Evin Gelini

çabasından uzak durmayı öneriyor. Öyle ya, suya sabuna dokunursak ya kendimizi, kendimize ait bir şeyi temizleyip arıtma veya kendimizin dışında olsa bile elimizin ulaşabileceği bir şeyin temizlenmesine emek harcama sürecini başlatmış olacağız. Suya sabuna dokunmamak kirliliği arttırır ve kirli işlerin devamını kolaylaştırır. Oysa bizim gönlümüz bu edilgen konumun doğurduğu suçu yüklenmeye razı ve hazır değil. O halde hem suya hem de sabuna dokunacağız. Ancak suyumuz da sabunumuz da beklediğimiz sonucun elde edilmesine kafi gelecek mi bilemeyiz?


Belki de suya da sabuna da dokunur dokunmaz temizleme ve temizlenme fırsatını büsbütün kaçıracağız. Ama iyice bellememiz gereken bir şey var, hem uzakta hem de yakın çevremizde pis işler dönüyor. Eğer gemisini kurtaran kaptan düşüncesiyle hareket etmeye kalkışır ve oynanan oyundaki sayı yapan (kelle hesabıyla) elemanlardan biri olmaya çabalarsak bizimde bu pis işler içine dalmaktan başka bir çaremiz olmadığını göreceğiz. Ok, eğer sayıyı kim yaparsa yapsın, dünyada dönen kirli işlere bir yenisini biz kendi elimizle ekliyorsak, bu durumda bırakın suya sabuna dokunmayı, kirliliği daha da arttırırız.Bence insan onuruna yakışan, suya sabuna dokunmadan hayati idame ettirmenin bir yolunu aramak yakışmaz. Söz konusu olan cinayet işlememek değildir, seyretmek ise hiç hiç değildir. Sözünü ettiğimiz şey cinayetin işlenmesine engel olmaktır. Cinayete seyirci kalmak erdemlilik olmadığı gibi, bir yandan suç ortağı olmaktır.


Çevremizde ve dünyada pis işlerin döndüğünü bilmiyor olsaydık, kimsenin tavuğuna kışt demeden yaşıyor olmanın gönül ferahlığını duyabilirdik. Halbuki bizim kışt demediğimiz o tavuklar, yetimin hakkı olan daneleri, bizim duyarsızlığımızdan, aldırmazlığımızdan ve bizim yumuşak başlılığımızdan ötürü gövdeye indirerek giderek tombullaşıyor. Ne yapabiliriz diye sorarsanız; iki pislikten biri içinde bulunma açmazına düşmüş isek ve bu hayatta önemli (dikkat, iyi ve yüksek değil) bir yer sahibi olmak istiyorsak bile bunu kendi elimizden sadr olmayacak bir şekilde yapmalıyız. Çünkü şartlarımız dinsizin hakkından imansızın gelebileceğini gösteriyor. Bu durumda da imanımızı(ve değerlerimizi) feda etmeye de yanaşmadığımızdan, dinsizin egemenlik alanının günden güne genişlemesine de sesimizi çıkarmıyoruz. Yani elimizi pisliğe bulaştırmadan yaşamanın yolu çirkefin ve pisliğin olduğu yerde kalmasına rıza göstermekten geçiyor. Demek ki mesele bize koşulan şartları ve hayatı hemen kabul edişimiz de / daha doğrusu bize şart koşulmasına fırsat verecek bir hayattan başka hayatların olduğunu bilmeyişimizdendir. Dinsizin hakkından gelmek diye bir görev icat edilerek, imansız kurtarıcı gibi gösterilmek istenmektedir. Oysa dinsizin hakkından gelinse de gelinmese de bu iman edenler için önem taşımamaktadır. Çünkü iman edenin,dinsizin hakkından gelme gibi bir mükellefiyeti yoktur. Ve sonuç ne olursa olsun temizleme ve temizlenme görevleri münasebetiyle de suya ve sabuna dokunma zarureti de vardır.


Evet, çevremizde pis şeyler dönüyor. Değneğin bırakın iki ucunu, neresine dokunursanız elinize bulaşıyor. Çoğumuz bir değerler skalasına sahip olmadığımız gibi, çoğunluklada isteyerek pisliğin en derin yerine batmış durumdayız. Kocaman bir şişe içine doldurulmuş zeytinyağı ve su gibiyiz.Bu pis işlerin arasında, kültür ve siyasetin “sol kanadında” yer alanların tekebbürü ve sağ kanadında yer alanların fırsatçılığı aleyhine mutlaka bir şeyler yapmayanlar vebal altındadır. Türkiye’de her dönemde ne hamam, ne tas ne de tellak değişmeyip aynı kaldığından; “eski tas eski hamam” denilmesine de cevaz çıkıyor. Pisliğin sol kanadındaki tekebbür ile sağ kanadındaki fırsatçılık bu ülkeyi felakete sürükledi. Ve bu ülke uğradığı felaketin ne olduğu hususunda bile gaflete dalmış insanlarla tıka basa doludur. Bu durum dolayısıyla ahü vah ettiğimi sanmayın. Şikâyet ve hayıflanma duygusundan da çok uzaktayım. Nabza göre şerbet vermemiş olmaktan da gurur duyuyorum. Hiçbir makam ve payeye de talip olmadığımdan, kimseye boyunda eğmedim. Hele dikkatimi ve çabalarımı dedikodulardan ve pis işlerden arındırdığım için şanslı bile sayılabilirim.


