun bir kısmını bünyelerinde tutuyorlar. Volkanlarla veya  başka nedenle, jeolojik oluşumlarla bunlar yer altında kalınca fosilleşiyor ve fosil enerji kaynaklarına dönüşüyor. Biz karbon dediğimiz şeyi, yani kömür, doğal gaz dediğimiz şeyi yer altından yer yüzüne çıkarıp tutuşturduğumuzda bunlar biliyorsunuz dışarıya ısı veriyor, bir de fotosentezin tam tersi olarak, havadaki oksijeni alıp dışarıya karbondioksit veriyor. Bu karbondioksit dediğimiz gaz, diğer beş gazla beraber,  buna metan da dahil, atmosferin içinde ek olarak birikince, o battaniyenin kalınlaşmasına neden oluyor. Battaniyenin kalınlaştığı oranda da atmosferdeki o 12 kilometrelik yaşam hacmi azalıyor ve atmosferdeki ısı derecesi de artmaya başlıyor. İşte küresel ısınma dediğimiz şey bu. Atmosferin içinde bu gazlar biriktikçe,  her gün güneşten gelen ama geri yansıması gereken bir miktar ısıyı emiyor, aynı serada olduğu gibi, atmosfer içinde tutuyor ve battaniyeyi her seferinde biraz daha kalınlaştırmış oluyor. Ortalama sıcaklık daha önce 16 derece iken, son  150 yılda, 16.5 ila  16.8 olmuş. Yani son 100, 150 yılda küresel ısınma dediğimiz şey bu kadar, battaniye bu kadar kalınlaşmış. Bu oluşumla beraber, yani bu ısınmayla beraber kutuplardaki buzlar erimeye başlıyor. Karların yoğun olduğu yerlerde karlar gevşemeye başlıyor ve daha fazla su atmosferin içinde dolaşmaya başlıyor. Bu da,  işte New Orleans olsun, diğer Çin’de, Bangladeş’te  olsun, her sene 5, 10 milyon kişinin ölümüne yol açan sel baskınları olarak atmosferdeki etkisini gösteriyor. Bunlar kısa dönemli etkiler. Bir de uzun dönemli etkisi var bunun; son 150 yılda 25 santim artmış deniz seviyeleri.  Deniz seviyelerinin artması demek üzerinde yaşadığımız kara parçasının da küçülmesi anlamına geliyor. Ada devletlerin yok olması anlamına geliyor.


–  Bilim insanlarınca bu küresel ısınmanın saptanması ve algılanan tehdit üzerine ne tür tedbirler alınmaya başlıyor, bu konuda dünyada eş zamanlı giden çalışmalardan bahseder misiniz?
–  Şimdi bu tespit 1992 yılında yapılıyor. Ondan önce şunu söyleyeyim;  bu karbondioksit emisyonlarının, hani battaniyeyi kalınlaştıran gazların, kömür, doğal gaz ve petrolün yeryüzüne çıkarılıp yakılmasından oluştuğunu söylemiştim ya, bunların her birinin yakılmasında ne oranda  karbondioksit doğaya bırakılıyor ona bakalım; Kömür, doğal gaz ve petrol, bunların hepsi karbon ve hidrojen içeriyor ama hepsinde karbon, hidrojen oranı farklı. Daha  çok karbon olan kömür;  biraz daha az olan petrol; daha az olan doğal gaz; Bunların miktarlarına göz atarsak, bir kilovat saat elektriği, daha anlaşılır bir örnekle söylersek, 10 tane 100 Vatlık ampulü bir saat yakacak elektriği üretmek için, bir kilogram karbondioksit salıyorsunuz kömür olursa; eğer petrol olursa 650 gram;  doğal gaz olursa 450 gram.  Yani küresel ısınmanın doğaya bırakılan karbondioksit oranında arttığını söylersek, kömür, petrol ve doğal gazın etkisi böyle. Görüldüğü gibi en çok karbondioksit çıkışı kömür yakıldığında oluyor. Dolayısıyla bunlardan doğaya en zararlı olanı kömür. Bunların bu şekilde atmosfere zararı saptandıktan sonra dünyada ne gibi gelişmeler oluyor ona bakarsak, daha 1992 yılına gelmeden önce, yani 7, 8 yıl öncesinden itibaren,  Malta, ada devleti olarak Birleşmiş Milletler’e, bu küresel ısınmanın incelenmesi ve önlem alınması için baş vuruyor. Bunun üzerine, Birleşmiş Milletler Çevre Programı ve Dünya Metroloji Örgütü birlikte, 1991 yılında, dünyanın her tarafından gelen 2500 bilim adamının katıldığı ‘Hükümetler Arası İklim Değişikliği’ adı altında bir panel düzenliyorlar. Bu Panelde bilim adamları sundukları ilk raporda, gerçekten böyle bir küresel ısınmanın var olduğunu ve önlem alınmazsa bunun yakın gelecekte dünyadaki yaşamı tehlikeye atacak oranlara ulaşabileceğini tespit ediyorlar. Bunun üzerine 1992 de, Rio Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması imzalanıyor. Bu anlaşmayı imzalayan ülkeler sorunun çözümü konusunda işbirliği yapma  ve önlem alma konusunda anlaşıyorlar. 1992 de bu ülkelerin imzasına açılıyor, 1994 yılında yeterli ülke sayısına ulaşılıyor ve anlaşma yürürlüğe giriyor.  Bu tarihten sonra bu toplantılar her sene yapılmaya başlıyor. Ve nihayetinde 1997 yılında, Kyoto Protokolü ile her bir ülkenin ayrı ayrı sera gazı emisyonlarını, yani battaniyeyi kalınlaştıran emisyonlarını, 2010 yılına kadar 90’lardaki seviyelerinden belli bir orana indirmeleri konusunda anlaşıyorlar. 1997 Kyoto Protokolü ile bu ülkelerin imzasına açılıyor. 2004’de Rusya’nın da Kyoto Protokolünü imzalaması ile yeterli ülke sayısına ulaşılıyor ve anlaşma yürürlüğe giriyor. Ama bu protokolü Amerika ve  Avustralya hala imzalamadı.


