Kapitalizm nereye…

Günümüz kapitalizmi açısından ilginç gelişmelere tanık oluyoruz. Eskiden dünyanın yoksul ülkeleri ve zengin ülkeleri vardı ve bu zengin ülkelerin halkları yoksul ülkelere rağmen gelişirdi. Yani bir anlamda A.G. Frank’ın ‘Azgelişmişliğin Gelişmesi’ kuramında belirttiği gibi zenginin daha zenginleşmesi yoksulun daha yoksullaşması sonucunda gerçekleşmekteydi. Çünkü zenginin zenginliğinin kaynağı yoksulun kaybettikleriydi.

Başta A.G. Frank olmak, E.Wallerstein, A.Emmanuel, S.Amin gibi Bağımlılık Kuramcıların savunduğu bu teze göre, azgelişmiş ülkelerdeki yoksulluk, zengin ülke halklarının refahında bir kayıp olmadığı sürece kapitalist sistem açısından bir sorun teşkil etmiyordu. Hatta bu durum sistemin işleyişi açısından bir sorun olmadığı gibi, azgelişmiş ülkelerin yoksullaşması oranında gelişmiş ülkelerde zenginleşme yarattığı için, bizzat kapitalist sistemin işine yarıyordu.

 Aynı şey, gelişmiş kapitalizmde etnik ve ırksal yoksullaşma ve eşitsizlik olarak ortaya çıkan çelişkilere sıra gelince geçerli değildi. Çünkü, azgelişmiş ülke halkları, yaşadıkları bütün eşitsizlik ve yoksulluğa rağmen, gelişmiş kapitalist ülkelerle mücadele edebilecek güç ve araçlardan yoksunlarken, gelişmiş ülke hakları işsiz de olsalar, yoksul da olsalar, bizzat bu gelişmiş ülkelerin  unsurlarıydı ve Fransa’daki ayaklanmalarda olduğu gibi ses çıkardıkları zaman tepkileri ciddiye alınmalıydı.

Yoksulluklarından sorumlu olan kişiler, bunların onayı ve oyları ile iktidara geldiklerine göre aynı oylarla geri gönderilebilirlerdi. Gelişmiş ülke halklarının buna inancı vardı. Demokratik rejimin nispeten iyi işlediği bu ülkelerde bu inancın az gelişmiş ülke halklarına göre daha güçlü olması, onların yönetime katılma ve yaşadıkları ülkede  bir şeyleri değiştirme güçlerini de etkiliyordu.

Bunun yansıması olarak iktidarlar halklarının taleplerini gerçekleştirmeyi meşrulukların temeli olarak görmekte ve bu meşru zemini kaybetmemek için önemli bir  mücadele vermek zorundaydılar… Meşruluk sorununu ciddiye almamak bu rejimlerde ‘bindiğin dalı kesmek’ anlamına geliyordu. Kapitalizm akılcılığa dayanan  bir sistemdi ve onun akılcı iktidarları akılcı kararlar vermeliydi…

ABD açısından da durum farklı değildir. Demokrasinin bir gereği olarak bütün iktidarlar kamuoyunun gücüne inanır ve varlıklarını sürdürebilmek için seçmenlerinin onayını alacak, belli ölçülerde onları memnun edecek  uygulamalarda bulunurlar.  Yani bu ülkelerde rejimlerin sağlamlığı açısından iktidarın meşruluk sorunu önemli bir olgudur. ABD için, dışarıda sistemden memnun olmayan, ABD’nin önderliğinde belirlenen dünya iş bölümüne tepkili olan bu kadar büyük bir kamuoyu varken, buna bir de kendi iç  kamuoyunu eklemek akılcı bir tutum olmazdı. Sistemin bir şekilde meşruluğunu bir yerlere dayandırması gerekirdi. Aksi taktirde rejim diktatörlüğe dönüşürdü ki bu da kapitalizmin felsefesine aykırı bir şeydi, kendini inkar etmek olurdu.

Amerikan emperyalizmi, bugüne kadar, dış dünyada yarattığı büyük problemlere, eşitsizliğe, adaletsizliğe, sebep olduğu etnik ve dini çatışmalara, savaşlara, yoksulluğa, işsizliğe, açlığa,  yarattığı kirlilik ve nükleer tehdidin  büyük  bir bölümünü kendisinin oluşturmasına rağmen bir şekilde meşruluğunu koruyorsa, yani seçimle iş başına geliyor ve belli bir kamuoyu tarafından destekleniyorsa, bunun bir bedeli vardı. İşte bu bedel azgelişmiş  ülke halklarına ödetilmekteydi.