Bulunduğumuz ortamda, çalıştığınız kurumda ve yaşadığınız memlekette yön tayin edici olanlar, suyu da sabunu da ortalıkta görmekten nefret ederler haliyle… Her gün biraz daha yerini sağlamlaştıranlar, kuduzun su karşısındaki tavrını gösterir suya karşı. Her gün biraz daha hakimiyetlerinden doğan rantı gasp ederek besleniyorlar. Karlarını her dönemde azamiye çıkarabilen bu sütü bozuklar çevrelerindeki şakşakçıları tesir altında bırakma yarışında birbirlerini geçmek suretiyle mesafe kat ediyorlar. Helal süt emmişlere ise ferahlık sağlayan tek şey bedeli ne olursa olsun, suya sabuna dokunan birilerinin her dönemde mutlaka çıkmış olmasıdır.


İşte bir gün bende kendimi “Dalton biraderler” in cirit attığı, iyi ve kötü adamları birbirinden tefrik edemeyen Rintintin itinin ortalıkta gezindiği kasabada bir maceraperest olarak Redkitliğe soyunduğumda, elimde ne su kaldı ne sabun. Buda yetmezmiş gibi temizlemeye çalıştığım pisliğe her gün biraz daha bulaştığımı hissediyorum.Görev icabı bulunduğum kasabada pis işlerin boğaz seviyesine geldiğini gördüm. İdareye kim gelirse gelsin, eski tas eski hamam anlayışının devam ettiği bu kasabada dinlediğim bir “gelin” hikayesi, buralarda çok, ama çok pis işlerin döndüğünü bütün çıplaklığı ile ortaya koydu. Hikaye şöyle; yeni evli çiftlerden, erkek olanı askere gitmiş. Aradan geçen kısa bir zaman sonra, gelin ile kayınpeder yatakta uygunsuz bir vaziyette yakalanmış. Hakim geline “kızım bu ne iş, anlat bakalım” deyince; gelin şöyle cevap vermiş; “Hakim bey, ben ne söyleyebilirim ki, ben o eve gelin geldim, ben bilmem,ben o evin geliniyim” demiş. İşte ilk geldiğimde bana bu hikayeyi anlatan kişi şöyle demişti; “gelen ağam, giden paşam. Ben buranın geliniyim” Evet, “gelin beyefendi”nin dediği çıktı ve gelin hiç yerinden edilemedi, statüsüne dokunulmadı, taki kendi isteğiyle emekli oluncaya kadar.


Sonra bu kasabada epeydir “stratejist” gördüm. Bir takım sözcükler icat edilmiş, bu sözcüklerin içeriğinin genişletilmesi konusunda epey kafa patlatılmış. Sonunda öyle sihirli sözcükler bulunmuş ki, söylenince akan sular duruluyor. Bu sözcüklerden bir söylenmeye dursun, sizi bağlayan ne bir ilke, ne bir bağlantı nede bir ölçü kalmıyor ortada. İnsanlıktan, iyilikten, doğrudan, ilke ve değerlerden, zulüm ve adaletten söz edemiyorsunuz artık. İşte bu politik ve stratejik birliktelikler, insanlığın bütün öteki gereklerini ve değerlerini tek celsede ortadan kaldırabiliyor. Bu öylesine derin bir beraberlik ki, stratejik ortağınız bir rica deruhte ettiğinde, siz de gözünüzü kapatıp vazifenizi yapıyorsunuz mecburen, mecburiyetten. İşte kendi öz yakıtıyla çalışan aklım bunları bir türlü anlayamadığından, suya ve sabuna dokunma görevini verdi bana. Menfaatler bahsini hiç kale almayan aklımın bu suya sabuna dokunma merakı başıma bin bir türlü bela açtı böylece. Vicdanımın ununu eleyip eleğimi de asamadığımdan yapılanlar bana açık seçik yanlış geliyordu.


İnsan olmak önemli bir şey hiç kuşku yok ki… Herhangi bir stratejik ortaklıktan daha önemli ve herhangi bir “ali menfaat”den de daha ali… Yani günümüzün geçerli şartlarında, benim bir takıntımmış gibi görülen bu insanlıkta ısrar denilen şey, suya sabuna dokunmanın ta kendisidir oysa. Her ne kadar “biz elimizden geleni yaptık” ya da “günah bizden gitti” diyorlarsa da yetkili ve etkili kimseler, ben günahın bizden gittiğine hiç mi hiç inanmıyorum, inanamıyorum. Bu zihin kapalılığı belasının hepimizin üstünde bir beddua gibi dolaştığını düşünüyorum aksine. Bütün dünya gibi bende biliyorum bin bir kuyruklu yılanın evrilip çevrilerek namlulaştırıldığını ve anlımın ortasına doğrultulduğunu.Yanlışları yolundan çevirmek ve kirliliği ortadan kaldırmak için yapacak hiçbir şeyin kalmadığını düşünenler, en azından gerçeğin canını acıtmayacak bir lisan geliştirebilmeli. Evet kabul ediyorum bu söylediklerim çok romantik bir fikir,ama en azından kelepir.


 



 

691640cookie-checkEvin Gelini

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.