–  Türkiye’nin durumu nedir peki?
–  Türkiye’nin durumu; biz 1992’de imzalanan Rio Protokolünü 1993’de imzaladık ki bu anlaşma 1994’te yeterli sayıya ulaşıp yürürlüğe girdi; Bu anlaşmadan önce dönemin dış ilişkiler komisyonu ve komisyon başkanı Mehmet Dülger bu konudaki  çalışmalarımı Dışişleri Bakanlığı kanalıyla duyduğu için beni çağırdılar ve fikrimi aldılar; ben de durumu anlattım ve protokol imzalandı. 1997 Kyoto Protokolüne gelince bizimle birlikte bu protokolü imzalamayan 5 ülke kalmıştı imzalamayan; bunlar Irak, Afganistan, Bundi Cumhuriyeti, Somali ve Türkiye. Bu arada Türkiye, 1997 Kyoto Protokolünü imzalayana kadar geçmiş olan 8, 10 yıllık süre içinde ne yazık ki geri dönüşü olmayan bir sürü doğal gaz ve kömür Anlaşmasını çoktan imzalamıştı.


–  Yani demek istiyorsunuz ki, Türkiye Rio ve Kyoto Protokolüne taraf olmayı kabul ettiğinde zaten iş işten geçmişti, bütün doğal gaz ve kömür anlaşmaları çoktan imzalanmıştı. Tüm dünya bunlardan vazgeçip temiz teknolojiler dediğimiz ‘yenilenebilir enerji’ kaynaklarına yönelirken biz bunların ellerinden çıkarmak istedikleri o eski kaynakların alıcısı ve pazarı durumuna çoktan gelmiştik, öyle  mi?  
–  Ne yazık ki öyle… Bu anlaşmalarla Türkiye, artık hiçbir yeni anlaşma imzalamasa bile 30 yıllık bir süre için kendisini bağlamış durumda. Bunlar hazine teminatı karşılığı yapılan tahkim anlaşmaları olduğu için, Türkiye o saatten sonra bu doğal gaz ve kömüre ihtiyacım yok dese bile geri dönüşü yok bu anlaşmaların. Kömürü veya Doğal gazı, kullansın kullanmasın karşılığını ödeme teminatını verdi Türkiye. Düşünün bütün dünya bu kaynaklardan uzaklaşmak için anlaşma imzalarken biz tam tersini yapıyoruz ve bütün doğal gaz ve kömür anlaşmalarımızı bu dönemde imzalayarak uzun vadeli bağlıyoruz kendimizi bunlara. Üstelik kullanıp kullanmadığımıza bakılmaksızın karşılığını ödeyeceğimize dair teminatlar vererek… Bunun nedenlerinin düşünülmesi gerekir… Bu bize nasıl dayatılmıştır, bu anlaşmaları neden yapmak zorunda kalmışız bunların araştırılması gerekir. Çünkü bu anlaşmalar yalnız bizim geleceğimizi değil, çocuklarımızın geleceğini de ipotek altına almıştır. Özetle şunu vurgulamaya çalışıyorum: şimdi bütün dünya atmosferdeki yaşamın sürmesi için bir araya geliyor; birleşmiş Milletler çatısı altında birtakım anlaşmalar imzalıyor, kömür, doğal gaz, petrol gibi atmosfere zararlı olduğu bilinen bu kaynakları kullanmama kararı alıyor; biz ise aynı süreçte tamamen bu kaynakları içeren bir sürü yeni anlaşmalar imzalıyoruz. Bu konuda Amerika bile, 1992 Rio ve 1997 Kyoto protokolünü imzalamamasına rağmen 1980’de 15.000 tane rüzgar türbünü kuruyor ve buna her sene 2 bin, 3 bin yeni türbün ekleyerek arttırıyor. Yine Almanya kömürü terk ediyor, Nükleer santralleri kapatıyor, ‘yenilenebilir Enerji Kaynağı’na yöneliyor,  bu arada Kolombiya’dan aldığı kömürü, kendisi artık kullanmak istemediği için, imzalattığı uzun vadeli tahkim ve teminatlı anlaşmalar sayesinde Türkiye’ye pazarlıyor.



–  Bunların çevreye zararlı etkisi ve yaşamımızı tehdit etmesi bir yana, çok da yüksek maliyetleri olduğu biliniyor. Bir yanda çok az maliyetli temiz teknolojiler, bir yanda da daha pahalı ve kirlilik içeren eski teknolojiler ve biz  bile bile pahalı ve kirli olanı seçiyoruz, bu nasıl bir mantıktır, bunu açıklayabilir misiniz?
–  Bu konuda daha birçok örnek verebilirim size. Örneğin Almanya kendisi kömür santrallerinden vaz geçiyor, ama bu arada Kolombiya’dan aldığı kömürü Sugözü termik santraline pazarlamak için 20 yıllığına Türkiye’yi bağlayan anlaşmalar imzalatıyor Türkiye’ye.  Hem de tahkim ve hazine garantisi ile yapılmış bu anlaşmalar. Yani Türkiye bu anlaşmayla, Almanya’dan bu kömürü kullansa da kullanmasa da almak zorunda;  eğer almazsa bile bedelini ödemek zorunda. Türkiye’nin artık o kömürden yararlanıp yararlanmadığına bakılmaksızın o bedeli ödemesini bu anlaşmalar zorunlu hale getiriyor. Bu anlaşmalar bunu garantiliyor, hem de 20 yıl boyunca. Sonuçta gelişmiş ülkelerin artık sırtında kambur olmuş bu teknolojilerin bedellerini Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına, vatandaşlarına ödetmek koşuluyla hem pisliğinden hem maliyetinden kurtulmaları yönünde işleyen bir sistem bu. Bu ülkeler bütün dünyada, atmosferin içinde kullanılması karbon vergisi cezasını gerektiren kaynakları, bütün bu olayların iç yüzünden haberdar olmayan veya bunu bilerek kabullenen karar vericilerimiz, mühendislerimiz, öğretim üyelerimiz sayesinde bizim ülkemize pazarlıyorlar. 10  yıldır  ben bir öğretim üyesi olarak, elektrik mühendisi olarak, enerji teknolojilerini izleyen bir insan olarak bu konuda halkımızı aydınlatmaya çalışıyorum. Türkiye’nin 76-96 yılları arasındaki Enerji Modelini kurmuş biri olarak bu çalışmaları  bugün de sürdürüyorum. Bir kamu üniversitesinde çalışıyor olmamın verdiği sorumluluk ve görev bilincim de bunu gerektiriyor zaten.