Amerika liderliğindeki dünya iş bölümünde,  kendi varlık ve zenginliklerinin kullanımından yoksun bırakılan azgelişmiş ülke halkları, -Irak’taki durum bunun bariz örneğidir- bu dünya iş bölümünün ve taraflarının dayattığı yaptırım ve baskılarla, sürekli olarak bir yoksulluk sarmalı içinde tutulmaktadırlar. Bu ülkelerin hem eşitsiz mübadele yoluyla emekleri sömürülmekte hem de yüksek faizli borçlandırma politikalarıyla ülkelerinde yaratılan artı-değer kısmı olarak zengin ülkelere aktarılmaktadır.

Bunlara dayatılan uygulamalar gelişmiş kapitalizmin, AB, IMF, Dünya Bankası, GATT gibi güçlü örgüt ve yapılanmaları tarafından belirlenmektedir. Amerika ve yandaşları sistemli bir şekilde dünyanın büyük bir bölümünün yaşam koşullarını kötüleştirirken kendi halklarının tepkisini almamak için bunlara sömürülen orandan önemli ölçüde sus payı vermektedirler. Daha doğrusu şimdiye kadar vermekteydiler.

Günümüz farklı bir süreç yaşanmaktadır. Fordist dönemde devlet refahı yaratan ve halkın alım gücünü arttıran politikalıların baş uygulayıcısı olarak orta sınıfın da  yaratıcısı ve koruyucusu durumundaydı. Oysa günümüzde devlet, özellikle refah devleti, küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda gittikçe zaafa uğratılmakta, düzenleme yapma gücü her geçen gün elinden alınmaktadır.  Bugün devletin müdahale alanları, sosyal devlet ve çalışanlar aleyhine sürekli olarak daraltılmakta, yetkileri her alanda asgari düzeye indirilmeye çalışılmaktadır.

İlginç bir şekilde bugünün kapitalizmi eski dostu devlete (daha doğrusu sosyal devlete)  meşru zeminini yitirmek pahasına da olsa sırtını çevirmiş durumdadır.  Pratikte bunun sadece gelişmiş ülkelerde geçerliliği olsa bile, -çünkü azgelişmiş ülkelerde sosyal devlet bir yanılgıdır, varlığını sürdürebilmek için gelişmiş kapitalizmin çıkarlarına hizmet etmek durumundadır ve bu  hiçbir zaman kendi çıkarları ile özdeşleşmemektedir-  bu yüzden sadece gelişmiş kapitalist ülkelerde bile olsa devlet,  kapitalizmin keskinliklerini törpüler, emekçilerin tepkilerini yumuşatacak önlemler alır ve çalışma hayatını iyileştirecek düzenlemelerle  bulunarak kapitalizmin ihtiyaç duyduğu meşru zemini hazırlardı.

Genel refah düzeyini yükseltebilmek ve yaşam koşullarını iyileştirmek adına, asgari ücreti belirlemek, sendikal hakları korumak, toplu sözleşme ve grev hakkını desteklemek tüm bunlar bir zamanlar devletin işlevleri arasındaydı. Oysa bugün artık devletin tüm bu düzenlemeler üzerindeki etkinliği yok edilmiştir. Devlet sosyal hayatın tamamen dışına çekilerek, toplumsal adalet ve refahı sağlayıcı rolünden arındırılmıştır; kapitalist sistemde meşruluğun önemli bir kaynağı olan sosyal devlet anlayışı adeta yok olmaya terk edilmiştir.

Bu gelişmelerden anlaşıldığı üzere, günümüz vahşi kapitalizmi sadece ötekilere (üçüncü dünya ve azgelişmiş ülke halklarına)  değil kendi vatandaşlarına  da acımasız bir tutum sergilemektedir. Bunun sebebi, kapitalist sermaye sınıfının bugün artık devletlerin üstünde, küresel bir güç haline gelmiş olmasıdır. Küresel bir alanda, küresel çıkarlar peşinde koşan küresel sermaye için, ulus-devlet, birey hakları, toplumsal refah, meşruiyet, hiçbir şeyin önemi yoktur. Bugün azgelişmiş ülkelerin  emekçileri ne kadar tehdit altındaysa gelişmiş kapitalizmin emekçileri de benzer tehditler altındadır.

Günümüzde orta sınıf kavramının da içi boşaltılmıştır. Orta sınıf, bugün gelişmiş, azgelişmiş, tüm dünyada erezyona uğramış, orta sınıfın eski güçlü konumundan eser kalmamıştır. Bir zamanlar fordist sistemin orta sınıf için yarattığı kazanımların büyük bir bölümünde kayıplar olmuş, sağlanan refah artışı ve yaşam standartlarındaki yükselmeler,  küresel sermayenin çıkarları adına yapılan yeni düzenlemelerle bugün artık tamamen durdurulmuştur. Hatta bugünün orta sınıfı gelirlerinde bir iyileşme ya da yaşam düzeylerinde yükselmenin peşinde değil, mevcut durumlarını korumanın ve ellerindekinden de olmamanın endişesi içindedir.

Doğal olarak bu sürece karşı, başta Latin Amerika ülkeleri ve Avrupa olmak üzere dünyanın birçok  yerinden tepkiler gelmeye başlamıştır. Örneğin Latin Amerika ülkelerinde yeniden sosyalist iktidarların başa gelmeye başlaması, Avrupa Birliği’nde halkların AB sürecine ve yeni AB Anayasasına destek vermemesi,  yine Avrupa’da göçmenlerin isyanı, Fransa’da yeni iş yasası ile ilgili önce üniversite gençliğinin ayaklanması ardından genel grev kararının alınması, tüm bunlar, dünyadaki  neo-liberal politikaların yarattığı işsizlik ve yoksulluğa karşı gelişen tepkilerdir.

Bu arada başta Fransa olmak üzere birtakım AB üyesinin halklarının  Birlik Anayasasına hayır demesi, mevcut süreci desteklememesi, güçlenen neo-liberal politikaların yarattığı işsizlik ve yoksulluğa karşı bir  tepki olarak da yorumlanabilir. Gerçekten de son yıllarda AB’nin neo-liberal bir yapılanmaya doğru gitmesi Avrupa halkları tarafından, özellikle de emekçi kesim tarafından, kazanımlarının kaybedilmesi endişe ile hiç hoş karşılanmamaktadır. Hatta birtakım çevrelerde,  AB uluslar-üstü yapısının (konfederatif yapısının)  tercihini neo-liberal yapılanmadan yana sürdürmesi durumunda, Avrupa halklarının ulusal yapılarını koruma ve ulus-devlete dönüş yapma yönünde güçlü tutumlar sergileyebilecekleri konuşulmaktadır.

 Nitekim gidişat da bunu göstermektedir.

Yükselen milliyetçilik hareketleri, Avrupa’da göçmen sorunu ve ayaklanmalar,  tüm bu gelişmelere bakarak, uluslar- üstü oluşumlara karşı ulusal oluşumların, özellikle de ulus devletin yeniden güç kazanmaya başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. AB halkları da bu yönde, yani  Birliğin iradesinin güçlendirilmesine karşı ulusal iradelerin korunması ve sosyal devleti koruyan milli politikaların uygulanması  doğrultusunda bir eğilim belirleyebilirler. Bu da Birliğin geleceği açısından bazı kuşkuları gündeme getirebilir. En kötü  ihtimalle AB bu süreçte tamamen parçalanıp dağılabilir.

Buna da şaşırmamak gerekir; çünkü AB gibi uluslar uluslar-üstü yapılanmalar, mevcut kapitalist sermaye birikim rejiminin ihtiyaçlarına göre düzenleyici roller üstlenen yapılanmalar olduklarına göre, kapitalizmin şu anki koşulları değiştiği anda, bu düzenlemelerin ve ona ait yapılanmaların da değişmesi normal karşılanmalıdır.

Evet Avrupa Halkları, Birliğin ABD güdümlü neo-liberal politikaların etkisinde olmasından rahatsızlık duymaktadırlar. Çalışma hayatına ilişkin yapılan yeni düzenlemeleri ve çalışma hayatının koşullarının olumsuz yönde değiştirilmesini, dolaysıyla da  yaşam standartlarının düşmesini reddetmektedirler. Sosyal devletlerinin ellerinden alınmasına, işsizliğin artmasına, yoksulluğun yaygınlaşmasına, dünyanın yaşanılır bir yer olmaktan çıkarılmasına tepkilidirler. Yakın bir gelecekte, artan milliyetçilik eğilimlerinin de etkisiyle yeniden ulus-devlet kavramına ağırlık verileceği, uluslar-üstü güç ve iradeye karşı ulusal iradenin güçleneceği,  devletin tarih sahnesinde kaybettiği rolü ve itibarı yeniden kazanacağı günler gelirse buna kimsenin şaşmaması gerekmektedir.