–  Bu konuda kamuoyunu bilinçlendirmek üzere söylemek istediklerinizi bir kez daha burada tekrarlayabilir misiniz hocam, hangi konularda uyarmak istiyorsunuz halkımızı?
–  Bugün ben 1992’den bu yana bir enerji planlamacısı olarak şunu anlatmaya çalışıyorum; Türkiye’de sera gazı emisyonlarını azaltmanın stratejilerini, “Türkiye’nin Enerji Ekonomi Sistemlerinin Etkilerinin  Analizi” diye bir projeyi 10 yıldır sürdürmeye çalışıyorum. Enerji bakanlığı bunları hep görmezden geldi, bu projelerim destek göreceğine hep reddedildi. Eğer bu konuda model kurulsaydı, ‘İklim Değişikliği’nin etkilerinin azaltılmasını sağlayacak hangi önlemler alınacak, bunların ülke ekonomisine yükü ne olacak bu konudaki projelerim gündeme gelecekti. Bu yapılsaydı bugün bizi dünyanın tam tersi bir gidişata sürükleyen, yani onların vazgeçtiği, hem pahalı hem zararlı olduğu bilinen petrol, kömür, doğal gaz gibi enerjilere bizi en az gelecek 30 yıl bağımlı kılacak bu doğal gaz ve petrol anlaşmaları imzalanmamış olacaktı. Bundan şunu anlıyoruz; bugün bu doğal gaz ve petrol anlaşmalarını imzalayanlar ya da imzalamak zorunda kalanlar, ülke için doğru ve en iyi olanın yapılmasını istemiyorlar ya da bunu yapacak iradeyi gösteremiyorlar.


–  Şimdiye kadar konuştuğumuz bütün bu konular kömür, petrol ve doğal gaz anlaşmaları ile ilgiliydi; peki nükleer enerji konusunda dünyadaki ve bizdeki gidişat nedir? Yine eller Mersine giderken biz tersine  mi gidiyoruz hocam, ne dersiniz?
–  Nükleer Enerji konusuna gelince, demin söyledim, 1978’den sonra Amerika da tek bir nükleer siparişi olmamış, daha önceki siparişler de durdurulmuştur. Almanya ise 2017 yılına kadar  bütün nükleer santrallerini kapatma kararı almıştır. Bilindiği gibi dünyada 50 yıldan bu yana nükleer enerjiden elektrik üretiliyor. Şu anda bütün santrallerin yanında çöpler duruyor ve bu ülkeler bu atıklarını boşaltacak yerler arıyorlar, hiçbir yere koyamıyorlar bu çöpleri. Bu konuda herhangi bir çözüm üretilemedi henüz, yani depolanma konusunda, Amerika dahil hiçbir ülke çözemedi bu sorunu. Önerileri şu; Bunları biz alalım  yani Türkiye alsın, bunlar Türkiye’de bir yerde depolansın, bunun için de Toros’ları düşünüyorlar…


– Türkiye’yi çöplükleri olarak görüyorlar yani ve biz de tıpış tıpış yerine getiriyoruz bu isteklerini desenize…
–  Maalesef öyle… Türkiye’yi atıkların depolanacağı bir yer olarak görüyorlar…


–  Peki ABD ve diğer gelişmiş ülkeler, nükleer enerjiyi kullanmaktan vazgeçme sebepleri olarak  neleri gösteriyorlar hocam? 
–  Bu konuda ABD’nin Enerji Bakanlığının web sayfasına girdiğinizde şöyle dediğini görüyorsunuz: öncelikle pahalı olduğu için kullanmaktan vazgeçtiklerini söylüyorlar; Ayrıca atıkların depolanmasının mümkün olmaması, denetimlerinin zor olması ve de vatandaşlarının vergilerinin bunlara harcanmasını istememesi, tüm bunlar gelişmiş ülkelerin artık bu teknolojileri terk etmek istemesinin sebepleri. Fakat bu ülkeler bize bu teknolojileri pazarlarken, kendi sitelerinde yazılanların tam tersini savunuyorlar; yani bu teknolojiyi kullanmak size ucuza gelir, sizin yararınızadır vs. gibi. gerekçelerle pazarlıyorlar bunları bize. Bu olayın gerçek maliyetlerini bilenlerin, maddi, manevi diyorum bunu, tüm bunları deşifre etmemiz ve bu konuda tuzaklarına düşmememiz gerekiyor. Ama maalesef nükleer enerji konusunda da Türkiye halihazırda bu anlaşmaları imzalamıştır zaten.  Kendine milliyetçiyim diyen de bunu yapmıştır, müslümanım diyen de, demokratım diyen de, hepsi aynı şeyi yapmıştır. Bunlar bir anlamda bunu yapmaya mahküm olmuşlardır. Çünkü bu ülkelere boyunları büküktür ve aksi taktirde iktidarda kalamama sorunları vardır. Bu noktada bu ülkelere lanet okumanın, bize bunu neden yaptınız, bizlere bunları nasıl pazarladınız demenin bir anlamı yoktur. Çünkü onlar kendi çıkarlarının gereğini yapıyorlar. Onları bize aktaracak ki kendi iç  gerilimleri azalsın, artık bunlara bütçe ayırmak zorunda kalmasınlar. Onlar  kendileri için, kendi vatandaşları için iyi olanı yapıyorlar, sorun bizim bunu neden kabul ettiğimiz… O konuda da iktidarda olmanın gereğini yapıyorlar bizi yönetenler ve bu basiretsizliklerinin bedelini de bize ödetiyorlar.