Peki kapitalizm bu şekilde nereye kadar devam edebilecektir… Bugün yaşanan kriz, yeni düzenlemelerle atlatılabilecek, kapitalist sermaye birikiminin daha önceki kesinti dönemlerinde olduğu gibi,  yeni bir birikim rejimine geçiş sağlanarak, kapitalizmin geleceği bir kez daha kurtarabilecek midir. Yoksa bu belirsiz ortam içinde yeni bir sisteme geçişin koşulları mı oluşmaktadır. Birçok kuramcının da  kabul ettiği üzere, kapitalist sistemin en sadık  koruyucusu, hatta olmazsa olmaz kurumu olan devletin bu şekilde etkinsizleştirildiği bir süreçte artık emek ile sermaye arasındaki çelişkiyi yumuşatıp dengeleri sağlayacak bir devlet  yapısı da bulunmamaktadır; öyleyse bu geçişi kim sağlayacaktır?

Bugün devlet, vatandaşları ile küresel sermaye arasında sıkışıp kalmıştır. Vatandaşlarından vazgeçememektedir çünkü vatandaşları tarafından benimseyen bir devletin meşru zemini kalmayacaktır. Küresel  Sermaye ye de karşı çıkamamaktadır, çünkü bunların devletlerin üstünde bir gücü vardır. Uluslar-arası sistem üzerindeki hakimiyetleri  sorgulanamamaktadır bile. Silah tekelleri, dünya ticaret ağı, dünya kaynakları hep bunların kontrolündedir.  Bu nasıl bir kapitalist sistemdir ki, devletlerin üstünde, vatan, millet, ulus, devlet hiçbir değeri ve kavramı  önemsemeden bu şekilde varlığını sürdürebilmektedir.

Sonuç olarak günümüz kapitalizmi artık öyle bir aşamaya gelmiştir ki,  geçmişte az gelişmiş ülke  halklarına yapılanlara karşı kendi halkına sus payı olarak sunduğu  refah payını bile  vermek istememektedir. Kapitalizmin çelişkilerini yumuşatan, sistem ve emekçiler arasında denge yaratan sosyal devlet anlayışının çöküşü ile bir anlamda terazinin hassas dengelerini korumak görevini üstlenen devlet de önemli ölçüde işlevsizleştirilmiştir. Devlet artık günümüzde sadece, uluslar-üstü tekelci sermayenin dünyanın her yerinde serbestçe dolaşımının ve gittiği yerlerde hiçbir engelle karşılaşmadan artı-değere el koyabilmesinin düzenlemelerini yapmakla görevlendirilmiştir. Özellikle azgelişmiş ülke devletleri bu konuda  halklarına rağmen, bu uluslar-üstü tekelci sermayenin çıkarları için kararlar almak ve düzenlemeler yapmak zorunda bırakılmaktadır.

Piyasayı düzenleyen, fiyatları belirleyen, faiz oranlarını yükselten indiren, borsaya hükmeden, uluslar arası sermaye hareketini kontrol eden, dünya pazarlarını yönlendiren, dünya nimetlerini paylaştıran, dünyada savaşlar çıkaran, barış koşullarını belirleyen, teröre hükmeden, terörü yönlendiren hep bu devlet üstü güçler, dünya iş bölümünün  hakimleridir; bunlar tekelci uluslar-üstü sermaye ve onun destekçisi silah tüccarlarıdır; Şahinlerdir, kurtlardır, çakallardır; dolar vurgunlarını yapanlar, kan ve can pazarında uyuşturucuyla, fuhuşla para kazananlar, savaşlardan zengin olanlardır…

Bu gücün karşısında kimler vardır peki, dünya emekçileri, göçmenler, ezilmiş halklar, marjinaller, özgürlükleri elinden alınmış ya da kısıtlanmış herkes, kadınlar, yoksullar, işsizler, insanca yaşamak isteyen herkes, ve özellikle de gelişmiş kapitalizmin kazanımlarını kaybetmiş kızgın halkları, emekçileri, gençleri, işsizleri.

Üstelik bu gelişmiş ülke halkları, az gelişmiş ülkelerin pasifize edilmiş haklarına da benzemezler; onlar gibi ezilmiş, susturulmuş, hak aradıklarında tekme tokat dövülmüş, içeri tıkılmış, işkence görmüş değillerdir. Hatta bu güne kadar iktidarları tarafından refahtan pay alabildikleri sürece, kapitalizmin gerçek çelişkisine göz yummaktan çekinmemiş, diğer bir deyişle sermayenin emeği sömürmesi ve emekten  kopardığı artı değerle kendini var etmesi karşısında sesini bilinçli olarak yükseltmemiş, ama kendi çıkarları söz konusu olduğunda aslan kesilen, şımartılmış, rahata alışmış, en önemlisi artık kaybedecek  çok şeyleri olan ve bu konuda yapabilecekleri çok şey olduğuna inanan akılcı ve pragmatist bir  halktır bu.
 
Gerçekten Fransa’daki gelişmeler bunu desteklemektedir. Yeni iş yasası ve gençlerin işte kalma koşullarına karşı önce üniversite gençliği ayaklanmış, sonra sendikalardan destek gelmiş, şimdi de tüm ülke genel greve gitmektedir. Bu örgütlü bir gücün bu güce inanması ve istediği zaman bu gücü çığ gibi büyütüp harekete geçirebileceğinin bilincinde olmasıdır… Emekçilerin -kendisi için bilinçle- güçlerinin farkında olarak hareket etmesidir…

Bugün sadece iş yasasında olumsuz küçük bir düzenleme gibi görünen bu tasarının bu kadar büyük bir tepki alması aslında bu tasarıdan çok ardından gelecek  sürece tepkidir; kazanılmış hakların geri alınmasına tepkidir. Neo-liberal politikaların sosyal devletin altını oymasına ve sadece bir avuç zenginin mutlu etmeyi amaçlayan bir dünyanın yaratılma çabasına tepkidir…

Ölü-seviciliğe, yaşam tüketiciliğe, insan yiyiciliğe tepkidir…

Son Olarak, bizim de son söz olarak söylemek istediklerimizi tamamlar nitelikte olduğu için, yazar Barnet ve Cavanagh’ın Küresel Düşler eserinin sonuç bölümünde yer alan aşağıdaki paragrafı aktarmak istiyoruz:“Küresel sistemin başı derttedir. Günümüz politik  konuşmaları erdemli, hatta etkileyici olmakla birlikte; ne politikacılar ne de şirket yöneticileri kaynakların korunmasını ya da ekolojik dengeyi politik değerlerin merkezi olarak kabul etmemektedirler. Sonuçta yaşamı, güzellikleri,  ve doğal dengeyi sürdürmek için gerekli olan öğeler akıl almaz biçimde yok edilmektedir. Her geçen gün solunabilir hava, içilebilir su, insan düş gücü ve enerjisi, çocukların sağlığı ve gelişmesi gibi gerçek zenginliklerimiz birkaç varlık simgesi, özellikle de bize ne kadar zengin olduğumuzu bildiren kağıt parçaları ve elektronik veri bitleri için kurban edilmektedir. İnsan ırkının hayranlık uyandıran bir uyum yeteneği vardır. Daha az zalim sosyal sistemlere ve destekleyici ekonomilere ilişkin sayısız küresel düş kurulabilir. Günümüzde devletin ekonomik sistemi düzenleyip idare edememesi, belirli bir dizi varsayıma,  önceliğe ve pek incelemediğimiz değerlere dayalı politik kararlardan kaynaklanmaktadır. Olağanüstü bir geçiş döneminde yaşamak (geçişin  nereye olduğunu henüz bilmiyoruz), çoğumuza, kaldırabileceğimizden fazla gerilim sunmaktadır. Karmaşık ve şaşırtıcı bir çağda, yeni dünya düzensizliğinin içinde yol bulma konusundaki düşünceler henüz oturmamışken, ilerde daha iyi günlere ulaşılacağı yollu sahte politik vaatlere kanıp hareketsiz beklemek kolaydır. Bir de çaresizliğe saplanmak… Ancak bunların her ikisi de doğacak olanların şanslarını elinden almak demektir. Şimdikinden daha iyi bir küresel düşünme yolu mutlaka bulunabilir.”(Barnet & Cavanagh,1995,335-336)

 

KAYNAKÇA

AMİN, S., (1992), Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme, Kaynak Yayınları:108, Çeviren: Semih Lim, İstanbul.

BARNET, R.J. & CAVANAGH, J.(1995), Küresel Düşler: İmparator Şirketler ve Yeni Dünya Düzeni, Çeviren: Gülden Şen, Sabah Kitapları, İstanbul.

FRANK, A.G. “The Underdevelopment of Development”, with MF Frank, in Savoie, editor, … AG Frank’s archive at E-Text Archives/Progressive Sociologists Network …   

WALLERSTEIN, E.,“Wallerstein’s World-System Theory,”  Wallerstein’s World-System Theory”, Reosource page,  ‘A site for  undergraduates’, by Frank, W. Elwell, Roger State University.

 

*Yrd. Doç. İ.Ü İktisat Fakültesi

1079480cookie-checkKapitalizm nereye…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.