–  Bunların bu eski teknolojileri bize pazarlarken, yani bizi ikna etmeye çalışırlarken  sundukları gerekçelerden somut bir örnek verebilir misiniz? Bu gerekçeler nasıl çürütülebilir bunu bir örnekle açıklayabilir misiniz?
–  Mesela şöyle bir gerekçeyle geliyorlar; eğer sizlere bu teknolojiyi verirsek, sizler bu teknolojilerinizi geliştirirseniz bunun ardından size hızlı üretim reaktörlerinin kullanımıyla ilgili teknolojiyi de veririz diyorlar… Eğer hızlı üretim reaktör kullanımına geçmek istiyorsanız bu enerjiyi de kullanmak zorundasınız diyorlar. Diğer yandan hızlı üretim reaktörlerin kurulamayacağı, bunun mümkün olmadığı, Fransa’da ve diğer ülkelerde bugün kanıtlanmış bir şey, bu ülkeler terk etmişler artık bu teknolojiyi bu biliniyor. Buna rağmen bize hala bu teknolojiyi mümkünmüş gibi gösterip, sonra da ancak bu teknoloji gerçekleştiğinde kullanılabilecek bir kaynağı peşinen satmak istiyorlar. Bu şuna benzer; yeni bir yün eğirme makinesi icat ettik, size kazak ördüreceğiz ama bunun için önce siz bu makinede kullanılacak yünleri alın bizden, makineleri sonra göndereceğiz demeye…  Oysa ortada böyle bir makine bile yoktur, böyle bir teknolojinin mümkün olmadığını bütün dünya bilmektedir. Bütün bunlar o yünlerin satılması içindir yani… Yine örneğimize dönersek, yani hızlı üretim reaktörler konusuna, dediğim gibi şu anda Fransa’da Amerika’da bu teknolojinin  mümkün olmadığı kabul etmiştir artık. Bunların yapımı bu ülkelerde tamamen durdurulmuştur. Bu bilinmesine rağmen biz hala böyle bir teknoloji varmış gibi davranıyoruz ve bu teknoloji için kullanılacak enerji kaynakları için bir sürü anlaşmalar yapıyoruz peşinen; 20 30 yıl gibi uzun vadeli ve dönüşü olmayan anlaşmalar…


–  Hocam bu atıkların maliyeti bir yana, yani bu maliyetin sırtımıza yüklenmesi bir yana, bir de kirlilik yarattığı biliniyor bunların, bunu siz de söylediniz. Yaşamı tehdit eden zehirli atıklar bırakıyor bunlar ve bu atıklar yüzyıllarca süre içinde bile doğada yok edilemiyor. Üstelik bunların, bu rektördeki sızıntıların denetlenmesi de çok zor, Çernobil olayında böyle bir durumda ortaya çıkan felaketi gördük, işin asıl önemli boyutu bu bana göre… Üstüne para vererek ülkeyi, insanımızı  zehirlemek olmuyor mu bu bir anlamda?
–  Evet öyle oluyor maalesef. Bu atıkların depolanması sorun, bunu az önce de söyledim. Bu konuda bir çözüm üretilemedi henüz. Ve bunlar yüz yıllar hatta bin yıllar gibi uzun bir süre zararlı etkisini sürdürebiliyor doğada. Henüz daha elli yılı dolmuş durumda ve daha  bir milyon yıl daha başında durmak gerekiyor bunların. Denetimsiz bırakamazsınız bunları hiçbir zaman. Bunların depolanacağı bir yerin ya da yerlerin mutlaka bulunması gerekiyor. 


–  Yani çöplüklerin… Ve bu çöplüklerden birinin de Türkiye’de olması isteniyor öyle mi?
–  Maalesef öyle… Bu arada şu anda dünyada nükleer enerji ve santraller konusunda durumun ne olduğuna bakarsak, bu konuda gelişmiş ülkeler öncelikle enerjinin etkin kullanımı konusundaki çalışmalarını hızlandırmış durumdalar.  Dört ila on misli daha az elektrik tüketerek aynı işi yapan, aynı ulaşımı sağlayan, aynı aydınlatmayı yapan, aynı ısıyı sağlayan teknolojiler üretme yolundalar bu ülkeler… Yani buzdolabı, televizyon, bilgisayar ne gelirse aklınıza bunlar artık dört ila on misli daha az enerji ile çalışıyor eskisine nazaran. Kendileri bu yeni teknolojileri kullanırken, yani daha az enerji tüketen teknolojileri kullanırken, daha çok enerji tüketen teknolojileri ise çeşitli mekanizmalarla, ihracat kredisiyle, gümrük birliği anlaşmasıyla, ‘on yılın altındaki ürünler ithal edilebilir diyen’ anlaşmalarla bize ve bizim gibi gelişmekte olan ülkelere pazarlıyorlar. Bunu da yine  kendine bu ülkeyi seviyorum, ülkem için çalışıyorum diyen insanlar vasıtasıyla yapıyorlar. Almanya ve Fransa’nın bize öngördüğü imtiyazlı ortaklığın  çerçevesinde bunlar bu şekilde satıldı bizlere. Böylece her satılan ampul, yani etkin enerji kullanımı teknikleri ile üretilmemiş, tasarruf ampulü olmayan her ampul için yeni bir kömür santralinin yapılması gerekiyor ülkemizde.


–  Böylece bu santrallerin gelişmiş ülkelerde kullanımına son verilirken bizde yeni yeni santrallerin inşa edilmesi için yeni talepler yaratılıyor diyebilir miyiz?
–  Evet, tam da öyle. Kendileri bu eski teknolojileri terk etmektedirler oysa. Mesela Almanya’nın bu konuda parlamentosundan geçirdiği programa göre 2050 yılında bugünkü enerji ihtiyacının yüzde 45’ini sadece enerji tasarrufu yolu ile sağlayacak. yüzde 55’ini de tamamiyle yenilenebilir enerji kaynakları ile sağlayacak. Bu arada kömürle çalışan eski santralleri yine kendi ülkesinde kapatıp Türkiye ve diğer gelişmekte olan ülkelere satacak. Yine Kolombiya’dan aldığı kömürü bize satmaya devam edecek. Bu arada bu satış anlaşmalarının sürmesi için bize sürekli empoze etmeyi sürdürecek: “aman ha siz enerji kısıtlamasına sakın gitmeyin, kişi başına enerji tüketiminiz ne kadar artarsa  o kadar kalkınırsınız” diyecek. Yani işlerine gelince kişi başına enerji kullanımının fazla olmasını gelişmişlik kriteri olarak sayıyorlar bunlar, kendilerine sıra gelince de kişi başına enerji tüketimini azaltmak için her şeyi yapıyorlar. Bu konudaki bütün yasal düzenlemeleri yapmış durumdalar.


–  Peki Türkiye’de yasal prosedür ne durumda, bu konuda gerekli düzenlemeler yapılabiliyor mu?
–  Bazı düzenlemeler var ama yetersiz. Ve bunlar yapılırken bir yandan da eski teknolojilerin alımına devam ediliyor, bunu söylemiştik. Düzenlemeler çok yetersiz. Mesela Türkiye’de ‘enerjinin etkin kullanımı yasası iki yıldır mecliste bekliyor, çıkmıyor. Avrupa Birliği’ne uyum süreci içinde çıkması gerekiyor bu yasanın ama çıkmıyor. Dört sayfalık bir metin bu ve söylenecek olan  “bundan böyle Türkiye’de enerjinin etkin kullanımı için gerekli teknolojilere yatırım yapılacak ve Türkiye 2 ila 3 gibi kısa bir süre içinde bu teknolojilere adapte olacaktır” bütün söylenmesi gereken bu ama bu söylenmiyor ve yasa geçirilemiyor. Çünkü Türkiye’de enerji kullanımının azaltılması aslında, AB standartları ne derse desin, Avrupa tarafından istenmiyor. İktidarlar bu işi bunun için sürüncemde tutuyorlar. Bu yapılırsa Türkiye’nin şimdiye kadar yaptığı bütün eski anlaşmaların gereksizliği ve bize ne kadar pahalıya mal olduğu ortaya çıkacak, bu bilinsin istenmiyor. Enerjinin etkin kullanımı konusunda Dünyada ve Türkiye’de durum böyle.


–  Peki Yenilenebilir enerji kaynakları konusunda durum ne? Bildiğim kadarıyla sizin rüzgar türbünleriyle ilgili çalışmalarınız sürüyor. Dünya Rüzgar Enerjisi Birliği’nde ülkemizi temsil ettiğinizi belirtmiştiniz. Bu konudaki gelişmeleri anlatır mısınız?
–  Evet bu konuda dünyadaki gelişmelerle eş güdümlü olarak ben de çalışmalarımı sürdürüyorum. Mesela şu anda sizinle havaalanında buluştuk, birazdan Almanya’ya uçacağım. Orada yine bir yenilenebilir enerji fuarına katılacağım.  Bu konuda yeni teknolojilerin tanıtıldığı bir fuar bu. Burada gerek güneş gerek rüzgar bütün bu konudaki yeni teknolojiler tanıtılacak. Bunun dışında bir de bizim Rüzgar Enerjisi Birliği’nin yönetim kurulu toplantısı var ona katılacağım. Buraya dünyanın her yerinden temsilciler geliyor. Ben Avrupa’yı temsil ediyorum, başkan yardımcısı olarak. Bu sene içinde Hindistan’da bir konferansımız olacak,  bu  konferansın planlamasını yapacağız bu toplantıda. Yenilenebilir enerji konusuna gelince, önce bunların neler olduğunu açıklayalım. Yenilenebilir enerji kaynakları dediğimiz şey, güneş gibi, rüzgar gibi, bio-kütle ve jeo-termaller gibi doğada bol bulunan ve maliyeti çok ucuza gelen, üstelik de doğayı ve çevreyi kirletmeyen, tahrip etmeyen enerji kaynaklarıdır bunlar. Ben ve benim gibi konunun uzmanlarının iddiası şudur ki, “atmosferdeki kirliliğe neden olan ve yaşam alanını daraltan bütün bu doğal gaz, petrol ve kömürden sağlanan enerjinin tamamını bu yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlayabiliriz” biz bunu iddia ediyoruz ve kanıtlıyoruz.


–  Peki bu kaynaklardan enerji üretiminde nasıl faydalanılıyor bize biraz daha ayrıntılı ve gerekirse örnek vererek açıklayabilir misiniz?
–  Tabii, ama önce şunu belirtelim, yenilenebilir enerjinin üretilebilmesi için demin saydığımız, güneş gibi, rüzgar gibi, jeo-termaller gibi tükenmez, yenilenebilir enerji kaynaklarının doğada bolca bulunması gerekiyor. İkincisi bunların kullanımını sağlayacak teknolojilere sahip olmak gerekiyor. Üçüncü ve son olarak da tüm bunları yapmak isteyecek bir irade gerekiyor; yani bu bizim için iyidir, bunun için gerekeni yapmalıyız şeklinde bir iradenin olması gerekiyor. Bu yenilenebilir enerji kaynaklarından en önemlisi güneş. Her sabah doğup, hiçbir karşılığı olmadan herkese eşit olarak ulaşan, kimsenin bunu elde etmek için birbirini kakalaması gerekmeyen, o gün kullanmazsanız da size küsmeyen, sırtını çevirmeyen, her ne zaman isterseniz kullanımınıza hazır olan, hiçbir faturası olmayan bir kaynak, güneş… Hem de sürekli yenilenebilen bir kaynak ve bu kaynağın bugün atmosferin içine verdiği ısı ve ışıktan konutta, aydınlanmada, sanayide, tüm bunlara ihtiyaç duyulan her yerde yararlanılabilmesi  mümkün. Şimdi bu saydığımız üç kriterden Türkiye açısından en kritik olanı irade konusu. Avrupa bu konuda,  yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım için çeşitli teşvik kredileri veriyor ve  projeleri ödüllendiriyor; bu konuda tam bir irade söz konusu yani. Avrupa ile karşılaştırma yapmanın önemi şu, Avrupa bu konuda bizim kadar avantajlı olmadığı halde, yani biz aynı şeyi üretmek için birim başına 20 sent verirken Avrupa buna 55 sent verdiği halde, yani bizim üç katımız pahalıya bu teknolojiyi kullanabildiği halde,  bu irade tamamiyle var orada. Ama biz, onlardan üç kat daha avantajlı olduğumuz halde, bu konuda enerji kaynaklarına fazlaca sahip olduğumuz halde, ilgili düzenlemeleri bir türlü yapamıyoruz, yasalar bir türlü çıkarılamıyor. Çünkü irade eksikliği var.


–  Peki bu irade eksikliğini siz neye bağlıyorsunuz?
–  Her yıl 20 milyon kişinin güneşlenmek için Türkiye’ye geldiği düşünülürse, güneş enerjisinin ülkemizde ne kadar bol olduğu ortaya çıkıyor. Bunu bizim Almanya’nın yaptığının üçte bir fiyatına yapabildiğimizi söyledik az önce. Neden bu konuda yasanın hala çıkarılamadığını açıklamak gerçekten zor. Neden Türkiye’de yenilenebilir enerji kaynaklarından yeterince yararlanılamadığını, bu konuda neden gereken iradenin gösterilmediğini açıklamak zor…


–  Bunun sebebi, eski teknolojilere yapılan yatırımlar yüzünden yenilere yatırım yapılmak istenmemesi olabilir mi hocam, sizin daha önce bahsettiğiniz o eski teknolojilerle ilgili yapılan anlaşmalar olabilir mi bu irade eksikliğinin sebebi?
–  Doğru, daha önce de vurguladığım gibi, yapılan eski anlaşmalar yüzünden hükümet baskı altında hissediyor kendini, bu yüzden gerekli iradeyi gösteremiyor…


–  Ve üstelik yenilenebilir enerji ile, bütçemizin önemli bir bölümünü tutan enerji maliyetlerinden önemli ölçüde kurtulacağımız ve daha rahat kalkınabileceğimiz bilindiği halde… Eski teknolojilere ilişkin yapılan anlaşmalar ve bunların ülkeye sokulması ile, ödeyeceğimiz maddi bedel bir yana sağlık açısından da doğamızın, çevremizin, yaşamımızın kirleneceği, tahrip edileceği biline biline… Bu nasıl olur hocam… Nasıl bu kadar basiretsiz olunabilir. Bu konudaki enerji maliyetlerini ve kayıplarımızı daha iyi somutlaştırabilmemiz için nasıl bir örnek vermek istersiniz, yine Avrupa ile bir kıyaslama yapabilir miyiz?
–  Örneğin elektrik ve ısınma konusunu ele alalım, Türkiye’de şu anda 5 milyon konutu tamamiyle  güneşle ısıtmamız mümkün, hiçbir sorun olmadan. Türkiye’de ortalama iş yeri ve konutlarda , metrekare  başına 300 kilovat saat enerji tüketiliyor ısınmak için. Bu Avusturya’da ortalama 100’lere, 50’lere düşürülmüş durumda, enerjinin etkin kullanımı ve  yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı yoluyla. Son 10 yıldır Avrupa genelinde de 100, 70, 50 kilovatlarda bu oranlar. Diğer gelişmiş ülkelerde bu konuda sürekli olarak metrekare başına düşen enerji tüketimini azaltmaya çalışıyorlar. Onlarda enerji tüketimi konusunda ruhsatlar belli sınırlamalara göre veriliyor mesela. En son Almanya’da bir toplantıya gitmiştim, fuara, pasif enerji konusunda, bu sınırlandırma metrekare başına 40 kilovatlara kadar düşmüş. Kendileri tam hız sınırlandırırlarken enerji kullanımı konusunda bize sürekli aman arttırın, daha çok kullanın, camı pencereyi açın, kişi başına veya  metrekare başına ne kadar çok enerji kullanırsanız o kadar kalkınırsınız diyorlar. Çünkü biz ne kadar çok enerji tüketirsek o kadar bunlara bağımlı olacağız ve onlardan doğal gaz, kömür alacağız, o derece nükleer santraller kuracağız.


–  Rüzgar ve diğer enerji kaynaklarında da durum bu kadar vahim mi hocam?
–  Rüzgar konusunu anlatmadan önce, rüzgar nasıl oluşuyor ona bir bakalım isterseniz; ne oluyor önce güneş yeryüzünü, ekvatoru ısıtıyor, direkt ekvatora geliyor çünkü, orada ısınan hava yükseliyor, kuzeyden onun yerini alan soğuk hava dünyanın atmosferi içinde bir hava sirkülasyonu başlatıyor ve rüzgar  oluşuyor… Rüzgar kıtalar ve denizlere göre farklı hızlarda ısınıp soğuduğu için buralarda farklı farklı akımlar oluşuyor. İşte rüzgar enerjisini, bu hareket halindeki havanın önüne koyduğumuz rüzgar türbünleri vasıtasıyla üretilebiliyor ve bunlardan elde ettiğimiz elektriği doğrudan hemen şebekelere bağlıyabiliyoruz. Bu teknoloji de böyle çalışıyor. Bunu 1989’da rüzgar atlası projesi ile ilk Türkiye’ye getirenin ben olduğumu daha önce söylemiştim. Bu konuda da gerekli teknolojiye sahibiz ama yine irademiz yeterli değil. Oysa rüzgar enerjisi açısından da Türkiye oldukça zengin imkanlara sahip. Mesela Almanya’da rüzgar yılın yüzde 20’sinde devamlı eserken, Türkiye’de Bozcaada’da yüzde 40’ında devamlı esiyor, yani iki katı. Bu konuda da oldukça avantajlı durumdayız Avrupa’ya ve diğer ülkelere göre. Bizim üniversitenin ölçüm cihazını koyduğumuz Marmara Adası’nda  yüzde 46 esiyor.  Çeşme’de yüzde 30. Yani bu rüzgar türbününü Almanya’ya koyduğumuzdakinin iki katı enerji üretilebiliyor Türkiye’de… Almanya buna rağmen 20 000 megavatlık bir rüzgar türbünü kurarken ve  5,5 sent değil 7,5 sent verirken, biz 5,5 sent verdiğimiz ve daha az ödediğimiz halde bu işi yapamıyoruz. Bakanlar Kurulu yetki istiyor yasa çıkarırken, bu ortalama fiyattan  yüzde 20 azaltma yetkisi istiyor. Dedik ne yapıyorsunuz, neden böyle bir şeye baş vurdunuz?  Ya petrol fiyatı artarsa herkes rüzgar kurarsa nasıl önleriz diye yaptık bunu diye açıklıyorlar.


Üçüncü yenilebilir enerji kaynağı jeo-termal. Jeo-termal enerji biliyorsunuz yer altında bulunan bir enerji. Yer altında 6000 derecede erimiş kayalar var, volkanlar, onlardan oluşuyor. Onun üstünde kuru kayalar var, sonra da toprak ve jeo-termal havzalar oluşmuş durumda. Bizdeki jeo-termaller yüzeye o kadar yakın ki, deprem bölgelerinde bu yüzey kırıklarından akan yağmur suları kendi cazibesiyle yeryüzüne çıkabiliyorlar kolayca, bunlar bu kadar yakınlar… Bu konuda Avrupa ile Türkiye’yi kıyaslarsak jeo-termallerin yüzeye yakınlığı bakımından, Türkiye’de 100 metre ilerlediğinde 130 derece buhara erişebiliyorsun; Almanya’da 1,5 kilometre inmen gerekiyor ki 60, 70 derece sıcaklığa erişebilesin.  Bu konudaki potansiyelimiz de böyle… Avantajımız çok fazla yani. Şu anda sadece 5 milyon konutumuzu hemen jeo-termalle ısıtabiliriz. Bunun için ne kömüre ne doğal gaza ihtiyacımız var. Dördüncü olarak yenilenebilir enerji kaynağı olarak bio-kütle dediğimiz  çok hızlı büyüyen bitkiler var.  Biliyorsunuz bitkiler uyurken yapraklarını oluşturmak için karbondioksiti alıyor, oksijeni dışarı veriyor, Karbonla, fotosentezle gövdesini oluşturuyor; işte buna bio-kütle diyoruz. Türkiye’nin bitki  açısından ne kadar  zengin olduğunu biliyoruz. Ayrıca bitki artıkları, tarım artıkları gibi birçok artıktan da bu iş için yararlanılabiliyor. Hatta marangoz atölyelerinden çıkan kereste artıkları, düşen yapraklar, bunların hepsi bio-kütle olarak kullanılabiliyor.  Avrupa’da bütün bu saydığımız artıklar bio-kütle enerjisine dönüştürülmek üzere toplanıyor. Avusturya ısınmak için gerekli enerji ihtiyacının yüzde 70 ni bu şekilde sağlıyor. 


–  Yenilenebilir Enerji Üretimine geçmek için gerekli teknoloji ve bu işin maliyeti, eski kaynaklarla kıyaslandığında çok çok daha ucuz, bu anlaşılıyor. Bütün dünya, ve özellikle gelişmiş ülkeler bunu keşfetmiş ve tüm hızla bu yönde  ilerliyorlar… Biz ise “eller Mersine giderken hala tersine gitmeye devam ediyoruz… Bu böyle ne zamana kadar  sürecek, bu konuda iyimser bir şeyler söylemek mümkün değil mi?
–  Aslında bu kaynakların bizdeki bolluğu ve gerekli teknolojiler konusundaki imkanlarımız düşünüldüğünde kötümser olmaya hiç gerek yok. Tek sorun irade eksikliği dediğim gibi. Yani bizde bütün bu enerji kaynakları ve güneşten ısıtma teknolojileri, rüzgar türbünleri her şey halihazırda var. Ama gerekli irade gösterilemediği için, eski enerji kaynaklarına, buhar ve elektrik üretme teknolojilerine devam ediyoruz. Oysa artık binanın çatısına koyuyorsun güneş pillerini, çevirip şebekeye verip, şebekeden fazlasını alabiliyorsunuz.  Bu kadar basit her şey. Bu güneşte böyle.  Rüzgara gelince, bu konuda da, sadece 5 tane rüzgar türbünü ile  100 000 kişilik bir kentin enerji ihtiyacını karşılayabiliyorsunuz artık. Çünkü günümüz teknolojisi ile sadece bir rüzgar türbününün 20 000 kişinin her türlü enerji ihtiyacını karşılaması mümkün olabiliyor. Şebekeye bağlıyorsunuz türbünü, 100 metre yükseklikte, kanatları 60 metre olan bu türbün, bir futbol sahası kadar yeri tarıyor bir anda. Bizde şu andaki kullanılan teknolojiler 1994’de 95’de çıkmış teknolojiler. 1980’lerden bu yana teknoloji çok hızlı bir şekilde gelişti.  O zamandan bu yana 500 misli daha fazla elektrik üreten türbünler yapıldı. Demin bahsettik, artık tek bir rüzgar türbünü ile 20 000 kişinin enerji ihtiyacı tamamiyle karşılanabiliyor.


–  Türkiye konusuna dönersek, tek eksiğimiz irade diyorsunuz ama  önemli olan da zaten bu iradeyi gösterebilmek değil mi? Yoksa ülkemizin zenginliklerle dolu olduğunu hepimiz biliyoruz. Baksanıza yiye yiye bitiremedik…
 –  Gerçekten de öyle… Dediğim gibi Türkiye’nin yenilenebilir enerji konusunda eksiği yok, fazlası var. Tek eksiğimiz irade. Yapılacak olan sadece bu ülkemiz için, insanımız için iyidir, gerekeni yapalım, ilgili yasaları çıkaralım diyebilmek… Bu konuda ilgili insanları bir araya getirip çalışmalara başlamak. Biz üniversite olarak bu konuda adım atmak isteyen herkese, kamu üniversitesi olmanın verdiği görevle anlatıyoruz, yani bunlar yerel yöneticiler olabilir, bakanlar kurulu olabilir, meclis olabilir, elimizden geleni yapıp bilgilerimizi paylaşıyoruz. Mesela Bülent Ecevit zamanında bakanlar kurulunda nükleer enerji konusu görüşülürken, bu konuda farklı görüşüm var gerekçesi ile beni davet etmişlerdi. Ben de onlara görüşlerimi anlatmıştım.  Bunun  üzerine bakanlar kurulu ikna olmuş ve ihaleyi iptal etmişti o yıllarda, yani 1999 yılında.  İklim değişikliği ile ilgili olarak da sayın Mehmet Dülger ve  Dış İlişkiler komisyonu beni çağırdı ve orada durumu izah ettim, önerilerimi kabul ettiler. Yenilenebilir enerji yasası mecliste görüşülürken, Avrupa Yenilenebilir Enerji Birliği Türkiye temsilcisi olmam gerekçesiyle beni de davet ettiler; sayın Soner Aksoy, TBMM Enerji Komisyonu başkanı, bilgilerimi onlarla da paylaştım ve yenilenebilir enerji yasası çıktı. Ama yetersiz bir yasa olarak çıktı bu. Sadece rüzgarı, çok rüzgarlı yerlerde destekliyor; onun dışında hiçbir yenilenebilir enerji kaynağını desteklemiyor. Ama küçük de olsa  bir adımdır bu, geliştirilmesi gerekir.


–  Bildiğim kadarıyla siz bu konuda gerçekten elinizden gelen her şeyi yapıyorsunuz… Siz ve sizin gibilerin sayesinde küçük de olsa bir şeyler yapılabiliyor her şeye rağmen Türkiye’de. Bu konuda başka örnekler var mı  bizi umutlandıracak…
–  Dediğiniz gibi ben nereye çağrılırsam gidiyorum. Mesela Dalaman’da bir mobil  santral, fueloil santral yapılıyormuş, belediye başkanı, kaymakam, o civardaki otel sahipleri vs. beni çağırdı, onları bilgilendirdim, sonunda Dalaman Belediye meclisinin kararı ile belediye başkanı araziyi vermedi ve bu santralin yapımından bu şekilde kurtulduk. Sonra Samsun’a yapıldı bu santral ve balıklar öldü falan… Bu santralin parası hala ödenmeye devam ediyor, santral hiç çalışmaya başlamadığı halde… Paralarını alıp gidiyorlar, adamların canlarına minnet. Nasılsa hazine garantisi ve tahkimle işi bağlamışlar. Bu paralar bizim cebimizden çıkıyor tabii. Yani şu anda kullanılmayan, işe yaramayan bir teknoloji için onlara düzenli olarak ödediğimiz bir aylık gelire sahipler…


–  Durum böyle olunca yeni kaynaklara da yatırım yapılamıyor doğal olarak?
–  Evet, maalesef öyle… Bunlar günümüzdeki neo-liberal politikaların ülkemizde enerji sektöründeki yansımaları… Ekonominin diğer alanlarındaki neo-liberal yapılanma ve yaptırımlardan enerjiyi de soyutlayamıyoruz ne yazık ki. Bu mümkün değil, hatta enerji en kritik alanlardan birisi bu konuda…


–  Son olarak, şu anda Kiev’den Çernobil’in yıldönümü nedeniyle yapılan toplantıdan geldiğinizi biliyorum. Çernobil’in ardından neler konuşuldu hocam, daha önce söylenenler ve gerçekler konusunda nasıl bir durum değerlendirmesi yapılabilir?
–  Bu konuda söylenenlerden çok farklı bir gerçeğin söz konusu olduğu artık ortaya çıkmış durumda. Çernobil kazasında sadece 31 kişinin falan öldüğü söyleniyordu, halbuki bu kansere yakalananlarla bugün 100 bin kişiye  varmış durumda. Bu kazadan etkilenen yerlerde kanser oranları yüzde 50 oranlarına ulaşmış olduğu biliniyor. O zaman bebek olup  radyasyona maruz kalmış çocuklar şimdi 27 yaşında ve kanserden ölüyorlar. Durum söylenenlerden çok daha vahim. Biliyorsunuz o dönemde “bakın bu çaylarda hiçbir şey yok” diye ekranlarda şov yapanlar olmuştu, buna karşın bugün Doğu Karadeniz Bölgemizde bazı yerlerde kanserli insan sayısı bizde de yüzde 50’lere varmış durumda. O gün o çayda bir şey yok diyenler bugün de nükleer santralleri savunan aynı zihniyetler… Bütün bu felaketlerden dersler aldığımızı söylemek mümkün değil maalesef…


DİĞER AYAKÜSTÜ SOHBETLER:


– Bir kültür taşıyıcısı: Aydın Çukurova…
– Afşar Timuçin ile insana dair ne varsa…
– 12 Eylül iddianamesine ne oldu?
– Akın Birdal: Evren yargılanmalı!
– Hitler ile söyleşi…
– ‘Baş örtüsünü ilk kez Sumerliler taktı’
– ‘Türk solu titreyip kendine gelmeli’ 
– ‘Hepten pusulasız olmadığımız kanaatindeyim…’
– ‘Siyasi güç, her zaman kendi hukukunu yaratır’
– ABD işdünyasında çöküş
– ‘ABD Anayasası Patara’dan’
– Çocuklar öldürülmesin!
‘- ‘Bir Gün Mutlaka’
– ‘Derin devlet sorunları çözmek istemiyor’
– Kaş’taki gözyaşı
– ‘Son 15 yılda bilinçte sıçradık’
– Piref. H. Ökkeş ile ‘dörtköşe’ sohbet…
– Sorgun Ormanı’nı kurtaralım
– Devrim Bize Yakışırdı!
– G-8 protestosundan gözlemler…
-Başkaların hayalleri…
– Hurafeler gölgesinde Gelibolu…
Çokuluslu tekellere karşı ‘Adil Ticaret’
– Kuzey çikolata, Güney ekmek derdinde
– Fokları, katliamdan kurtaralım!
– Nükleer denemelerin faturası: Doğal felaketler
-Türkiye’de de nükleer silah istemiyoruz!
 – Çocuk işçiler
– İsrail dünyanın 6’ncı büyük nükleer silahına sahip!
– Faşizm neden Almanya’da kök saldı? 
– Demirel davasında tekelci medya da suçludur

730030cookie-check‘Çernobil’den ders çıkarmadık’

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.